31 Mayıs 2021 Pazartesi

“Birileri” Neden Vergi Ödemez?

Vergi, örgütlenmiş toplumlarda bireylerin toplumsal düzenin sağlanması karşılığında egemen otoriteye yaptığı ödemedir. Başlangıçta ayni (yani mal olarak) ödenirken paranın bir değişim aracı olması üzerine parasal olarak ödenmeye başlamış.

Toplumsal düzen iç karışıklıklara ve dış saldırılara karşı sağlanır; ilki için iç güvenlik, ikincisi için de silahlı kuvvetler oluşturulur. Bireylerin ödediği vergilerin çoğu da bu iki kuruma gider. Elbette zaman içinde devlet kavramı geliştikçe, devletin işlevleri de artmış, bununla bağlantılı olarak bireylerin de ödediği vergi çeşit ve miktarı artmıştır. Yine zamanla devletin sosyal niteliği artınca bu sefer vergi bir yerde toplumsal eşitsizliği gidermede bir araç da olmuştur.

Örgütlü bir toplum içinde yaşayan tüm bireyler devletin sunduğu savunma ve sosyal devlet hizmetlerinde değişen ölçülerde de olsa yararlandığına göre niçin “birileri” vergi ödemez? Bu sorunun yanıtı İslam’da yatar.

İslamiyet’in başlangıcında Araplar yayılırken, A. Toynbee’nin Tarih Bilinci adlı çalışmasında da vurguladığı üzere ‘Arap olmayanların Müslüman olmasını pek istemiyorlardı. Egemenlik altına aldıkları halklar, az vergi veren dindaşlar olarak değil, çok vergi ödeyen gayrimüslimler olarak daha değerliydi onlar için.

İslamiyet’in bütçesi zekat, sadaka, kurban, adak, kefaretler, köle-cariye, fidye, haraç, cizye, talan, ganimet, ticaret, helal kazanç denen çalışma vb. şeylerden oluşuyordu. Cizye, Müslüman olmayanların (zimmi) yenilmeleri durumunda inançlarında özgür kalabilmeleri için ödemekle yükümlü oldukları kelle vergisidir. İslam yöneticilerince belirlenir. Bir ayete (*)göre Müslümanlar her an için gayrimüslimlere saldırabilirler. Dolayısıyla, bu gibi yaptırımlarla inanç özgürlüğüne kısıtlama getirilir. Bunun sonucunda da böylesi uygulama ile karşılaşan insanlar ya dinlerinden vazgeçerler ya da bu kelle vergisini öderler.

İslam tarihinde bazı anlarda, gayrimüslimler İslamiyet’i kabul edip toplu olarak İslam’a girdiğinde, İslam yöneticilerinin buna şiddetle karşı çıktıkları görülür. Çünkü bunların İslam’a girmesiyle bütçede çok belirgin bir azalma oluyordu. Örneğin; Halife Ömer zamanında Irak ele geçirildiğinde, ilk yıllarda bunlardan toplanan vergi 124 milyon dirhem iken, daha sonra bu miktar, Emeviler zamanında 188 milyon dirheme yükselir. Fakat zaman içinde gayrimüslimlerin İslamiyet kabul etmeleriyle bu vergiler azalır. Örneğin; Irak halkının İslam’a girmesi sonucu Halife Abdülmelik zamanında (685-705) bu cizye vergisi 40 milyon dirheme düşünce halife toplu olarak İslam’a girmeyi engeller.

Şimdi iki kavrama daha değinelim: darülislam, darülharp. Kuran’da toplanmış öğretileri kabul edenler (darülislam - İslam Dünyası), bunları kabul etmedikleri için savaşılması gereken diğerleri (darülharb - Gayrımüslimlerin Dünyası ya da Savaş Dünyası).

Dünya İslamiyet’in egemen olduğu (darülislam), egemen olmadığı yerler (darülharb) diye ikiye ayrılıyordu. Bu ikisi arasında şu ya da bu tarzda bir savaş sürüyordu. Bu savaş cihat olarak yıllar alabildiği gibi, uzun süreler için askıya alınabiliyordu. Örneğin, Selim I, İran seferi ve Anadolu'da Türkmen kırımına hazırlık için ulemayı karşı propaganda ile görevlendirmişti. Sonradan Şeyhülislam olacak Kemalpaşazade bir broşür yazarak ‘Şiilerin mallarının helal, nikahlarının hükümsüz, öldürülmelerinin caiz olduğunu’ belirtmişti.

