İnsan Düşüncesinin Evrimi Üzerine
Değerli okuyucular,
Genellikle politik ve spor ağırlıklı konuların konuşulup
tartışıldığı bir ortamdan sizleri uzaklaştırıp farklı bir alanda düşünmenize
yardımcı olmak istiyorum Bir süredir İnsan Düşüncesinin Evrimi üzerine
çalışıyorum. Bu konuda çeşitli dallardaki bilginlerin birbirleri ile çelişen
yaklaşımları olduğu gibi birbirlerini tamamlayan çalışmaları da bulunuyor.
İnsan düşüncesinin evrimi, en eski atalarımızdan
günümüze kadar insan düşünme süreçlerinin zaman içindeki gelişimini ifade eder.
İnsan düşüncesinin evrimi çalışması, psikoloji, antropoloji, nörobilim ve
felsefe içinde olmak üzere çok çeşitli alanları kapsar.
Bu metni hazırlarken şöyle bir ifade kullanmayı
düşünüyordum: 'Sahip olduğumuz her şey insan düşüncesinin ürünüdür.' Ancak
kaynakları araştırmaya başladığımda başka birinin de benzer bir ifade
söylediğini gördüm. Amerikalı antropolog James Deetz (Not) zaten şöyle demişti:
‘Dünyamız düşüncelerimizin ürünüdür.’ Bu bana 'Güneşin altında söylenmemiş
hiçbir şey yoktur' klişesini anımsattı. Bundan çıkardığım ders şu oldu: bir
konuda iyi bir araştırma yapabilmek için o konuda daha önce yapılmış farklı
türdeki çalışmaları bulup değerlendirmenin gerektiğini bir kere daha anladım.
İnsan Düşüncesinin Başlıca Kilometre Taşları
İnsan düşüncesi, evrimin çeşitli aşamalarında
milyonlarca yıl boyunca gelişen karmaşık ve devam eden bir süreçtir. İnsan
düşünce gelişiminin kesin zaman çizelgesi ve mekanizmaları hala bilimsel bir
tartışma konusu olsa da bugün düşünme biçimimizi biçimlendirmede rol oynayan
birkaç temel etmen vardır. "İnsan
düşüncesi"nin nasıl tanımlandığına bağlı olacağından, insan düşüncesinin
evrimiyle ilgili en eski gelişmeyi kesin olarak saptamak zordur. Bununla
birlikte, ana
çizgileriyle insan düşüncesinin gelişim aşamaları şöyle özetlenebilir:
1.
Dikkat, bellek,
algı gibi temel bilişsel yeteneklerin ortaya çıkışı;
2.
Karmaşık fikirleri
ve soyut kavramları iletmek, bilgi ve kültürün kuşaklar boyunca aktarılmasına
yol açan dilin gelişimi;
3.
Kültür, teknoloji
ve bilimsel bilginin büyümesiyle bağlantılı olan daha karmaşık problem çözme,
eleştirel düşünmeye yol açan soyut akıl yürütmenin ortaya çıkışı;
4.
Bilginin
kaydedilmesini ve korunmasını sağlayarak edebiyat, felsefe ve bilimin
gelişmesine yol açan yazılı dilin yaratılması;
5.
Gözlem ve deneye
dayalı olarak doğal dünyayı anlamanın yeni bir yolunu başlatan bilimsel
devrim;
6.
Teknoloji, ulaşım
ve iletişimde önemli ilerlemelere yol açarak insanların yaşama ve çalışma
biçimini değiştiren sanayi devrimi,
7.
Bilgiye benzeri
görülmemiş erişim ve küresel ölçekte iletişim kurma ve işbirliği yapma yeteneği
ile karakterize edilen bilgi çağı;
8.
Matematik, felsefe,
psikoloji, nörobilim, insan kültürü, yapay zeka, genetik, sosyal ve bilişsel
psikoloji, çevre, vb. biliminin gelişimi.
Bunlardan ilk üçü dünyanın hemen her yerinde zaman içinde
özgün olarak ortaya çıkarken dördüncüsünü önce Sümerler (MÖ 3200’ler) birkaç
yüzyıl sonra eski Mısırlılar, MÖ 1300’lerde de Çinliler gerçekleştirmiştir.
Sonrakiler ise Doğu’nun belli dönemlerde kısmi katkısı ile Avrupa’da
gerçekleştirilmiştir. İnsan düşüncesinin en üst düzeyini gösteren son dört
aşamadaki başarısı ile Avrupalılar dünyaya egemen olmuşlardır.
Giriş
İngiliz biyologlar Charles Darwin ve Thomas Henry Huxley
ve diğer bilginler, maymunlar ve insanlar arasında evrimsel bir ilişki -ortak
bir soy- olduğunu savunmuşlardı. Bu iki tür arasındaki evrimsel ayrışma kabaca
15 milyon yıl önce başlamıştı. İnsan düşüncesinin evrimindeki en eski başlangıçlardan
biri, iki ayak üzerine kalkmanın bir sonucu olarak ellerin serbest
bırakılmasının, yiyecek taşımanın yanı sıra sopa ve diğer silahları tutmak için
kullanılmasına yol açmasıydı. Bu da düşüncenin üretildiği beynin büyümesine yol
açmıştı. Tümüyle modern insan eli, kabaca 1,5 milyon yıl kadar önce iki
türde (Homo ergaster, Homo erectus) evrimleşmiş gibi görünüyor.
'Düşünce', neredeyse tüm insanların, organik
varlıklar olarak varoluşlarını aşıp öldükten sonra da sürecek kendileri dışına
iletebildikleri bir güçtür. Günümüzde bir bireyin düşünceleri, şu anda benim
yaptığım gibi yazılı, basılı ya da elektronik ortamda iletilebiliyor. Bu,
'yazının' icadından önce 'sözlü gelenek' ile ya da sözel olmayan yolla
yapılabiliyordu. Sözel olmayan düşünceler 'sanat' ve 'teknoloji' yoluyla
iletilebilir. Maddi formda ifade edilen düşüncelerin bilinen en eski örnekleri,
bazıları 1,7 milyon yıllık olan "iki yüzeyli taş aletleri"dir. Bu
yüzden arkeolojik kayıtların çoğu, tarihsel yazılı kayıtlar gibi, bir
"düşünce" kaydıdır.
İnsan Düşüncenin Dışarı Aktarılması ya da Düşüncenin Dışsallaştırılması
Dünyamız düşüncelerimizin ürünüdür. James Deetz
Yapay şeylerin ve sanatın ölümsüzlüğü, karmaşık
düşünceleri insan beyninin dışında ifade etmek için eşsiz bir insan yeteneğine
dayanır. İnsanların düşüncelerini ifade etme aracı olarak ilk akla dil
gelse de insanlar düşüncelerini çok çeşitli araçlarla dışa vururlar. Sözlü
ve yazılı dile ek olarak, bu araçlar müzik, resim, dans, jest, mimari,
heykel vb. içerir. Düşüncenin dışarı aktarılmasının en önemli biçimlerinden
biri teknolojidir. İlk insanlar doğal nesneleri kullanıyordu, son bir
milyon yıl boyunca insanlar, kendileri ve çevreleri üzerinde geniş kapsamlı
etkilerle giderek daha karmaşıklaşan teknolojiler biçiminde düşüncelerini dışarıya
aktarabilme yeteneği geliştirmişlerdir.
Karmaşık düşünce yapılarını (ya da zihinsel temsilleri)
yalnızca insanlar beynin dışına yansıtabilir. Yalnızca insanlar, bir şelalenin
algılanan ya da anımsanan görüntüsünün resmi ya da sözlü açıklaması gibi yapay
(ya da anlamsal) temsillerini oluşturabilir, bunu dışarı yansıtabilir. Günümüzden
1,7 milyon yıl öncesinden beri arkeolojik kayıtlar yapay temsillerle doludur.
