Doğu’dan Batı’ya Aydınlanmanın İzleri (Not 1), 22.02.2023
6 Şubat 2023 günü Hatay ve 9 ilimizdeki deprem yıkımında
yaşamlarını yitirenlerin anısına.
Aydınlanmanın en önemli aracı olan yazıyı Sümerliler MÖ
3200’lerde icat etti. O.K.
Giriş
Burada, İngiliz Devrimiyle 1688 başlayıp 1789 Fransız
Devrimiyle doruğuna erişen bir düşünce hareketi olan ‘Aydınlanma’ üzerine
yüzlerce kitap ve makale bulunduğu için Avrupa Aydınlanmasına değinmeyeceğim.
Bunun yerine Aydınlanmanın odakları üzerinde duracağım.
Aydınlanma deyince, en azından lise eğitimi almış
kişilerin aklına 17. Yüzyılın sonlarında İngiltere’de başlayıp Fransız
düşünürlerin çalışmalarıyla yayılan Avrupa Aydınlanması gelebilir. Ancak
aydınlanmanın başlangıcı çok daha eskilere, Sümerlilerin yazıyı icat ettiği MÖ
3200’lere, diğer bir deyişle zamanımızdan yaklaşık 5200 yıl öncesine kadar
gider.
Eğer aydınlanmayı, kişinin çevresinde olan biteni akıl
süzgecinden geçirip gerekli tepkiyi oluşturması yeteneği olarak tanımlarsak
aydınlanmanın başlangıcını daha da eskiye götürmek olanaklıdır. Dahası, tanımı çevreyi
değerlendirmek olarak biraz daha sınırlandırırsak o zaman aydınlanmanın
başlangıcı insan atasının iki ayak üzerine kalkması zamanına kadar
götürebiliriz. Diğer canlı türlerinden yaklaşık 7 milyon yıl önce ayrılan insan
türünün gelişmesindeki her yeni şeyin ardında bir aydınlanma düşüncesi vardır. Çünkü
iki ayağı üzerine kalkmakla elleri serbest kalan uzak atalarımız ilk aletleri
yapmaya başladığı gibi çevresini keşfedip yaşadığı ortamı değiştirerek
gezegenimize yayılmaya başlamıştır. Bu bir yerde özgür hareket etmenin
de başlangıcı olarak değerlendirilebilir.
Yine de biz o kadar gerilere gitmeyip Sümerlilerle
başlayacağız, ama önce genel olarak Aydınlanmadan neyi anlıyoruz, onu açıklamak
gerekir.
Aydınlanma, insanın kendi yeteneklerinin sezgisine varması,
kendinde yeni yetenekler yaratma gücünün bilincine ulaşması, daha da insanlaşma
yolunda belli bir dönüştürücü etkinlik içinde olmasıdır. Aydınlanan insan,
özünde kendini aydınlatan insandır, dönüşen ve dönüştüren insandır.
Aydınlanmanın amacı akılcı, özgür, laik bir insanlık
kültürü oluşturmaktır. Akıl ve eleştirel
düşünce temeldir. Baskıya karşı başkaldırıdır. Eskilerin yerine yeni
düşüncelerin üretilmesidir. Aydınlanma devinimi baskının ya da bir kargaşanın
yaşandığı topraklarda bir devrimle sonuçlanan düşünsel çabaların toplamıdır. Tarihte
bilinen ilk aydınlanma etkinliği Sümerler döneminde toprak işleyenin su
kullanandır sloganı ile başlamış olabilir.
Dinlerin başlangıç aşaması da bir aydınlanma hareketi
olarak düşünülebilir, ancak yalnızca başlangıcı. Çünkü her din
belirli dogmalar üzerine kurulduğundan akla değil inanca dayanır. Din
kurumsallaştığında, yani inanç temeli oluştuğunda, izleyicilerinin koşulsuz
olarak o inanca bağlanması gerekir. Dinin kurumsallaşması da tek bir kişide
sembolleşen birçok kişinin zamana yayılmış olarak
oluşturduğu bir sistemdir. Budizmin kutsal kitabı, Buda’nın ölümünden
sonra onun öğrencilerinin yazdığı bir metinden başka bir şey değildir.
İbranilerin kutsal kitabı Tevrat, Musa’nın ölümünden yaklaşık 800 yıl
sonra Babil’de yazılı bir metin durumuna gelmiştir. Benzeri durum sonraki
İbrahim dinleri için de geçerlidir.
Burada, insan düşüncesinde çok önemli bir aşamayı
açıklayan Eksen Çağı kavramına da kısaca değinmek istiyorum.
