Uzak Geçmişe Kısa Bir Yolculuk
30 Mart
2013, İstanbul
Konusu Stratejik Düşünme olan bu yazışma
ortamında bu da nereden çıktı diyebilirsiniz. Haklısınız. Bunaltıcı gündemden
uzaklaşabilmek için bir yılı aşkın bir süredir bir konu üzerinde çalışıyorum: Stratejinin Yazılı Kaynakları.
Bunun için
de yazının icadına kadar bulabileceğim kaynakları araştırmaya başladım. Bu da
beni M.Ö. 3000’li yıllara, ta Sümerlere kadar götürdü. Öyle ya, mademki yazıyı
Sümerler buldu, strateji ile ilgili bazı yazılı kaynak da bırakmış
olmalıydılar.
Bu yıl
içinde bir kitap haline getirmeyi tasarladığım bu konuda erişebildiğim verileri
halen sınıflandırma aşamasındayım. Ancak, belirlediğim bazı hususları özet
olarak paylaşmanın yararlı olacağını düşündüm.
Bugün lise
öğrenimi üzerinde bir eğitim düzeyinde olduğunu düşündüğünüz birine tarihteki
ilk yazılı yasaları kim yazdı diye sorduğunuzda, büyük bir olasılıkla
alacağınız yanıt bir Babil kralı olan Hammurabi
olacaktır. Oysa ondan 500 yıl kadar önce Sümerler ilk yazılı yasaları
çıkarmaya başlamışlardır. Hammurabi’nin yaptığı kendinden önceki yasaları
derleyip toparlamasıdır. Bunu da yaparken, ölüm cezasının çok kısıtlı olduğu
son derece insancıl olan Sümer yasalarına “göze
göz, dişe diş” (kısasa kısas) olarak özetlenebilecek ağır hükümler
getirmiştir.
Yine aynı
kişilere tarihteki ilk şehir devletini kimler kurdu diye sorarsanız, hiç
tereddütsüz, Eski Yunan, hatta bunun yunanca adı olan polis kelimesini bile duyabilirsiniz. Ancak, gerçek durum ilk şehir
devleti de yine Sümerler tarafından M.Ö. 3000’lerde kurulmuştur. Aynı durum demokrasi kavramı için de geçerlidir.
Bunu da Eski Yunan’ın bulduğu iddia edilir. Ama gerçek durum bambaşkadır: daha
M.Ö. 2350’yıllarında Sümer’de komşu bir şehir ile savaşıp savaşmayacağa kral
tek başına karar vermiyordu, buna eli silah tutan şehir halkından oluşan bir
meclis karar veriyordu. O kralı da, şehrin önde gelen insanlarının oluşturduğu
bir üst meclis seçiyordu.
Avrupalılar,
Birinci Sanayi Devrimi adı verilen
devrimi gerçekleştirip, dünya egemenliğini kurduğunda, geçmişte yapılmış her
başarılı şeyin ardında da onların atalarından başkasının olamayacağı bir
büyüklük kompleksine kapılmışlardır. Bunu önce, M.Ö. 500’lü yıllarda başlayan
Grek Uygarlığına bir şekilde bağlamanın yolunu da bulmuşlardı. Öyle ki, hiçbir
ilgisi yok iken 19.yüzyıllda ortaya çıkan strateji
kavramını bile o zamanlar bir askeri makam olan stratgos kelimesi ile eşleştirmişler, her yeni bilimsel kavarama
bir Grekçe ad vermişlerdir.
Bu
bağlantıyı kurarken de konuşulan ve ölü dilleri “Hint-Avrupa” grubundan olan ve
olmayan şeklinde bir ayırıma tabi tutmuşlar, ta Hindistan’daki Sanskritçe ile Orta Avrupa’daki dillerin
yapıları gereği ortak bir kaynaktan ileri geldiği savını ileri sürmüşlerdir. Bu
dil, bir zamanlar, şimdi nerede olduğu belirsiz bir vatandan konuşulmuş, göçler
yoluyla da dünyaya yayılmıştır. İşte geçmişte her iyi şeyi bu dili kullananlar
başarmıştır. Bu nedenle, Grek abecesine 2000 yıllık bir birikim sonunda
geliştirilmiş olan Fenike abecesinin katkısını pek görmek istemezler, çünkü
onlar Hint-Avrupa dil ailesi dışındadırlar. Oysa Grek abecesini Fenike
abecesine sesli harflerin eklenmesinden başka bir şey değildir.
M.Ö.
500’lü yıllarda parlamaya başlayan Grek uygarlığı döneminde ortaya konan yazılı
yapıtlarda, nedense kendilerinden önceki uygarlıkların katkılarından söz
edilmez. Kendileri dışındaki herkes onlar için barbardır. Hatta ünlü tarihçi Herodot, Manisa yakınlarında bir kaya
kabartmasında yer alan bir Hitit kralını bir Mısır prensi, yazıyı da Mısır
hiyeroglifinin bir çeşidi olduğundan bahseder.