İnsanlar, zihinsel temsilleri iletmek ya da dışarıya aktarmada
kullanmak için iki özel organ geliştirmiştir: el ve ses
yolu. Görünüşe göre el, ilk önce düşünceleri beynin dışına yansıtmak
için bir araç olarak gelişti; bu, insanın iki ayağı üzerine kalkmasıyla
gerçekleşti, böylece el insan kökenindeki ufuk açıcı bir rol
üstlendi.
İnsan düşüncesinin dışarıya aktarılması gelişiminde arkeolojik
kayıtlar, gerekli ipuçlarını içerir. Günümüzden yaklaşık 2,5-1,7 milyon yıl
önce, Homo cinsinin erken formları, yani insanın uzak ataları,
çağdaşları olan maymunların kapasitesinin ötesinde taş aletler
yapıyordu.
Düşüncenin dışarıya aktarılmasında bilinen en eski
örnekleri, kabaca 1,5 milyon yıl önce, yontma taş nesneler biçiminde
ortaya çıkar. Bunlar, arkeologların iki yüzeyli olarak adlandırdıkları
her iki taraftan oval bir şekle yontulmuş kaya parçalarıdır. Bilginler (Clive
Gamble ve diğerleri) bu ilk araçları iki gözlemle özetliyor: Bunlarla
karşılaştıkları sorunları çözüyor, düşüncelerini dışarı
aktarıyorlar. Herhangi bir araç kavramları bir araya getirir, bu
kavram fikri, tüm iletişimimizin, toplumsal ağlarımızın merkezinde yer alır.
İki yüzlü taş aletlerin ortaya çıkışı, J. F. Hoffecker'in proto-zihin
olarak adlandırdığı şeyin ortaya çıkışını gösteren, zihnin tarihöncesinde
önemli bir olaydı. O andan başlayarak insanlar, kafalarında ürettikleri
düşünceleri beynin dışında inşa ettikleriyle somutlaştırmaya başlar. Zihinsel
temsiller artık tümüyle beyinle sınırlı değildir. Aynı derecede önemli olan
şey, zihinsel temsillerin bir beyinden diğerine iletilebilmesiydi. İnsanlar
artık kendilerini yalnızca fiziksel özellikler, organik varlıklarla değil, aynı
zamanda gerçek anlamda düşüncelerle dolu bir ortamda bulmaya başlamışlardı.
İnsan Düşüncesinde Eşsiz Olan Nedir?
Leipzig'deki Max Planck Evrimsel Antropoloji
Enstitüsü'nde bir araştırma kümesine başkanlık eden Michael Tomasello, üç tür
insan bilişi olduğunu, bunlardan yalnızca birinin -bireysel
niyetliliğin- büyük maymunlarla paylaşıldığını gösteriyor. İnsan
düşüncesinin temelde işbirliğine dayalı olduğu, ortak amaçlılığa
dayandığı, oysa diğer primatların düşünmesinin birincil olarak rekabetçi
ve bireysel amaçlılığa dayalı olduğu sonucuna varıyor. Buna paylaşılan
niyetlilik hipotezi adını veriyor. Avcı-toplayıcı atalarımızın, avlanma ve
leş yiyicilikte küçük ölçekli, temelde ikili işbirlikleri geliştirerek
kendilerini diğer primatlardan ayırdıklarını savunuyor. Bu işbirlikçi adım,
yaklaşık 2 milyon yıl önce ilk homininlerin ortaya çıkışından hemen sonra
başladı.
İnsan nüfusu boyut olarak artıp birbirleriyle rekabet
etmeye başladıkça, küme yaşamı bir bütün olarak büyük bir işbirlikçi etkinlik
haline gelmekle çok daha büyük, daha kalıcı bir paylaşılan dünya (yani bir kültür)
yarattı. Bir kültürel kümenin tüm üyeleri arasında ortaya çıkan küme zihniyeti,
kültürel gelenekler, normlar, kurumlar aracılığıyla ortak
kültürel taban oluşturma konusundaki yeni bir yeteneğe dayanıyordu. Dil de bu
dönemde gelişmiştir. İnsan dili, modern biçimini 100.000 ila 50.000 yıl önce
almış olsa da 700.000 yıldan daha önce ortaya çıkmıştı.
İnsanın Üç Önemli Becerisi
İngiliz arkeolog ve antropolog Clive Gamble ve diğerleri,
"Bizi gerçekten insan yapan nedir?" diye soruyor ve insanın evrimini
incelemedeki en büyük sorunlardan birinin kendimizi tanımlamamız olduğunu
söylüyorlar. İsveçli botanikçi ve zoolog Carl Linnaeus (1707-78), türümüzü bilge
Homo sapiens olarak etiketleyip ‘Nosce te ipsum' (Kendini bilen
insan) olarak nitelendirdi: Kendimizi bir tür olarak bilmemiz gerekiyordu.
Arkeologlar, avlanma ve dini içeren etkinliklerin yanı sıra süs eşyaları, sanat
gibi öğelerin kontrol listelerini hazırlayarak hominin atalarımızı
ayırırlar.
Üç temel yetkinlik, el baltaları olarak bilinen ayırt
edici taş aletler, ateş ve dildir. Ateş, homininlerin maddeyi
dönüştürmesini sağladı; aynı zamanda insanların bir araya geldiği yerlerin ve
günün saatlerinin havasını değiştirerek toplumsal etkileşime bir ivme
kazandırdı. Dil, dinleme ve iletişim becerilerini geliştirmiş, toplumsal
yaşamın temelini daha da değiştirmiştir. Konuşma ayrıca, eylemlerini tahmin
etmek için başkalarının düşüncelerini okuma zihinselleştirme becerisinin
geliştirilmesinde çok önemli bir rol oynadı. El baltaları, alet yapan
başka hiçbir hayvanda bulunmayan dikkat, konsantrasyon, kesinlik
düzeylerini gösterir. Her üç yetkinlik de 2 milyondan 0,5 milyon yıl öncesine
kadar uzun ama kritik bir dönemde evrimleşen hominin gelişmesine ışık
tutuyor.
İnsan Düş Gücünün Evrimindeki Adımlar
İngiltere'deki Reading Üniversitesi'nde arkeolog olan
Steven Mithen, Homo sapiens'in yaratıcı düş gücünün, biyolojik ve
kültürel evrimdeki yedi önemli gelişmenin tanımlanabileceği uzun bir
evrimsel tarihin ürünü olduğunu savunuyor: Zihin kuramının evrimi kapasiteler,
ayırt edici bir insan yaşam öyküsü ve alana özgü zekalar, müziğin, dilin ve
bilişsel akışkanlığın kökeni, zihni maddi kültürün genişletmesi ve yerleşik
tarım topluluklarının ortaya çıkışı. S. Mithen, insana özgü yaratıcı düş
gücünün evrimsel tarihi sürecinde yedi kritik adımın tanımlanabileceğini
savunuyor. Bunlar;
1. Bir zihin kuramı, 6.0-1.8 milyon yıl önce: Zihin
kuramı genel olarak bir bireyin, diğer bireylerin kendisininkinden farklı
düşünce ve inançları olduğunu bilme yeteneği olarak anlaşılır. İnsanlarda
görülen tam gelişmiş zihin kuramı kapasitesi, yaklaşık altı milyon yıl önce
ortak insan-şempanze atasından ayrıldıktan sonra gelişmiştir. Bir inanca
sahip olmakla, kişi tek bir niyet düzeyinde olur. Eğer
senin inancınla ilgili bir inancım da olursa, ikinci bir niyet düzeyinde
olurdum. Eğer senin inandığın bir üçüncü kişinin inandığı şeye ilişkin bir
inancım da olursa, üçüncü bir niyet düzeyinde olurdum. Ve benzeri.