Avrasya'nın önemli bölgelerinde (Yakındoğu, Hindistan,
Çin) MÖ 1. binyılın ortalarının insanlık kültürel tarihinde önemli bir geçişin
yaşandığı döneme Alman Karl Jaspers, Vom Ursprung und Ziel der Geschichte
(1949) adlı kitabında Eksen Çağı adını vermiştir. Edebiyat, felsefe ve hatta
teolojideki belirli metinlere "klasikler", yani onları ilk
oluşturulduklarında çağdaş ve günümüzün bir parçası yapan kalıcı yorum,
tartışma konuları yaygınlaştı. Bunlar İbrani peygamberleri yasaları; Yunan
felsefesinin ana metinleri, Çin düşüncesinin ilk metinleri; erken Hint
metinleri ve öğretileri: bunlar ve aynı dönemden diğerleri olarak sayılabilir.
Robert Bellah, Eksen Çağı Hakkında Neler Ekseneldir?
(2005) adlı makalesinde, Eksenel atılımın kültürel
özgüllüğünün kısa ve öz bir analizini sunar. Bu atılımın özü, temel kültürel
kavramların değişmesi, dönüştürülmesi olmuştur. Atılımın ayırt edici özelliği
ve dünya tarihi üzerindeki etkisi ise bir toplum ya da uygarlık içindeki
kültürel ve kurumsal oluşumların temel ve baskın olmalarında yatar.
Bu Eksenel atılım dünyanın birçok yerinde ortaya çıkmıştı:
Eski İsrail'de, İyonya’da, (kısmen) Zerdüşt İran'da, erken imparatorluk
Çin'inde, Hinduizm ve Budizm'de ve daha sonra İslam'da. Bununla birlikte,
Eksenel uygarlıkların ortaya çıkışı, kurumsallaşması, farklı toplumlarda
paralel ya da benzer yönlerde gelişen devrimci atılımların habercisiyken, bu
uygarlıkların içindeki somut kümelenmeler büyük ölçüde farklılık gösteriyordu.
*
Yukarıda da belirtildiği üzere Aydınlanmanın kökeni
ilk uygarlık yaratıcıları olan Sümerlilere kadar geri gider. Bu süreçte önemli
bir kilometre taşı olan İyonya Aydınlanması, Batı Anadolu’da İyonya kentlerinde
MÖ 6. yüzyılda başlayan bilimsel düşünce, doğanın açıklanması, fenomenlerin
arkasındaki nedenselliği açıklama alanındaki bir dizi gelişmelerdir. İyonyalı
bilginler dünyayı düzenli ve anlaşılabilir bir şey olarak gördüler, onlara göre
farklı parçaları kavranılabilir bir sistemle dizilmiş olduğundan tarihinin
gidişatı açıklanabilirdi.
Milet (Miletos) kenti, Eski Yunan felsefesinin,
Batı bilimsel düşüncenin doğduğu yerdi. Kültürleri, Anadolu, Ege ve Doğu
Akdeniz kültürlerinin karışımıydı. Büyük uygarlıklar olan Anadolu ve Doğu
Akdeniz ile bağlantısının olması Milet’e Akdeniz ve üç kıta ile geniş bir
malzeme ve düşünce alışverişi olanağı sağlıyordu.
MÖ 6. yüzyıla kadar birçok uygarlık, ünlü iki ozan
Homeros ve Hesiodos'un yapıtlarında da açıkça görülebileceği üzere, olayları ilahi
varlıkların doğaüstü girişimlerinin ürünü olarak açıklıyordu. Bu, doğal ve
mantıksal düşünmenin girişiyle Miletli düşünürler, insan biçimli tanrılar
inanışı yerine gelişmiş ve mantıksal bir teoloji üretmeye çalıştılar. Ama bu
yeni teolojinin dinle pek ilgisi yoktu. Tanrıların geleneksel özelliklerinin
çoğunu kaldırdılar, örneğin artık yıldırım öfkeli Zeus'un gürleyişi
değildi, Poseidon fırtınalar oluşturmuyordu. Bu yeni yaklaşım geleneksel
öyküye doğrudan bağlı kalmıyordu, filozofların açıklamalar geleneksel değil,
mantıksaldı. Yaklaşımları, doğal süreçleri doğaüstü güçlerin yönettiği görüşünü
kabul etmiyordu, onun yerine ilahi eylemleri doğa yasaları (Physis)
olarak tanımladılar.
Miletli Thales’ten beri ortaya atılan felsefi açıklama
denemelerinin çokluğu, doğal olarak eleştiriyi ve kuşkuyu gerektirmiştir.
Antikçağ Yunan bilgiciliğinin kurucusu Protagoras (MÖ 485-411) şöyle der: ‘Her
şeyin ölçüsü insandır. Milet’in Perslerin eline geçmesi sonrasında felsefe ve
bilim Atina’ya kayar. Tümevarım yönteminin kurucusu olan Atinalı Sokrates,
insan yaşamının ölçülerini hiç eleştirmeden olduğu gibi kabul eden
gelenekçiliğin tersine, bu ölçüleri aklın süzgecinden geçirerek aydınlığa
çıkarmıştır. Hiçbir şey bilmediğimi biliyorum ünlü sözü, böylesine bir aydınlanma yöntemidir.