Özetle İslam hukukuna göre darülislam dışındaki yerlerde yaşayanların can ve malları helal oluyordu.

Bir konuya daha değinmeliyim: Bağış. Daha önce şirketler vakıf ve derneklere yaptıkları bağışın çok az miktarını (%5-10 gibi) vergi matrahından düşebiliyorlardı. 2003 ve 2004 yıllarında yapılan değişikliklerle bu indirim tutarı %100’lere kadar çıkabiliyor. Örneğin, 3294 sayılı Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Kanunu'nun 9. maddesinde; ‘…..Fona ve Vakfa bağış ve yardımlar her türlü vergi, resim ve harçtan muaftır. Bu bağış ve yardımlar Kurumlar ve Gelir Vergisi matrahından indirilebilir.’

Bir vakfın kamu yararına olduğu kararını Bakanlar Kurulu belirliyor. Bu vakıflar genelde İslami ağırlıklı vakıflar oluyor.

Şimdi yukarda yapılan açıklamalar ışığında devlete vergi ödemeyen ‘birileri’nin kimler olabileceği çok açık oluyor. Bunlar laik Türkiye Cumhuriyetini darülharp olarak görenlerdir. Devlete vergi verme yerine kendi inançları doğrultusunda etkinlikte bulunan vakıflara bağış yapanlardır. Böylece, toplumun vergi veren kesiminden elde edilen kaynaklar hiçbir üretici etkinliği olmayan vakıflar yoluyla bunu hak etmeyen belirli kesimlere transfer oluyor.

* Tevbe Suresi'nin 29. ayetinde aynen şunlar anlatılır: Kendilerine kitap verilenlerden Allah’a ve ahiret gününe inanmayan, Allah'ın ve peygamberinin haram ettiği şeyleri haram tanımayan, hak dini (kendine) din olarak kabul etmeyen kimselerle, onlar zelil ve hakir olarak kendi elleriyle cizye verecekleri zamana kadar savaşın. (Tekin, Arif, Kuran’ın Kökeni, Turan Dursun Araştırma-İnceleme Ödülü, Berfin Yayınları, 1999, s. 221)

Kaynak: (1) Karadağ, Osman, Stratejinin Yazılı Kaynakları: Türkler, Farslar ve Araplar, Destek Yayınları, 2020. (2) 3294 sayılı Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Kanunu

6 Mayıs 2021 Perşembe

Türkçe Üzerine

Dil, bir ulusun kültürünün en önemli öğesidir. Dünyanın en mükemmel dillerinden biri olan Türkçe, ne yazık ki, Türklerin zorla Müslümanlaştırılması üzerine Arapçanın etkisine girmeye zorlanmıştır.

Önce Türkçe kişi adları Arap adlarına çevrilmiştir. Bu adların ne anlama geldiğini bilmeden bu olmuştur. Örneğin, babamın bana verdiği "Osman" adı yılan yavrusu demektir.
Dünyanın birçok halkı ibadetini kendi dilinde yaparken Türkler, Arapça ibadet etmeye zorlanmıştır. Atatürk, Arapça ve Türkçe dillerini en iyi bilebilen biri olarak gördüğü ozan Mehmet Akif’ten Kuran’ı Türkçeye çevirmesi dileğinde bulununca o da dönemin Arap düşünürlerinin en ünlüsü sayılan Muhammed Raşid Riza ile görüşür . M. Akif’e, Türklerin Kuran'ı Türkçeye çevirme girişimlerinin dinsizlik olduğunu söyleyen bu kişi Picktall adlı birinin, İngilizceye çevrilmesine destek olmuştu. Gerekçe olarak da İmam Hanife'nin buna izin vermiş olduğunu söylemişti. M. Akif’in bu gerçekleri bilmemesi ya da bilmezlikten gelmesi acınası bir durumdur.
Anlamını bilmediği bir dilde ibadet edenler, bağnaz kişilerin kolayca oyuncağı durumuna düşer. Bunun örneklerini, hele son yıllarda yaşıyoruz.
Özellikle vurgulamak istiyorum, dil kültürün en önemli öğesidir, ona sahip çıkmak ETNİK BİR BAĞNAZLIK DEĞİLDİR; kendisini Türk olarak gören her bireyin DİL'İNE özen göstermesi ulusal bir görevdir.
Lütfen, Türkçeyi doğru ve duru olarak kullanmaya özen gösterelim.
Kaynak: Karadağ, Osman, Stratejinin Yazılı Kaynakları: Türkler, Farslar ve Araplar, Destek Yayınları, 2020