2. İnsan yaşam tarihinin evrimi, 2.0-0.1 milyon yıl
önce: Yaşlılar, bilginin genç kuşaklara aktarılmasında kilit bir rol
oynar, fikirleri formüle ederken uzun erimli deneyimlerden yararlanabilirler. Tümüyle
modern insan yaşam-tarih modelinin, diğer hominlerden ayrılmasından sonra uzun
bir çocukluk dönemiyle evrilmesi yalnızca Homo sapiens soyunda oluşmuş
olduğu sanılıyor.
3. Alana özgü zekalar, 2.1-0.25 milyon yıl önce:
İnsanın yaratıcı düş gücü, yeni fikirler ve içgörüler yaratmak için
farklı bilgi türlerini ve düşünme biçimlerini birleştirme yeteneği olarak kabul
edilir. Zihin kuramı, diğer insanların zihinleri/düşünceleri olduğu, bu
zihinlerin kişinin kendisininkinden farklı arzu ve inançları içerebileceğini
anlaması özel sinir ağlarının varlığına dayanır. Bu sinir ağları muhtemelen bu
özel amaç için evrimleşmiştir/gelişmiştir, zihinsel modül olarak
adlandırılır. Müzik, dil ve matematik, farklı zihinsel modüllere dayanıyor gibi
görünür, çünkü bu kapasitelerden herhangi biri kaybolabilirken diğer zihinsel
kapasiteler etkilenmeden bırakılabilir.
4. Dilin ve müziğin kökeni, 250 000-100 000 yıl önce:
Arkeolojik kayıtlar, dilin yalnızca Homo sapiens ile sınırlı olduğunu
gösteriyor.
5. Bilişsel akışkanlık, 250.000-100.000 yıl önce:
İnsanlar, bilgi depolarını ve daha önce izole edilmiş zekalardan gelen düşünme
biçimlerini bütünleştirerek yeni türde düşünceler üretebildiler. Bu, yeni
kültürel davranış biçimleriyle sonuçlandı. Bilişsel akışkanlık, metaforik ve
sembolik düşünce için olanak sağlamakla sanatın, dinin ve bilimin gelişmesine
yol açtı.
6. Genişletilmiş zihin, 250.000 yıl öncesinden
günümüze: Bilişsel akışkanlığın olanaklı kıldığı türden düşünceler, insan belleğinin
güçleri sınırlı olduğundan, zihinde sağlam bir evrimsel temel gerektiriyordu.
Bu nedenle bu düşünceler etkili bir şekilde manipüle edilebilir, iletilebilirdi.
Ancak bu tür düşüncelerin maddi kültüre, önce heykel ve resimlere,
sonra da yaklaşık 5.000 yıl önce yazıya dönüştürülmesiyle
sürdürülebilirdi.
En çarpıcı örnek, farklı bilgi türlerinin birleşimini
gerektiren dinsel varlıklara ilişkin fikirlerdir. Tipik olarak dinsel
geleneklerle ilişkilendirilen geniş ritüeller, heykeller, kutsal yazılar ve
binalar yelpazesi, ilgili dinsel düşünce düzeneğinin temel bileşenleri olarak
görünmeye başlar. Bu, genel olarak genişletilmiş zihin olarak bilinen
şeyin bir yönüdür, insan belleğinin ve hesaplamalı düşüncenin sınırlarını
aşmanın bir yolu olarak maddi kültürün kullanımını içerir. Zihnin bu maddi
kültürel uzantıları, mimarlık, teknoloji ve giysilerin insanın fiziksel ve
fizyolojik kapasitelerini genişletme biçiminin bilişsel eşdeğerleridir. Maddi
kültürü uygulamanın bu yolu, bilişsel akışkanlığın bir sonucudur. İnsanın düş
gücünü önemli ölçüde artırır. Fikirlerin ortaya çıkarılmasını, ardından kuşaklar
boyunca iletilmesini sağladığından, doruk noktasına yazı ile ulaştı.
7. Yerleşik tarım yaşam biçimleri, 11.600 yıl
öncesinden günümüze: Yerleşik ve çiftçi yaşam biçimleriyle birlikte yazının
icadı için uygun koşullar ortaya çıktı. Bu yaşam tarzları, başlangıçta bir
kayıt tutma aracı olarak ortaya çıkan bir iletişim biçimi olarak yazıya yönelik
ekonomik ve toplumsal gereksinimi yarattı. Çiftçiliğin yerleşimcilikle
birleşmesi en dikkate değer kültürel etkiler yarattı, uygarlığın yükselişiyle
sonuçlandı.
Yaratıcı Düşünce Patlaması
Amerikalı biyolog ve doğa bilimci Edward O. Wilson, Dünyanın
Sosyal Fethi (The Social Conquest of Earth, 2012) adlı kitabında,
küresel fetih yeteneği olan Homo sapiens nüfuslarının Afrika kıtasından
kopup kuşaktan kuşağa amansız bir dalgayla Eski Dünya’nın her yerine
yayıldığını yazıyor. İlk başta neredeyse fark edilmeden, ama orada burada
hızlanarak, giderek daha karmaşık kültür biçimleri yarattılar. Sonra jeolojik
standartlara göre birdenbire tüm ilerlemelerin en büyüğü gerçekleşti.
Neolitik şafağında birçok yerde, avcı-toplayıcılar tarımı icat ettiler, köyler
kurdular. Bu dönemdeki kültürel evrim (kimyadan bir terim ödünç alırsak)
otokatalitik idi: her ilerleme, diğer ilerlemeleri daha olası duruma
getiriyordu. Kaydedilen tarihin ilk yüzyıllarına gelindiğinde, yenilikler hem
Eski hem de Yeni Dünyalarda kıtalar arasında ileri geri hızla yayılıyordu.
Ancak, Avrasya’nın merkezi, dünyayı değiştirecek olan sürecin doruk noktasına
ulaştığı yerdi.
Tarım Yaşam Biçiminden Önce İnsan Düşüncesi
İngiliz tarih profesörü Felipe Fernández-Armesto, bir
fikir ne kadar uzun süre ortalıkta dolaşırsa, dünyayı değiştirmek için o kadar
çok zamanı olduğunu söylüyor. Bu nedenle, en etkili fikirleri belirlemek için
yeniden kurabileceğimiz, düşleyeceğimiz en eski geçmişle başlamalıyız. Kısmen
kanıtların kaybolması, kısmen de fikirler ve içgüdülerin kolayca karıştırılması
nedeniyle, uzak geçmişteki fikirleri derlemek zordur. Fikirler zihinde doğar,
sanat, yazı, vb. yolla dışarıya aktarılır.
Kimileri, fikirler tarihinin belirgin başlangıç
noktasının geçmişte, eski Yunan'daki MÖ 1. binyıldan daha derin olmadığını
varsayar. Ancak onların katkıları insanlık öyküsünde çok çok sonradır. Homo
sapiens, eski Yunanlar sahneye çıkmadan önce yaklaşık 200.000 yıldır
ortalıkta dolanıyordu, doğallıkla birçok düşünce çoktan gerçekleşmişti.
Dünyanın en iyi fikirlerinden birçoğu binlerce yıl önce ortaya çıkmıştı.
Uzak geçmişte ortaya çıkan fikirlerin neler olduğuna
ilişkin güvenilir kayıtlar arıyorsak, öyküye yazının kökenleriyle
başlamalıyız. Fikirler, insanlar görüş ve deneyim alışverişinde bulunduklarında
çoğalır, böylece bazı dönemler, yerler - antik dönemde Milet (İyonya), Rönesans
döneminde Floransa (İtalya) ya da herhangi bir kültür kavşağı gibi -
yaratıcılık açısından diğerlerinden daha üretkendir.
Her durumda, Buzul Çağı'ndan günümüze yazı olarak kolayca
tanıyabileceğimiz hiçbir şey kalmasa da temsili semboller 20-30 binyıl
öncesinin sanatında şaşmaz bir açıklıkla ortaya çıkıyor. Avcı-toplayıcının
bıraktığı eserler, yaratıcı beyinler için ipuçlarıdır. Yaklaşık 70 binyıl öncesinden
orada burada kıt olarak, yaklaşık 40 binyıl sonrasından beri de bolca bulunan
sanat eserleri, Buzul Çağı insanlarının gördüklerini nasıl yeniden tasavvur
ettiklerine ilişkin ipuçları veren bir semboller repertuarı sergiliyor.