Her şey insan için olmalıydı düşüncesi ile başlayan
hümanizm anlayışı Ortaçağ’ın Tanrı/din merkezli evren, toplum ve insan
açıklaması yerine insan merkezli bir evren, toplum ve birey açıklamasını dile
getirir. Böylece Tanrı devleti yerine tekrar yeryüzü
devleti; dinsel bir kozmoloji yerine fiziksel
bir kozmoloji; insanın kul olarak görüldüğü bir toplum ve devlet
düzeni yerine insanın birey (kişi) olarak kabul edildiği bir
toplum ve devlet düzeni öne sürülmeye başlandı.
Rönesans döneminde ulus devlet anlayışı öne
çıkarak din temelli devlet anlayışlarından vazgeçilmeye başlandı. Bu düşünceye
paralel olarak insanlar, kul ya da ümmet olarak değil, ulus devletin bir bireyi
olarak görüldü. Birey konumuna yükselmesiyle kişi, yönetici, soylu ya da din
adamı karşısında hak ve özgürlüklerini kullanarak özgür insan
olma çabasına girdi.
Aydınlanmanın İlk Odağı: Sümer Ülkesi
Sümerlilerinki dışında daha eski herhangi bir yazınsal belgenin gün
ışığına çıkarılması çok küçük bir olasılıktır. Samuel Noah Kramer
Şu ana kadarki bulgulara göre ilk kentleri Sümer
ülkesinde yaşayan Sümerliler kurmuştur. İlk kurulan kent de ‘kentlerin anası’ denilen
Uruk kentidir. Sümerlilerin uygarlığa sunduğu birçok ilklerin başında sulama
sistemi gelir. Bu sistemin geliştirilmesi modern devlet yönetiminin
gerekli unsurlarının geliştirilip uygulanmasını gerektiriyordu. Çok sayıda
insanı su kanallarının açılması, bunların bakımı, sellerden bozulanlarının
onarılması için çalıştırmak zorlayıcı uygulamaları, işbölümü
yapılmasını, suların paylaşılmasının düzenlenmesini, bütün bunların
gerçekleştirilmesi için yönetim düzeneklerinin oluşturulmasını, ilkelerin
ortaya konmasını gerektiriyordu.
Öte yandan yapılan sulama ile elde edilen artı
ürünün, doğrudan üretime katılmayıp başka tür işlerle uğraşanlar da
içinde olmak üzere toplumun tüm bireyleri arasında paylaşılması bir kayıt
sisteminin oluşturulmasını gerektiriyordu. Yazı bu gereksinimden doğdu.
Önceleri sekiz yüz dolayında olan işaretlerle başlayıp sayıları azalarak MÖ
3200’lerde son biçimini alan Sümer çiviyazısı böyle gelişti.
Düzenin oluşturulup sürdürülmesi için zorlayıcı
uygulamaların, hukuk kurallarının oluşturulması da böyle
başladı.
Yerleşim birimlerinin arasında su dağıtımının, sınır
anlaşmazlıklarının giderilmesi için bugün arabuluculuk (hakemlik) dediğimiz
uygulamanın, dahası uluslararası ilişkilerin çekirdeği olan antlaşmaların
yapılıp uygulanması da böyle başladı.
Ürün ekimi, tarlaların bakımı, ürün hasadı, sel
taşkınlarının önceden bilinmesi gereksinimleri zamanın ölçülmesini,
dolayısıyla bir takvim sistemi oluşturmayı gerektirdi. Bu da gök
cisimlerinin gözlemlenmesini, bunlara ilişkin verilerin toplanmasını, yıldız
kataloglarının oluşturulmasını, kısaca astronomi çalışmalarını
başlattı.
Ürün paylaşımı, takvim oluşturma, astronomi çalışmaları
bir sayı sistemini oluşturulmasını, matematik işlemlerini
başlattı.
Bu etkinlikleri yürütecek bireylerin yetiştirilmesi için
okullar oluşturulup zamanın entelektüellerinin yetiştirilmesini gerektirdi.
Tüm bu etkinliklerin eşgüdümü için bürokrasi
doğdu.
Bugün hayranlıkla biraz da gizemle seyredilen Göktepe
kalıntılarını yapan çok sayıdaki insanları beslemek için bölgede tarımın yapıldığı
anlaşılmıştır. Böylece tarımın en azından zamanımızdan 11.000 yıl önce
başladığı ortaya çıkıyor. Daha Sümer çiviyazısının geliştirilmesine en az 6.000
yıl var. Yazı tarım uygulamalarının, sabit yerleşimin bir gereği olduğundan
Sümer çiviyazısının geliştirilmesinin yaklaşık 5.000 yıl sürdüğü ortaya
çıkıyor.