Yukarıda
sözü edilen Hint-Avrupalıların ortak vatanının neresi olabileceği tarihçilerin
en önemli uğraşılarından biri olmuştur. Bu ortak vatanın nedense hep Orta
Avrupa olabileceği işlenmiştir. Bazı Alman bilim adamları bu konuda o kadar
ileri gitmiştir ki, bu ortak vatan için “Kuzey Almanya ve Hollanda Ovaları”nı
önermiştir. Bazı İngiliz bilim adamları ise ortak vatanın Güney Rusya
olabileceğini ileri sürmüşlerdir. Hatta aynı bilim adamı daha sonra Doğu
Anadolu’yu önermiş, yaşamının sonlarına doğru da bu önerileri ileri sürerken
Nazilerin bunu bir silah olarak kullanımının önüne geçmek istediğini belirtmiştir.
Avrupalıların
“Hint-Avrupa” dili takıntısı, Sümerce dilinin de bu dil yapısı çerçevesinde
çözümlenmesi gerektiği uğraşısı ile gecikmeye uğramıştır. İnsanın 3000 yıllık
geçmişini bilmesi gerektiğini söyleyen Goethe, eğer Hint-Avrupa dili konuşan Hititleri
biliyor olsaydı, muhtemelen 4000 yıllık geçmişini biliyor olması gerektiğini
söylerdi. Şimdi de Grekler ile Hititler arasında bir bağıntı kurulmaya
çalışılıyor; öyle ya, Anadolu’ya geldiklerinde çobanlık ve ilkel savaş
teknikleri dışında hiçbir uygarlık verisi olmayan Hititler Anadolu’nun uygar
yerlileri ile bütünleşmiş, uygarlaşmış ve tarihte ilk defa Anadolu birliğini kurmayı
başarmışlardır. Anadolu’da yaklaşık 500 yıl hüküm süren Hititler, özellikle
M.Ö. 14.ve 13.yüzyıllarda Mısır ile birlikte zamanın süper gücünü
oluşturuyordu. Bazı işgüzar Avrupalı tarihçi Grekler ile Hititler arasında bir
bağlantı kurabilmek için bir hayal ürünü olan Truva Savaşları ve onun
anlatıldığı Homeros’un İlyada’sına sarılmış durumdalar. Eğer bu gerçekleştirilirse,
böylece Batı uygarlığının geçmişi M.Ö. 1750’li yıllara kadar geri götürülebilecektir.
İnsan,
bilim insanlarının bilimdışı bu yaklaşımlarını görünce, bugün makam ve kişisel
çıkarları uğruna düşüncelerini ve kalemlerini satan ve bir avuç yiyecek uğruna
oyunu satan muhtaç insanları çok fazla ayıplayamıyor.
Şimdi
stratejinin yazılı kaynaklara dönecek olursak; ilk örneklerini Sümerlerde
şehirlerarası anlaşma, toplumsal düzenleme alanında hukuk normları, mesleki el
kitapları ve nasihatler olarak görüyoruz.
Anadolu’da
Hitiler döneminde ise bir norm haline getirilmiş olan uluslararası antlaşmaları
görüyoruz ki, bunların en ünlüsü ise Birleşmiş Milletler’de ilk yazılı
uluslararası antlaşma örneği olarak sergilenen Kadeş Antlaşmasıdır. Oysa
Hititler bu antlaşmaları Mısır gibi eşit düzeyde ülkelerle yaptığı gibi
kendilerine bağlı (vasal) ülkelerle de yapmaktaydılar. Hatta Hitit antlaşma
formu daha sonra Tevrat’ta bile yer almıştır.
Yine M.S. 10.yüzyıllarda
birer strateji belgesi olarak önemi artmaya başlayan siyasetnamelere kaynaklık
yapan Hindistan’da hükümdarlara hikmet
dersi vermek amacıyla M.Ö. 3.yüzyıllarda yazıldığı tahmin edilen Pançatantra, (dilimize Kelile ve Dimne
olarak çevrilmiştir) aslında insanlar yerine hayvanları konuşturur. Oysa bu
türün ilk örnekleri Anadolu’da M.Ö. 14.yüzyıllarda Hurriler belgelerinde yer
alır.
Bir başka örnek ise Asur Ticaret Kolonileri dönemi olarak bilinen
(M.Ö. 1950-1750 yılları arası) dönemde Anadolu’da (Kayseri yakınlarında)
kurulmuş ve adı Karum olan ilk
uluslaraarası ticaret merkezidir.
Bu örnekleri daha da çoğaltabiliriz, ama şimdilik bu kadarının
yeterli olduğunu düşünüyorum.
[1] Endüstri Y. Mühendisi
Osman Karadağ (okaradag52@gmail.cm), ( okaradag.blogspot.com), 30 yılı aşkın süreyle
Kamu ve Özel sektörde yöneticilik görevlerinde bulunduktan sonra birikimlerini
eğitici ve danışman olarak toplumumuzla paylaşmaktadır. Stratejik planlama,
yapılabilirlik çalışması ve proje yönetimi alanlarında çalışan Karadağ,
Türkiye’nin ilk profesyonel proje
yöneticilerinden biridir.