Buzul Çağı'nın politik düşüncesine zorlukla
erişilebilirse de önderlik, genel düzen fikirleri ve politik
ekonomi üzerine bir şeyler söylemek olanaklıdır. Açıkçası, erken Homo
sapiens'in önderleri vardı. Ancak politik devrimler, yetki verme,
şefleri seçme yollarını çoğalttı. Buzul Çağı resimleri ve oymaları, yeni
politik düşünceyi ortaya koyuyor, örneğin karizmayı kaba kuvvete, ruhsal
olarak yetenekli olanı fiziksel olarak güçlü olana tercih ettiği yeni önderlik
biçimlerinin ortaya çıkışı gibi.
Şamanların muazzam bir toplumsal etkisi vardı. Ruhlarla
temas halinde olan seçkin bir kümenin iyiliği için, insanlar armağanlar, saygı,
hizmet ve itaatle ödeme yaparlardı. Sonuç olarak, ilahi olana özel erişim,
güçlü ve kalıcı politik meşruiyet biçimlerinin önemli bir parçası olmuştur. Peygamberler
bunu iktidar iddiasında bulunmak için kullanmışlardır; krallar kutsallığı aynı
yollarla etkilemiştir. Sümerler döneminde (MÖ 3-2. binyıl) tanrılar, mesken
tuttukları kentlerin yöneticileriydi.
Buzul Çağı'nın son bin yılında bilişsel arkeoloji, başka
bir yeni önderlik türünün ortaya çıktığını ortaya koyuyor; bu kalıtım
kavramıydı. Tüm insan toplumları, güç, zenginlik ve rütbenin çatışmaya yol
açmadan nasıl devredileceği sorunuyla karşı karşıyadır. Kalıtım, ardıl
anlaşmazlıklardan kaçınmanın ya da söz konusu anlaşmazlıkları sınırlamanın bir
yoludur. Geçmişin çoğu için (aslında yirminci yüzyıla kadar) kalıtım, yüksek yönetme/komuta
düzeylerine giden normal yoldu.
Tarımcılık, çiftçilik büyük bir devrimdi, doğal olarak, bir
anda değil, insanların diğer hayvanlar ve bitkilerle belirli ortamları
paylaştığı, karşılıklı bağımlılık ilişkisi geliştirdiği aşamalı bir birlikte evrim
sürecinde gerçekleşti. Tarım büyük fırsatları ateşledi. Böylece seçkinlerin,
düşünmeye ayırmak için her zamankinden daha çok zamanları oldu. Çiftçilik
kentleri mümkün kıldı. Kent, insan zihninin çevreyi değiştirmek için
tasarladığı en köktenci bir araçtı.
Buluşların Buluşu
İngiliz doğu bilimci (oryantalist) tarihçi H. W. F.
Saggs, Yunanistan ve Roma'dan Önce (1989) adlı eserinde ‘Hiçbir icat,
insanlığın ilerlemesi için yazıdan daha önemli olmamıştır’ der, Çek
arkeolog oryantalist tarihçi Petr Charvát buna ‘icatların icadı’ adını
verir. İlerleme tarihi yazmaktan daha önemli, dahası daha temel olan şey, dört
tekerlekli arabayı da Sümerlerin icat etmiş olmasıdır. Amerikalı Sümer ve Sümer
dil uzmanı Samuel Noah Kramer, Tarih Sümer’de Başlar adlı eserinde Sümer
kil tabletlerinin çevirilerinde keşfedilen en az yirmi yedi "tarihsel
ilk" belirledi. İlk okullar, ilk tarihçi, ilk ilaçlar kitabı, ilk saatler,
ilk kemer, ilk yasa, ilk kütüphane, ilk çiftçi almanağı, ilk iki meclisli
kongre. Sümerler ilk atasözlerini ve masalları kaydettiler, ilk destan
edebiyatı ve ilk aşk şarkılarını oluşturdular. Bu dikkate değer yaratıcılık
patlaması uygarlık dediğimiz olguyu gerçekleştirdi.
Amerikalı profesör Michael Horace Barnes'ın vurguladığı
gibi, Homo sapiens olarak başlangıcından bu yana, yaşamımızı adlandırmak,
yorumlamak ve yönetmek için dili kullandık. Sonra MÖ 4. binyılda
Sümer'de okuryazarlık ortaya çıktı. Diğer kültürler Sümer yazısını miras aldı,
geliştirdi ya da kendi yazısını icat etti. Okuryazarlık, insanların fikirleri
kodlamasını ve saklamasını, uzaktaki yabancılara iletmesini, sonraki kuşaklara
bırakmasını ve karşılaştırma için düşünceler biriktirmesini sağlayarak insan
dünyasını değiştirir. MÖ 6. yüzyılda, birçok büyük kültür, yansıtıcı biçimde
açık mantığa doğru bir adım daha attı. Evrensel ve güvenilir mantıksal bilgi
arzusu ortaya çıkar çıkmaz, bir çeşit kuşkuculuk da ortaya çıktı. Kuşkucular,
fikirlerimiz, bizim fikirlerimizdir, ebedi ve mükemmel gerçek değildir
diyerek insan bilgisinin yanılabilir karakterini gösteriyorlardı.
Arkaik kültür, adeta kültürün "arada kalmış"
iki aşamasını içerir; ilkel yiyecek arama kültürleri ile okuryazar klasik
kültürler arasında yer alan erken ve geç arkaik aşamalar. Arkaik
kültürün her aşaması, insan meselelerinde büyük bir devrimin sonucudur. İlki,
Neolitik tarım devrimini izler; ikincisi, okuma yazma devrimini.
MÖ 3200'den sonra okuryazarlık ortaya çıktığında,
kültürlerin bilişsel tarzları üzerinde daha da güçlü bir etkisi oldu. İlkel
insanlar gerçeklik duygularını nispeten kısa halk hikayeleri ve şarkılarla
ifade ederler. Okuryazarlık, bu kısa formülasyonları daha uzun ve daha karmaşık
bir şekilde kurgulanmış büyük mitlerle değiştirmeyi olanaklı kıldı, en azından
çok daha kolaylaştırdı. Bu, ifade tarzında bir değişiklikti. Toplumların
evrimine ilişkin birçok tanım, ekonomik, politik ya da toplumsal gelişimin
oldukça kesin aşamalarını detaylandırmıştır.
Eksen Çağı
Aydınlanmanın kozmopolitizminin sona ermesinden sonra,
Batılı benzersizlik ve üstünlük, Batılı öz-anlayışın sağlam özellikleri haline
geldi. Alman filozof G. W. Friedrich Hegel'in "Doğulu felsefe tarihinden
dışlanmalıdır" sözü ve Alman tarihçi Leopold Ranke'nin dünya tarihini
anlamak için 'ebedi durağan halklardan başlanamaz' yankısı, tarihsel
disiplinlerde egemen hale gelen bir kanaatin iki önemli örneğidir. Dünya
felsefesi ve dünya tarihi Batılı olmuştur. Bu zihniyetin üstesinden gelmek için
çok az ciddi girişimde bulunuldu. Hegel ve Ranke'nin "Doğu" görüşüne
açıkça karşı çıkanlardan biri, Alman akademisyen Karl Jaspers'ın "Eksen
Çağı" kuramıdır.
Avrasya'nın önemli bölgelerinde Eksen Çağı, MÖ 1.
binyılın ortaları, insanlık kültürel tarihinde önemli bir geçişi gösteriyor.