Tarım, bulgulara göre, yaklaşık 5.000 yıl gecikmeyle
Batı’ya Anadolu üzerinden yayılmıştı. Başta yazı olmak üzere Sümerlilerin
başlattığı aydınlanma verileri de yaklaşık 2.000 yıl gecikmeyle
Batı’ya iki ana yolla aktarıldı. Bunlardan ilki Anadolu, ikincisi Doğu Akdeniz
kıyıları idi. Bu akış tarih boyunca sürmesine karşın yoğun olduğu dönemler de
olmuştur. Tarımın aktarılması dışında bu yoğun dönemlerinden ilki MÖ 2.
binyılda ticaret yoluyla Girit ve Ege uygarlıklarına (Ege Denizini çevreleyen
Anadolu, Yunan yarımadası kıyıları ile Ege adalarında) olan akıştır. Sonraki MÖ
1. binyılda olmuş olup en önemlisi sonuçta Yunan Alfabesini oluşturan yazının,
Sümer, Babil ve Mısır uygarlık verilerinin akışıdır. Bu akış İyonya
Aydınlanmasını tetiklemiştir. Helenizm ve sonrasında Roma İmparatorluğu
dönemlerinde Doğu’nun düşünce üretme yeteneği duraklar, dahası gerilemeye başlar.
Bunda bölgede ortaya çıkan dinlerin etkisi büyüktür. Bu konuya burada değinmek
istemiyorum.
Bir sonraki akış gerçekte Doğu’nun yaratıcılık
verilerinin aktarılmasından çok, İslamiyet’in ikinci yüzyılında başlayan başta eski
Yunan olmak üzere eski Hint felsefe ve bilimsel çalışmalarının İslamiyet’e
geçmiş Yakındoğu bilginlerinin Arapçaya çevirileri, bunlara yorumlar yapılması,
dahası bazı eklemeler yapılması ile bir entelektüel birikim oluşturulur. Bu
veriler Haçlı Seferleri döneminde Batı Avrupa’ya aktarılır. Bu aktarma da iki
yolla olmuştur. Bunlardan biri Kutsal Topraklarda kurulan Latin Krallıkları
yoluyla, ikincisi o zaman adı Konstantinopolis olan İstanbul üzerinden
İtalya’ya olmuştur. Artık 12. yüzyıldan sonra düşünce üretme alanında Avrupa
üstünlüğü başlar.
Sümerliler,
Sümer Ülkesi
Sümerliler yaklaşık MÖ 4000 yıllarında, doğudan gelip günümüzdeki Bağdat’ın güneyinde Dicle, Fırat ırmakları arasında
yer alan Sümer Ülkesi denilen yere yerleşerek insanlık tarihinin en eski,
en temel uygarlığını yaratmış bir kavimdir. Onlar dünyada ilk olarak
kendilerinin ürettiği çiviyazısı ile insanın beyninden geçtiği, dilinin söylediği şeyleri diğer insanlara ulaştırmanın, gelecek kuşaklara iletmenin olanaklı olduğunu kanıtlamışlardır. Bu yazıya, enine ve boyuna konulmuş çivilere benzediği
için çiviyazısı denilmiştir. O kavmin kendi kendilerine verdiği ad Kİ.EN.Gİ, Kİ.EN.Gİ (R), KENGER’dir. Buradaki Kİ yer,
toprak ve ülke, EN hükümdar, sahip, bey, hakim, Gİ ise dönüş anlamına
gelir. Kİ.EN.Gİ (R) Sümeroloji
bilginlerince ‘uygar insanların ya da
efendilerin yaşadığı yer’ olarak
çevrilir.
İnsanoğlunun uygarlığı oluşturma serüveninde
gerçekleştirdiği önemli atılım dönemleri vardır. Bu dönemlere devrimler de
denilir. Bunların ilki avcılık ve toplayıcılıktan yerleşik yaşama geçme dönemi
insanlık tarihinin en büyük atılımıdır. Bir diğer büyük atılım ise yazının
icadıdır. Bu her iki muhteşem atılım da Bereketli Hilal denen topraklarda
gerçekleşmiştir. Bunlardan birincisini kent-devletlerini oluşturarak geliştiren,
ikincisini (yazı) yaratan Sümerlilerdir.
Yerleşik Yaşamın Başlangıcı: Bereketli Hilal
Uygarlık
Doğu’da doğdu, Avrupa ise oradan getirdi, James Henry Breasted
Bereketli Hilal, sırtını Güneydoğu Toroslara dayamış,
doğu yarısı ucu Fırat ve Dicle ırmakları havzası boyunca Basra Körfezine
uzanan, batı yarısı ucu ise Filistin üzerinden Akabe Körfezine kadar uzanan ay
biçiminde bir bölgedir. İnsanlık tarihine ilişkin araştırmaların odak noktası
olan bu bölgeye Amerikalı doğubilimci
ve insanbilimci (antropolog) James
Henry Breasted, Ancient Times: A History
of the Early World, an Introduction to the Study of the Ancient History and the
Career of the Early Man (1916) adlı yapıtında Bereketli Hilal adını vermiştir. Bu uçları güneye doğru bakan ayın doğu parçasına Eskiçağlardan beri Mezopotamya adı verilmiştir. Bu bölgenin
Basra körfezine yakın olan güney bölümüne de Sümer Ülkesi denir. Nasıl Güneş doğudan doğuyorsa, uygarlık
da bu ay biçimindeki bölgenin doğu
ucundan – Sümer Ülkesinden- Sümerlilerce başlatılmış, bütün insanlığa armağan
edilmiştir. Zaten Breasted de yapıtının önsözünün v. sayfasında Uygarlık Doğu’da doğdu, Avrupa ise oradan
getirdi (Civilization arose in the Orient, and early Europe obtained it there) der.
Yalnızca tarımsal devrim değil bugünkü uygarlığın
temelleri de bu topraklar üzerinde atılmıştır. İlk yerleşik yaşam
yiyecek üretimine bağlı olarak bu topraklarda başlamış, ilk aletleri bu
topraklarda yaşayanlar icat etmiş, tarihin başlangıcı kabul edilecek derecede
büyük bir önemi olan yazı da bu topraklarda bulunup insanlığa
armağan edilmiştir. Tarih boyunca savaşların temel nedenlerinden biri olmuş ve
bugün dünya toplumsal yaşamında neredeyse belirleyici bir rolü olan din
olgusu da bu topraklarda yeşermiş, daha sonraki İbrahim dinleri de bu
topraklarda doğmuştur.
Bereketli Hilal Akdeniz iklimi olarak adlandırılan,
kışları ılık ve yağışlı, yazları uzun, sıcak ve kurak geçen iklim kuşağında yer
alır. Bu iklim, uzun ve kurak geçen yazlara dayanıklı ancak, yağmurla birlikte
hemen gelişmeye başlayan bitki türleri için son derece elverişlidir. Yıllık
bitkiler adı verilen bu bitkiler tohumlar verebilen bitkilerdir. Dünya
üzerindeki 12 temel tarım ürününün altısı bu bitkilerden oluşur.
Basra Körfezinin günümüzdeki biçimini
alması bu bölgede yerleşik yaşamın sürdüğü dönemde gerçekleşmiştir. Kuzey yarım
küredeki Buzul Çağının sona ermesi,
yüksek bölgelerde birikmiş kar ve buzulların erimesiyle deniz seviyesi
yükselmiş, zamanla Fırat ve Dicle ırmaklarının taşıdığı alüvyonlarla doldurulan
kıyı şeridinin günümüzdeki biçimini alması uzun yıllar içinde olmuştur. Bütün
bu önemli gelişmelerin yaşandığı bölgenin, yaşam koşulları birçok bakımdan
elverişli değildir. Öncelikle burası ırmak alanları dışında çöldür. İkincisi
susuz tarıma uygun olmayan bölgede tarım yapılabilecek tarlalar da sınırlıdır.
Üçüncüsü hayvancılık için elverişli ve zengin bitki örtüsü olan otlaklar
bulunmaz. Dördüncüsü yapı malzemesi için gerekli taş ve kereste yoktur. Son
olarak maden kaynakları da bölgeden çok uzaktadır. Bu kadar olumsuz koşulları olan bir bölgede, insanoğlunun yaşamındaki
en önemli gelişme süreçlerinden birinin yaşanmış olması oldukça dikkat
çekicidir. Burada mimaride, sanatta, toplumsal alanda, teknolojide,
kentleşmede, devlet örgütlenmesinde atılan ileri adımların temeli, burada
yaşayan insanların bu zor koşulları aşma azminden kaynaklanıyor olmalıdır.
Bunca olumsuzlukları olan bir bölgede yaşayacak toplum mutlaka örgütlenmek zorundaydı. Irmak
kıyılarındaki dar alanlar dışındaki kurak bölgelerde tarım yapabilmek ancak
gelişmiş sulama ile olanaklıydı. Bunun için bölgede yerleşen toplumlar örgütlü
olarak Fırat, Dicle ırmaklarından kanallar açmakla bölgenin tarım potansiyelini
artırmışlardır. Diğer temel gereksinimleri de düzenli ticaret ile uzak bölgelerden sağlamışlardır. Bunun için
güvenli bir ortamın oluşturulması, istikrarlı bir ticaret ağının kurulması
gerekliydi. Sümer ülkesinde yaşayan toplumlar bunu başarmışlardır. Sulu
tarımdan elde ettikleri artı ürün
yanında tekstil önemli
bir artı değer oluşturmuştur. Ayrıca doğudan gelen kalay ve değerli taşları Doğu
Akdeniz ve Anadolu’ya ulaştırarak bu yolla da önemli gelir elde ediyorlardı.