Edebiyat, felsefe, dahası teolojideki belirli metinlere klasikler olarak göndermede
bulunmak yaygınlaştı. İlk klasikler MÖ 1. binyılın ortalarında ortaya çıktı. Kutsal
kitap yazan (kanonik) İbrani peygamberler; Yunan felsefesinin ana metinleri,
Çin düşüncesinin ilk metinleri; erken Hint metinleri ve öğretileri. Ancak bunların
birçoğu sözlü olarak oluşturuldu, bir süre yazıya dökülmedi. Örneğin ilk İbranı
kutsal metinleri Musa’dan 800 yıl kadar sonra Babil Sürgünü sırasında MÖ 6.
yüzyılda Babil’de yazıldı.
Eksen Çağı'nın, oldukça farklı dört toplumdaki merkezi
özelliği, temsili ya da dünya görüşü devrimiydi. Bu toplumların her biri, önemli
ölçüde okuryazarlığa, mevcut bir bürokrasiye ve temel bir toplumsal kurumlar
çerçevesine ulaşmıştı; genellikle modern dünyanın en başarılı ve kalıcı din ve
felsefelerinin doğuşu ve sistematik bilim ve felsefenin başlangıcı ile
ilişkilendirilir.
Dönemin ayırt edici özelliği, yalnızca efsanevi
anlatıların yer değiştirmelerini ve çeşitlemelerini içeren düşünce biçimlerinin
değil, aynı zamanda insan toplumunun mevcut uygulamalarının sınırlarını aşan
yeni düşünce biçimlerinin ortaya çıkmasıydı.
Eksen Çağı, sistematik analizin tam resmi
uygulamasının başlangıcıdır; bir durumun artılarını ve eksilerini tartar,
kanıtlara uyduklarını görmek için bunları kanıtlarla ve ne kadar mantıklı bir
şekilde bir araya gelebileceklerini görmek için birbirleriyle karşılaştırır. Bu,
İsviçreli psikolog Jean Piaget'nin bilimsel rasyonalite ile ilişkilendirdiği
resmi işlemsel düşünce olarak sınıflandırdığı düşünce tarzıdır. Kanadalı
ilahiyatçı filozof Bernard Lonergan, kuramdan fikirlerin mantıksal
tutarlılığını anlama kaygısı olarak söz eder. Amerikalı psikolog Karen
Kitchener, kişinin kendi fikirlerini tutarlılık ve geçerlilik açısından
inceleme pratiği olan üstbiliş[1] olarak adlandırır.
Rasyonalist bir düşünce tarzıdır çünkü 'uygunluk', fikirlerin kanıtlarla ne
kadar iyi uyduğuna ve fikirlerin birbirleriyle tutarlı bir şekilde ne kadar iyi
uyduğuna ilişkin ölçütlere dayanır. Tüm gerçekler ve fikirler arasında
güvenilir bir tutarlılık olması gerektiğini varsayar. Bu bir anlaşılırlık
varsayımıdır.
"Uygunluk" ölçütünde ima edilen bu anlaşılırlık
varsayımı, bir kişiye geleneksel inançları yargılamak için entelektüel olarak
duracağı bir dayanak verir. Herhangi bir toplumda ya da herhangi bir geleneksel
inanç ve uygulamalara meydan okuyan bireyler ortaya çıkabilir, ancak genel
olarak, ilkel toplumlar geleneği gerçek olarak kabul eder.
Bu konuda Eski Yunanlar, Çinliler ve Hintlileri
karşılaştırdığımızda özet görünüm şöyledir: Eski Yunanlar mantık
konularını diğer ikisine göre daha çok izlemiş olabilir. Hintliler, varlığın metafizik
yapıları üzerinde diğer ikisine göre daha büyük bir görüş birliği sağladı. Çin,
diğer ikisinden daha arkaik düşünce alışkanlıklarını sürdürdü. Bununla
birlikte üçü de düşünceyi evrenselleştirmeye, bir Temel İlke aramaya, dil kullanımını
analiz etmeye yeni bir ilgi gösterdi. Üçü de daha analitik, sistematik bir
ifade tarzı kullanmayı gerekli buldu. Üçü de resmi işlemsel düşünce için
doğuştan gelen insan kapasitesini daha fazla kullanmanın yollarını geliştirdi
ya da ödünç aldı.
Felsefenin ve Bilimin Başlangıcı
Felsefenin temel sorusu, Tanrı'dan farklı olarak insanın
ölümlü olduğu, uzay ve zamanla sınırlı 'sonlu bir varlık' olduğu, ayrıca
insanın sınırlarının farkında olan tek yaratık olduğudur. Sonuç olarak,
rahatsız edici ve neredeyse hayal bile edilemeyecek olan bu durumu düşünmekten
kendini alıkoyamaz.
Tanrısız bir kurtuluş arayışı, her büyük felsefe
sistemin özünde yer alır, bu onun temel ve en son hedefidir. Bu, gerçeklik
ya da böyle şeyler (genellikle kuram olarak adlandırılan) ve ne olmalı
ya da ne olması gerektiği (ahlak ya da etik olarak adlandırılan)
üzerinde derinlemesine düşünülmeden gerçekleştirilemez.
Ölümlülük olgusunun ölümlülük farkındalığımızla
birleşimi, felsefenin tüm sorularını içerir. Bir düşünce sürecinin sonucu, bir refleksten
çok bir yansımadır. Fransız akademisyen Luc Ferry’ye göre bu düşünce
sürecinin üç farklı aşaması vardır: kuramsal bir aşama, ahlaki ya
da etik bir aşama, kurtuluş ya da bilgelik olarak
taçlandıran bir sonuç.
Felsefenin ilk görevi, içinde yaşadığımız dünya üzerine
bir fikir edinme çabası olan kuramın görevidir. Felsefe, bilginin
doğasını tanımlamaya, onun yöntemlerini ve sınırlarını anlamaya çalışır.
Dünyanın doğası ve onu anlamak için insan olarak elimizde bulunan araçlar,
felsefenin kuram yönünün esaslarını oluşturur. Bu soru felsefenin kuramsal
değil pratik olan ve genel olarak etik ile ilgili olan bölümünde ele alınır. Bu
sorular ve benzer nitelikteki diğerleri bizi felsefenin kurtuluş ya da bilgelik
en son sorusuna değinen üçüncü boyutuna getiriyor. Eğer felsefe, bilgelik
(sophia) sevmek (philo)
ise, bu noktada tüm felsefi anlayışı aşan bilgeliğe yol açmalıdır.
Tarihçilerin çoğu, felsefenin MÖ 6. yüzyılda İyonya'da
başladığı konusunda hemfikirdir. Felsefe neden İyonya’da doğdu?
Birincisi, İyonya aydınlanması öncesindeki antik çağın
tüm uygarlıklarda din, felsefenin yerine geçmişti. Kent devletinin politik
örgütlenmesi, rasyonel araştırmanın dini inançtan kurtulmasında bir rol
oynadı. Seçkinler arasında, eşi benzeri görülmemiş özgürlük ve düşünce
özerkliği tercih edildi, onların meclislerinde yurttaşlar, kesintisiz
kamusal tartışma, müzakere ve tartışma alışkanlığı kazandı.
Felsefenin birincil görevi, dünya üzerine neyin içsel
olduğunu, diğer bir deyişle neyin en gerçek, en önemli, en anlamlı olduğunu
algılamaktır. Stoacılık geleneğinde, dünyanın en içteki özü uyumdur, düzene kozmos
terimiyle göndermede bulunulmuştur.
Kozmos fikri, tüm evreni
hem düzenli hem de canlıymış gibi düşünmemiz gerektiği anlamına gelir. Yunanların
ilahi (teon) adını verdikleri şey, bu kozmos, evrenin bu düzenli
yapısıdır, (Yahudilerde ve Hıristiyanlarda olduğu gibi) evrenden ayrı veya onun
dışında, eylemden önce var olan ve yaratılış eylemden sorumlu bir Varlık
değildir. Örneğin, fizik, astronomi, biyoloji gibi, evrenin bir bütün olarak
"iyi yapılmış" olduğunu gösteren bilimlerin incelenmesi yoluyla,
ayrılmaz bir şekilde şeylerin doğal düzenine yakalanmış olan bu tanrısallıktır:
düzenli hareketten gezegenlerin en küçük organizmalarına kadar.