Uruk: İlk Dünya Sistemi Başkenti
Chicago Üniversitesi profesörlerinden Guillermo Algaze’nin 1993
yılında yaptığı bir çalışmaya göre MÖ 3600 yıllarında, gerçekte
kazıbilimcilerin göç, ticaret, dağılma ya da başka süreçlerle tam olarak ayırt edemedikleri bir
Uruk olayı ortaya çıkmıştır. Genel olarak MÖ 3200 yıllarında Uruk çevresinde,
1200 km genişliğe varan bir bölgede, çoğu kent devleti biçiminde örgütlenmiş ve
belirgin olarak birbirine benzerlik gösteren toplumlar yer alıyordu. Bu ticaret
ağını oluşturan zengin toplumların hemen dışında, daha az homojen, ancak bir
başka açıdan daha etkileşimli, bir başka çeşit ağ ortaya çıkmıştı. Bunun merkezinde de Uruk bulunuyordu. Bunu da
oluşturanlar, ticaret ağı zenginliklerinden yararlanmak isteyen göçebe
toplumlardı. Bu iki ağ arasındaki ilişkiler yalnızca ticaretten kaynaklanan
bağlantı değildi. Bu ilişki daha çok yeni etnik grupların farklılaşması ve
kimlik kazanması, göç (insanların ve eşyaların hareketi) ve çatışma (akınlar ya da
savaşlar olarak) biçiminde ortaya çıkıyordu. Diğer bir deyişle, erken bir dünya sistemi sonrası bu dönem daha çok
bir karanlık çağ olarak gözüküyordu.
Özetleyecek olursak; klasik çağlarda Babil ülkesi adıyla
bilinen Sümer Ülkesi, günümüz Irak’ın başkenti Bağdat’ın kuzeyinden Basra
Körfezi’ne kadar olan bölümüyle özdeştir. İklimi aşırı sıcak ve kurudur;
toprağı kendi başına bırakıldığında kıraç, rüzgâra açık ve verimsizdir. Düz
araziyi ırmaklar oluşturduğundan neredeyse hiç maden yoktur, taş çok azdır, hiç
kerestelik ağaç bulunmaz. O zaman burası Tanrının
terk ettiği bir bölge, görünüşe göre yoksulluğa, yokluğa mahkûm, gelecek
vaat etmeyen bir ülkeydi. Ne var ki, buraya MÖ 4. binyılda yerleşen Sümerlilerin,
olağandışı bir zekâ ve girişimci, kararlı bir ruhu vardı. Ülkenin doğal
olumsuzluklarına karşın bu insanlar Sümer Ülkesini gerçek bir Cennet Bahçesi’ne
çevirmişler, insanlık tarihindeki ilk yüksek kültürü
geliştirmişlerdi. Sümerlilerin teknolojik icatlar için alışılmadık bir yeteneği
vardı. Daha başta bile sulama yapmayı akıl etmiş, bu da Dicle ve Fırat
ırmaklarının zengin alüvyon taşkınlarını toparlayıp kanallara akıtmalarını,
tarlalarıyla bahçelerini sulayarak verimli duruma getirmelerini sağlamıştı.
Amerikan evrim
biyoloğu ve popüler bilim yazarı Jared Diamond, Tüfek, Mikrop ve Çelik adlı yapıtında
yazının geliştirilmesiyle yiyecek üretimi arasında yakın bir ilişki kurar. Buna
göre, yazıyı bulan ve kullanan toplumların, karışık ve merkezi politik
kurumları olan, toplumsal bakımdan katmanlı toplumlar olduğu sonucuna ulaşan
yazar, yazıyı kullanan kesimin, yiyecek üretimi yapan köylülerin depolanmış
yiyecek fazlasından beslenen bürokrat kesim olduğunu belirtir.
Yazı, nüfusları oldukça artan kentlerde ortaya çıkan yönetici
sınıfın işleri düzene koymak, yaygın ticari ilişkilerde karışıklıkları önleme
çabalarının bir ürünüdür. Güney Mezopotamya’nın nüfusları hızla artan
kentlerinde, merkezi idarenin yürüttüğü inşa projeleri çoğaldıkça, tapınakların
depolarında biriktirilen ve buradan dağıtılan ürünlerin miktarı arttıkça basit
işaretler, sayılar ve listeler gereksinimi karşılayamaz duruma gelmişti. Uruk
döneminin sonlarına doğru, MÖ 3200 yıllarında şimdiye kadar bilinen en erken
yazılı belgeler ortaya çıkar. Bunlar daha sonraki çiviyazısının öncüleri olarak
görülebilecek, resim karakterindeki işaretlerden oluşur. Yazıcı, temiz bir kil
topağını kil tablet biçimine getirdikten sonra üzerini kamış ucuyla çizerek
karelere ayırır ve sonra her bir kare içine anlatılmak istenen nesne ya da işi
tanımlayan resmi çizerdi. Karşısına da miktar belirtilirdi. Başlangıçta çizilen
karakterlerin çoğu mal miktarını belirten sayı işaretleriydi. Anlatılmak
istenen her nesne ayrı bir işaretle betimleniyordu.
Okul ve Okul Sistemi
Yazıcı Sınıfının Yetiştirilmesi Gereksiniminden Doğmuştur
Yazı geleneğinin kesintisiz bir biçimde
sürdürülebilmesi için kurumsal yapı yani okul
zorunludur. En eski kentlerde özellikle tapınak ve resmi binalarda, kayıt
tutma konusunda gereksinim duyulan bir yazıcı
sınıfı için eğitim verilmiştir. Öğrenciler çiviyazısı öğrenmek için
uzun yıllar bu okullara devam
etmişler, bu yazıcı sınıfı ayrıcalıklı duruma gelmiştir. Tapınaklarda kutsal metinler, saraylarda da resmi işler, ticarette mal listeleri ve senetler bu sınıftan yazıcılara
yaptırılıyordu. Sümerlilerden sonra bu bölgeye gelen Akad, Babil ve Asur gibi
uygarlıklar bu köklü kültürü kurumlarıyla benimsemiş ve sürdürmüştür.
Aydınlanma Ara
Durağı: Anadolu
Anadolu’nun Yerli
Kavmi: Hattiler (ya da Hititleri Uygarlaştıran Bir Kavim) Anadolu’nun Bilinen
İlk Adı: Hatti Ülkesi
Orta Anadolu’da, MÖ 3. binyılın ortalarından başlayarak,
küçük beylikler halinde yaşayan Hattiler, Anadolu’nun en eski yerli halkıdır.
Anadolu’nun, bugün için bilinen en eski adı ‘Hatti ülkesi’dir, ilk defa Akad dönemi yazılı kaynaklarında geçer.
Akad kralı Sargon’a ilişkin bir belgede yer alır. MÖ 2000’li yıllardan sonra
Anadolu’yu istila etmeye başlayan Hititler de yeni yurtlarından ‘Hatti ülkesi’ diye söz ederler.
Başlangıçta Orta Anadolu’nun bir yöresini tanımlayan bu deyiş, Hitit
krallarının egemenlikleri altındaki tüm ülkeleri de içine alacak biçimde
genişler. Öyle ki, Hititlerden çok sonra Asur kralı II. Sargon (MÖ 722-705)
zamanında bile Anadolu Hatti ülkesi olarak
anılır. Füruzan Kınal’a göre MÖ 2500-2000 yılları arasında Anadolu’da
oluşturulan Yüksek Hatti kültürü doğuda Erzurum’a, kuzeyde Samsun’a, güneyde
Akdeniz’e kadar yayılmıştır. Hattiler, sanat, edebiyat, mitoloji ve din
konularında Hititleri büyük ölçüde etkilemişlerdir. Hitit panteonunda Hatti
kökenli tanrılar da vardır. Hatti kültürü, Hitit kültürünün temelini
oluşturmuş, bıraktıkları zengin kültür mirası, Hititler tarafından devam
ettirilmiştir.
Yazının Anadolu’ya
Gelmesi
MÖ 2. binyılın ilk çeyreği, Orta Anadolu’da, ülkenin kent
devletleri krallarıyla yönetildiği, büyük kentlerin oluştuğu dönemdir. Bu
kentlerin çoğu, aynı zamanda birer kent devleti merkeziydi. Bu çağda yerli halk
ve beyler hem kendi aralarında hem de yabancı tüccarlarla Asurca ve çiviyazısıyla
yazışmışlardır. Tüccarların Anadolu'yu tercih nedenlerinden en önemlisi bu
bölgede barış ortamının varlığı idi. Asur'dan Kaniş'e ulaşan kervanların güvenliğini
Anadolulu beyler üstlenmişler, bu yüzden bütün yol boyunca da karakollar
kurmuşlardı. Anadolu'nun yerli halkı ile Asurlu tüccarlar arasındaki ilişki
konusunu ayrıntılı inceleyen E. Bilgiç, Asurluların yerli halk üzerinde politik
ve yönetimsel bakımdan hiçbir etkilerinin olmadığını söyler. Bir metin,
yerliler üzerinde Asur'un politik bir etkisinin olmadığı, tersine Asur
Kolonisi örgütünün yerli bey ve beyçeleri tanıdıklarını kanıtlar:
Asur ve Kaniş temsilcisine Uahsusana karum'u şöyle söyler: Uashania beyi bana yazdı. O şöyle
diyor: ‘babamın tahtını ele geçirdim. Bana (sadakat) yemin ediniz!’ Bunun
üzerine biz şöyle cevap verdik: ‘Biz Kaniş
karum'una bağlıyız. (Ona) yazacağız. Ya sana, ya bize bildirecekler.
Sonra ülkeden iki kimse gelecek ve sana (sadakat) yemin edecekler. Siz istişare
edip karar veriniz! ve emriniz gelsin!
Yazı Anadolu’ya Asur Kolonileri denilen MÖ 1900-1750
döneminin başında Hatti Beyliklerine ulaşmış. Bu Anadolu’nun ilk aydınlanma
dönemi olan Hatti Aydınlanması dönemidir. İkincisi iyon Aydınlanması dönemi,
sonuncusu ile 20. Yüzyılın ilk yarısındaki Türk Aydınlanması dönemidir.
MÖ 1650’lerde kurulan Hitit Krallığı çiviyazısını
benimsemiştir. Hititlerin Hattiler, Hurriler aracılığıyla edindiği Sümer
uygarlık verileri daha da geliştirilip Batı Anadolu kıyılarına kadar ulaştığı
sanılır. İyonyalı Thales’in MÖ 585 yılında üç ay önceden tahmin ettiği tam
güneş tutulmasının verileri Hititlerin ve Babillilerin geliştirdikleri yıldız
kataloglarına dayanır. Bu verile İyonya’ya Anadolu ve Doğu Akdeniz üzerinden
ulaşmıştır.