Mantığa götüren süreç, Eksen çağında (MÖ 1. binyılın
ortalarında), Hindistan, İyonya ve Çin'deki öğretmenlerin pratik retorik
dersleri tasarlamaya çalıştıkları zaman başladı: mahkemelerde nasıl savunma
yapılır, elçilik heyetlerinde nasıl tartışılır, karşıt düşüncedekiler nasıl
ikna edilir, hükümdarlar nasıl övülür. Aklın doğru kullanımına ilişkin
kurallar, bu ikna sanatının bir yan ürünüydü.
Dünyayı incelemeye yönelik ilk girişimler pragmatik
amaçlar için yapılmış gibi görünüyor. İlk uygarlıkların, tıbbi amaçlar için
kullanılabilecek bitkiler ve diğer doğal şeyler (hayvan ya mineral) üzerine
bazı bilgileri olduğuna ilişkin kanıtlar vardır. Daha da etkileyici olanı, Sümerliler
(daha sonra Babilliler) gök cisimleri üzerine ayrıntılı gözlemler yaptılar,
Stonehenge gibi tarihöncesi yapıların en azından kısmen, güneş veya ay
ya da her ikisinin döngülerindeki kesin anları ortaya çıkarmak için inşa
edildiğini yadsımak olanaksız görünüyor.
Bununla birlikte, görünüşlerin ardında neler olup
bittiğine ilişkin ilk açıklama girişimlerinin hepsi bir tür insanmerkezciliğe
dayanıyor gibi görünüyor. Doğal dünyayı natüralist terimlerle açıklayanların en
eskileri, İyonyalılar idi. Onlar sistematik düşünce yollarını geliştiren ilk düşünürler
olarak görülüyor, dahası bu düşünme biçimlerine felsefe adını verdiler.
Doğa olaylarını bildiğimiz doğal terimlerle açıklamaya
odaklanan ilk düşünür Miletli Thales'tir (MÖ 624-546). Thales ile başlayan
dönem, insanlık tarihinde benzersiz bir dönüm noktası olarak görülüyor, bu, modern
Batı biliminin tarihsel açıdan sürekli olarak görülebileceği, doğanın felsefi
araştırmasının gelişmesine yol açacaktı.
Parmenides'in üzerinde ısrar ettiği soyut rasyonalist
bilgi yaklaşımını Platon savunurken, Empedokles'in daha gerçekçi, sağduyulu
yaklaşımını Aristoteles savunacaktı. Dünyanın büyük dinlerinin kurucularını bir
kenara bırakırsak, o zaman bu iki filozof, dünya tarihinde şimdiye kadar açık
ara en etkili düşünürler olduklarını kanıtladılar. Kendi zamanlarından 19.
yüzyıla kadar tüm Batı kültürü üzerinde büyük bir etkileri oldu. Başka hiçbir
laik düşünür, sonraki düşünce veya kültür için aynı düzeyde yararlılığa
yaklaşamaz. Yirminci yüzyıl İngiliz matematikçi filozof Alfred North Whitehead,
bir keresinde Batı felsefesi tarihinin Platon'a yazılmış bir dizi dipnottan
başka bir şey olmadığını söylemişti. Luc Ferry’nini dediği gibi entelektüel
tarih üzerine ne kadar çok şey öğrenirseniz, Whitehead'in görüşüne katılmamak o
kadar zor olur.
İnsan etkinliğinin en yararlı alanı olan bilimin
(başlangıçta scientia = bilgi) genellikle İyonya'da
başladığı düşünülür. Avusturyalı fizikçi ve bilim kuramcısı Erwin Schrödinger'e
göre, Bilim'in İyonya'da başlamasının üç ana nedeni vardı. Birincisi, bölge
genellikle özgür düşünmeye düşman olan güçlü bir devletin sınırları içinde
değildi. İkincisi, İyonyalılar, güçlü ticaret bağlantıları olan, Doğu ile Batı
arasında yer alan denizci bir halktı. Ticari değişim, genellikle pratik
sorunların (navigasyon, ulaşım, su temini, el sanatları teknikleri, vb.)
çözülmesinden kaynaklanan fikir alışverişinde her zaman temel güçtür. Üçüncüsü,
bölge "rahiplerle dolu" değildi; Babil'de ya da Mısır'da olduğu gibi,
statükoda kazanılmış bir çıkarı olan kalıtsal, ayrıcalıklı, rahip bir kast
yoktu.
Bugünkü anlamıyla ilk bilgin Miletli Thales'ti. Ancak bilim,
bizim kullandığımız biçimiyle ilk olarak 19. yüzyılın başlarında kullanılan
modern bir sözcüktür; aslında hem bilimin hem de felsefenin içinden çıktığı
soruları sordular. Thales, evrenin kökeni ve doğası üzerine spekülasyon yapan
ilk kişi değildi, ancak "fikirlerini mitolojik değil mantıksal terimlerle
ifade eden" ilk kişiydi.
Kimilerinin İyon Pozitivizmi, İyon Aydınlanması
dediği şey, İyonya'da yansımanın doğuşu ikili bir biçimde gerçekleşti: bilim,
felsefe. Thales, Anaximander ve Anaximenes, en eski bilimcilerin
yanı sıra en eski filozoflar olarak kabul edilir. Hem bilim hem de
felsefe, zaman verildiğinde anlaşılabilecek doğal bir düzenin parçası olan
mantıklı bir kozmos olduğu fikrinden doğmuştur. İngiliz antik bilim ve tıp
tarihçisi Geoffrey Lloyd ile Amerikalı Sinolog ve tarihçi Nathan Sivin,
filozofların doğa kavramını "ozanlara, dini önderlere karşı
üstünlüklerinin altını çizmek için" icat ettiklerini söylüyorlar.
Araştırıcılar, Eski Yunanların kendilerinin büyük ölçüde
dışarıdan etkilendiğini savunurlar. İlk kez 1984'te Alman tarihçi Walter
Burkhart, Ortadoğu uygarlıklarının Yunan yaşamının ve düşüncesinin nasıl
biçimlendirdiği bir dizi örnekle ortaya koydu. İngiliz filolog ve klasikler
uzmanı M. L. West, Sümer Gılgamış Destanı ile Homeros’un İlyada
ve Odysseus arasında ve Sappho ile Babil şiirleri arasında yoğun bir
örtüşmenin olduğunu doğruladı.
Kökeni ne olursa olsun, fikir devrimi beş temel unsurdan
oluşuyordu: politika ve etik birbirinden ayrıldı; tek gerçek yaşam içsel
olanıdır; etik, bireyin etiğidir, mahremiyet konusunda yeni bir değere yol açar
ve bu da özgürlüğün ana fikirlerinden birine yol açar; politika geriletildi.
Modern Felsefenin Doğuşu
Modern dünya, eski kozmolojinin çöküşünden ve yeni bir
dinsel otorite sorgulamasından, en sonunda Avrupa'da gerçekleşen insanlık
tarihinde eşi görülmemiş bir bilimsel devrimden doğdu. Başka hiçbir uygarlık bu
kadar köktenci bir altüst oluş yaşamadı.
Bu altüst oluş Kopernik'in 1543'te Gök
Cisimlerinin Devinimleri Üzerine adlı çalışmasının yayımlanmasıyla başladı,
1687'de Newton'un Principia Mathematica'sı ile sürdü, Descartes'ın Felsefe
İlkeleri (1644) ve Galileo'nun İki Ana Dünya Sistemine İlişkin Diyalog
(1632) adlı eseri ile kabul edildi. Bu dört bilgin, kendilerinden önce hiçbir
düşünürün yapamayacağı biçimde düşünce tarihine damgasını vuracak, yeni bir çağ
başlatacaktı.
Modern fizik, antik dünya resminin temellerini yok
etti, Hıristiyan dininin temellerini önemli ölçüde zayıflattı. Bilim,
Kilise'nin akılsızca benimsediği konuları (Dünyanın yaşı, Güneş'le ilişkisi,
insanlığın ve hayvan türlerinin doğum tarihi vb.) sorguladı, insanları kuşkucu
bir tutum ve dini otoriteye saygı ile uyumsuz eleştirel bir ruh benimsemeye yönlendirdi.
Bilimsel Düşünce ve Bilimsel Devrim
Bilim artık yaygın olarak, şeyleri olduğu gibi ve gerçeğin
ne olduğunu telaffuz etmek için en yüksek otorite olarak görülüyor. Günümüzde
politik kararlar, mahkemeler, dahası kamuoyu bilimsel otoriteyi kabulleniyor,
ancak bu her zaman böyle olmamıştı.
Bir çağdaki bilimsel gelişmeler, daha önce olanlardan
kaynaklanmış, ardından sonraki çağda gelişmelere yol açmıştır. Charles Darwin, Natura
non facit saltum – Doğa sıçrama yapmaz der; aynı şekilde tarihte
sıçramalar, kesintiler de yoktur. Amerikalı bilgin J. Henry'ye göre, Copernicus
(Kopernik) ve Einstein genellikle geçmişle devrimci kopuşları başlatan kişiler olarak
görülürlerse de bu, fikirlerinin daha önce olan hiçbir şeye göndermede
bulunmadan tümüyle kendi kafalarından çıktığı anlamına gelmez.
Önce İyonyalı, sonra Antik Yunan düşünürleri dünyayı
rasyonel ve doğalcı (doğaüstü olmayan) bir şekilde açıkladılar, yaklaşımları
iki binyıldır defalarca benimsendi, uyarlandı. Bu düşüncelerin Rönesans'a kadar
gelişiminden sonra varılan aşama tarihçilerin Bilimsel Devrim
olarak adlandırdığı olgudur.
"Bilimsel devrim", Kopernik'in 1543'te güneş
sistemiyle ilgili kitabının yayımlanması ile yaklaşık 144 yıl sonra, 1687'de
Isaac Newton'un Principia Mathematica'sı arasında gerçekleştirilen
değişikliklerin, doğa anlayışımızı temelden ve sonsuza kadar değiştirdiği zaman
modern bilim doğdu.
Artık ikinci bilimsel devrimle çevrili olarak yaşıyoruz.
Bu, yirminci yüzyılın başında kuantumun, genin ve bilinçdışının
eş zamanlı keşfiyle başladı. İlk bilimsel devrim, benzer bir dizi eşzamanlı ve
eşit derecede önemli olaylardan kaynaklanmıştı. Bunlar, göklerin güneş merkezli
görüşünün keşfi, evrensel yerçekiminin tanımlanması, ışığın, boşluğun,
gazların, bedenin ve mikroskobik yaşamın anlaşılmasındaki önemli ilerlemelerdi.
Amerikalı tarihçi Harry Elmer Barnes, modern bilimin
köklerinin, yalnızca görüş yerine gerçekliğin gerçek bilgisini
oluşturan güvenilir evrensel gerçekler için klasik arayışta olduğunu söylüyor. Bununla
birlikte, erken klasik zamanlardan beri, farklı kültürlerdeki kuşkucular,
kesinlikle kabul edilebilecek evrensel gerçeklerin olduğundan kuşkulanmak için nedenler
gösterdiler. Kuşkucular, gerçeğe ilişkin tüm insan yargılarının çeşitli
sınırlayıcı koşullara tabi olduğunu gösterdi. Yalnızca iyi test edilmiş olası
sonuçlar elde edebiliriz, gerçeğin kendisini değil.
Tarih boyunca, dinsel düşüncenin bilimle birçok türde
ilişkisi olmuştur. Hem ilkel hem de arkaik kültürlerde din, bu kültürlerin
bilimi olarak adlandırılabilecek şeyden gerçekten ayırt edilemezdi.
Batı'daki bilimsel etkinliğin olağanüstü hızlanması -
kabaca Kopernik'in 1543'te güneş merkezli evren teorisini yayınlamasından
Newton'un 1727'de ölümüne kadar - bir soruyu gündeme getiriyor: Bilimsel
devrim, bir Batı başarısı mıydı? Daha geniş bir dünyaya erişime bağlıydı: merak
ve uzun menzilli keşif gezilerinin kayıtları ve haritaları o
zamanlar Batılı bilginler benzersiz bir üstünlük sağladı. Ancak bu seferlere
Avrupalılar ilham verdi ve öncülük etti. Batı'da bilimsel araştırmanın
hammaddesini oluşturan meraklar ve gözlemler,
Batılı zihinlerce saptanmış ve Batılı ellerce toplanmıştır. Devrim, yenilenen Avrasya
çapındaki temaslar zamanında gerçekleşti. Kopernik, daha önceki Müslüman
astronomların kozmosun biçimi üzerine spekülasyonlarından haberdar olmuş ve
muhtemelen uyarlamış olabilir. Bilimsel Devrim, yalnızca yararlı ve güvenilir
bilginin hızlandırılmış birikimi açısından değil, aynı zamanda Avrasya
genelinde potansiyel güç ve zenginlik dengesinde temsil ettiği inisiyatif
kaymasıyla da dikkate değerdi.
Bilim için mevcut boş zaman, yatırım ve öğrenilmiş insan
gücünü artıran toplumsal değişimler, Batı'da arka planın daha ileri bir
parçasıydı. Çoğu Ortaçağ uygulayıcısı din adamıydı. Ancak 17. yüzyılda,
aristokrasilerin ekonomik etkinleri çeşitlendikçe, bilim meslekten olmayanlar
için saygın bir meslek haline geldi. Kısmen ateş gücünün gelişmesi sayesinde
savaş artık onları meşgul etmiyordu. Eğitim soyluluğa giden bir yol oldu.
Kaşifler küresel ticaret yollarını açtıkça zenginliğe giden ticari araçların
çoğalması, burjuva kuşaklarını aristokratların daha önce uzmanlaştığı hizmet
türleri için ve dolayısıyla dolaylı olarak aristokratları bilim için
özgürleştirdi.
Bilimsel Devrim'in katı entelektüel kökenleri, kısmen, aşamalı
olarak biriken ampirik düşünme geleneğinde yatar. En azından eşit derecede
önemli olan şey, sihre olan ilginin ve uygulamanın artmasıydı. Daha önceki
çağların bilimi ve büyüsü arasındaki bağlar henüz güçlüydü. Astronomi
astrolojiyle, kimya simyayla örtüşüyordu. Daha önce saçma, dinsiz olmakla
suçlanan eski büyülü metinler, Hıristiyanlar için yasal okuma haline gelmişti.
Felipe Fernández-Armesto, Eski Yunanlardan daha eski
bilgelik arayışında Mısır'ın çekiciliğinin karşı konulamaz ve bilgisinin
doğrulanamaz olduğunu söylüyor. Bununla birlikte, güvenilir bir bilgi kaynağı
olmayan araştırıcıların, sahte ve aldatıcı bir içgörü kaynağı vardı: Hermes
Trismegistos adındaki külliyat, eski Mısırlı olduğu savunuluyor, ancak aslında
kimliği belirsiz bir Bizans sahtekarının işiydi. İtalyan bilgin Marsillo Ficino
onu 1460'ta Makedonya'dan Medici Kütüphanesi için satın aldığı bir kitap demetinin
içinde buldu. Klasik öğrenimin katı akılcılığına bir seçenek olarak bir
sansasyon yarattı. Doğayı kontrol etmeye çalışmanın aracı olarak büyü ve bilim
arasındaki ayrım neredeyse ortadan kalktı. 16.-17. yüzyıllarda Batı
dünyasındaki Bilimsel Devrim'in önde gelenlerinden birçoğu ya sihirle başladı
ya da büyüye ilgi duymayı sürdürdü. Johannes Kepler, Prag'daki şatosunda
ezoterik sanatları koruyan 'Yeni Hermes' unvanlı Kutsal Roma İmparatoru Rudolf
II'nin (1552-1612) çömezlerinden biriydi. Newton yarı zamanlı bir simyacıydı.
Gottfried Wilhelm Leibniz, hiyeroglifler ve kabalistik notasyon araştırıcısıydı.
Tarihçiler, Batı biliminin Batı geleneğinin rasyonalizminden ve ampirizminden
doğduğunu düşünürlerdi. Bu olabilir, ama aynı zamanda Felipe Fernández-Armesto’nun
vurguladığı gibi büyüsüye de çok şey borçluydu.
Francis Bacon, bilginlerin gözlemleri genel yasalara
dönüştürdüğü yöntemi tasarladı: bir dizi tekdüze gözlemden genel bir çıkarımın
yapıldığı ve ardından test edildiği tümevarım. Sonuç, eğer işe yararsa,
tahminlerde bulunmak için kullanılabilecek bilimsel bir yasadır.
Yirminci yüzyıl, dünyayı anlamanın tümüyle yeni iki
yolunun, görelilik kuramının ve kuantum kuramının ortaya çıkışına
tanık oldu. Bu kuramların her birinin savunucuları daha geleneksel fizikten
uzaklaştıkça, önceki fiziğe "klasik" olarak atıfta bulunarak
yaptıkları kopuşu vurguladılar.
Aydınlanma ve Sonrası
Aydınlanma döneminde yeni düşüncenin bağlamını anlamak
için, Encyclopédie anahtar eserdi: Avrupa'nın geri kalan seçkinlerine
entelektüel zevki dayatan filozofların seküler İncil'i idi; yazarları, akıl
ve bilimin bağlaşık olduğu inancını paylaşıyorlardı. Yazarlar, genel
olarak, anayasal özgürlük güvencelerinin değerini öven İngiliz devrim
savunucusu John Locke'un yazılarından yararlanarak, hükümdarları ve
aristokratları eleştiriyorlardı. Devlete karşı Locke din özgürlüğüne inanıyordu
ama Katolikler için değil; çalışma özgürlüğü, ama siyahlar için değil; mülkiyet
hakları, ancak Amerikan Yerlileri için değil.
Aydınlanmanın çöküşü, insan şiddetini ve mantıksızlığını
açığa çıkararak, aklın evini yıktı. Aydınlanma ve romantizm arasındaki büyük
geçiş figürü olan Immanuel Kant, mantığı "eleştirdi" ve sezgiyi övdü.
Aklın yerine, engin kişisel olmayan güçler gelişmeyi
yönlendiriyor gibiydi: doğanın, tarihin, ekonominin, biyolojinin, "kan ve
demir" yasaları. Sonuç, mekanize ve acımasız bir dünya resmiydi. Bilim ve
teknolojideki sarsıcı fetihler, ilerleme yanılsamasını sürdürdü. Buharla çalışan
sanayileşme, kas gücünü ölçülemez bir şekilde artırdı. Bilim, daha önce
görülmemiş gerçekleri ortaya çıkarmaya, mikropları ortaya çıkarmaya, gazları
manipüle etmeye, manyetizma, elektrik ve atmosferik basınç gibi önceden kötü
bilinen güçleri ölçmeye, türler arasındaki bağlantıları algılamaya, fosilleri
açığa çıkarmaya ve böylece Dünya'nın antik çağını ifşa etmeyi sürdürdü.
Kendisinden önceki Aydınlanma gibi, 19. yüzyıl "ilerleme çağı" da
Birinci Dünya Savaşı'nın felaketi ve yirminci yüzyılın dehşeti içinde kana
bulandı.
Bu dehşetler 19. yüzyıl fikirlerinden kaynaklanıyordu:
milliyetçilik, militarizm, şiddetin değeri, ırkın köklülüğü, bilimin
yeterliliği, tarihin karşı konulamazlığı, devlet kültü. Bu kavramlar geleceği biçimlendirdiler.
Ondokuzuncu yüzyıl dünyasını yeniden biçimlendiren tüm
teknik yenilikler Batı'da başladı. Avrupa dışı toplumlarda değişimi etkilemesi kimileyin
uzun zaman alsa da örnek alınan ya da dayatılan Batılı fikirler hızla yayıldı; bunlar
savaşlar ve ticari mallarda simgeliyor. Avrupa kültürel etkisi ve ticari
emperyalizm, politik hegemonyanın kapsamını genişletti.
Değerli okuyucular, umarım sizleri, yoğun politik
tartışma ortamı dışına biraz olsun taşıyabilmişimdir.
Not:
Amerikalı antropolog James Deetz (1930-2000), genellikle
tarihi arkeolojinin önde gelenlerinden biri olarak bilinir. Çalışmaları, kültür
değişimine, tarihsel ve arkeolojik kayıtların doğasında bulunan kültürel
yönlere odaklanmıştı. Toplumsal davranışları daha iyi anlamak için bunlarla ilgili
çeşitli maddi kültürleri araştırdı.
Kaynakça
1.
Barnes, Michael
Horace, Stages of Thought: The Co-Evolution of Religious Thought and Science,
Oxford University Press, 2000
1.
Bellah, Robert N.
and Joas, Hans, The Axial Age and Its Consequences, The Belknap Press of
Harvard University Press, 2012, Robert N. Bellah and Hans Joas
2.
Clive Gamble, John
Gowlett and Robin Dunbar, Thinking Big, Thames & Hudson Ltd, London,
2014
3.
Edited by Mark
Schaller, Ara Norenzayan, Steven J. Heine, Toshio Yamagishi, Tatsuya Kameda,
Evolution, Culture, and the Human Mind Evolution, Culture, and the Human
Mind, Psychology Press, 2010
4.
Erwin Schrödinger, Nature
and the Greeks and Science and Humanism, Cambridge, England: Cambridge
University Press, 1954/1996, pages 55–58
5.
Felipe Fernández-Armesto,
Out of Our Minds: What We Think and How We Came to Think It, Oneworld
Publication, 2019
6.
Frederick L.
Coolidge and Thomas Wynn, The Rise of Homo sapiens: The Evolution of Modern
Thinking, Wiley-Blackwell, 2009
7.
Henry, John, A
Short History of Scientific Thought, Palgrave Macmillan, 2012
8.
Hoffecker, John F.,
Landscape of the mind: human evolution and the archaeology of thought,
Columbia University Press, 2011
9.
John R. Skoyles,
Dorian Sagan, Up from Dragons: The Evolution of Human Intelligence, McGraw-Hill,
2002
10.
Luc Ferry, A
Brief History of Thought: A Philosophical Guide To Living, Translated by
Theo Cuffe, HarperCollins e-books, 2011
11.
Margaret A. Boden, The
Creative Mind: Myths and Mechanisms, 2nd ed. (London: Routledge, 2004), 3–6
12.
Tomasello, Michael,
A Natural History of Human Thinking, Harvard University Press, 2014.
13.
Tomasello, Michael,
The Cultural Origins of Human Cognition, Harvard University Press, 2000
14.
Watson, Peter, Ideas:
A History of Thought and Invention, from Fire to Freud, Harper Perennial
(2006)
15.
Wilson, Edward O, The
social conquest of earth, Liveright Pub. Corp, 2012
[1]
Üstbiliş (metacognition), kişinin
kendi düşünme süreçlerinin farkında olması, bub u süreçleri control edebilmesi
anlamına gelir. Kitchener, bu
terimi 1976 yılında çocukların ileri bellek yetenekleri konusunda yaptığı bir
araştırmada ilk kez kullanmıştır.