Aydınlanma Ara
Durağı: Doğu Akdeniz Kıyıları
Önce Sümer
Çiviyazısı Vardı (MÖ 3200)
Fenike
Alfabesi Sümer Çiviyazısından (MÖ 12. yüzyılda)
Eski Yunan
Alfabesi Fenike Alfabesinden (MÖ 8. yüzyılda) Türemiştir
Uygarlık ya da aydınlanma verilerinin Batı’ya aktarıldığı
ikinci yol Doğu Akdeniz Kıyıları üzerinden Kıbrıs-Girit-Yunanistan
Yarımadası-Güney İtalya yoludur.
Sümer çiviyazısı, Suriye-Lübnan bölgesinde ticaret
gereksinimleri doğrultusunda basitleştirilerek MÖ 1300’lerde Fenike Alfabesi
oluşturulmuştur. Bu alfabe, Fenikelilerin ticaret yaptıkları İyonya ve
Yunanistan Yarımadasındaki kent devletlerine aktarılmış, bu alfabenin MÖ 8.
yüzyılda türetilmeye başlanan İyon Yazısı sonunda MÖ 403 yılında
Atina’da Grek Alfabesi durumuna gelmiştir. Grek Alfabesindeki harflerin okunuşu
bile Fenike telaffuz iledir.
Suriye’nin Akdeniz’e kıyısı olan Ugarit (Ras Shamra) ve
Biblos bölgeleri, hiyeroglifte ve çiviyazısında görülen değişimlerin bir sonucu
olarak alfabe yazısının ilk ortaya çıktığı yerler olarak kabul edilir. MÖ 2.
binyılın ikinci yarısında Ugarit’te kullanılan yazılar; Mısır, Akad yazıları,
Hitit hiyeroglifleri, Kıbrıs-Minos yazısı ve Ugarit çiviyazısıdır. Ugarit
alfabesi, temelde sessiz harflerden oluşan otuz harflik bir alfabedir. Bu
alfabe ancak Demir Çağında, Yunanistan yoluyla eski dünyada yayılabilmişse de
kökleri Sümer çiviyazısına dayanır. İngiliz Sami
dilleri ve Eski Yakındoğu uzmanı Alan
Ralph Millard, alfabenin yayılma sürecini şöyle açıklar:
Tacirlerin yoğun olarak toplandıkları bir yerde kalem ve mürekkeple papirüs
üzerine Mısır diliyle yazmak üzere eğitilip yetiştirilmiş, ama çiviyazısından
ve belki de başka yazılardan da haberdar bir yazmanı gözünüzün önüne getirin.
Aslında söz konusu yazılardan hiçbiri tam olarak kendi diline uymamaktadır;
tümü de yazılabilmesi son derece çetrefilli yazılardır. Bazılarında sesli ve
sessiz harfler için birden fazla dizi bulunmak üzere hepsinde sessizler için
işaretler vardır. Sami dilinde bir sessiz ile bir sesli harften oluşan yalın
hecelerin seslerinin uygun biçimde dile getirilebilmesi için yüz kadar işarete
gereksinim duyulur. Fonetik olarak seslileri belirlemede kullanılan Mısır
işaretlerinde sesliler belirtilmez. ... Yazmanımız Mısır işaretlerini kabul
etmez; ama aynı amaçla, nesnelerin adlarının yalnızca ilk hecelerini vermek
için onları çizerek, kendi işaretlerini yaratır. Böylece ‘su’yu (mayim)
gösteren yalın bir resim ya da ona benzer bir biçim, m + herhangi bir seslinin
bir araya gelmesinden oluşacak seslileri temsil edebilir, aynı şekilde bir baş
(resh) resmi de r + herhangi bir sesliden oluşan heceyi temsil eder
olur. Sonuçta, yazman kendi dilindeki her bir sessiz için alfabesinde bir
işarete sahip olmuştur.
Aydınlanmanın ikinci Odağı: İyonya
Aydınlanmanın asıl odağı Sümer ülkesinden sonra ara
durakları Orta Anadolu (Hatti-Hitit) ve Doğu Akdeniz Kıyıları (Ugarit-Fenike)
olmuş, ikinci odak ise İyonya olmuştur. Şimdi bu ikinci odak noktası üzerinde
biraz duralım.
E. Akurgal’ın Batı Uygarlığı’nın Doğduğu Yer:
Ege kitabının sonunda sıraladığı Batı uygarlığının mayasını oluşturan onbeş
madde; Ege’nin doğu yakasındaki ‘Doğu Hellenler’in batı yakadaki Hellas
Hellenleri karşısında kültür ve sanatta üstün başarılarının bir özetidir. Ancak
İyon halkının ‘Hellenliği’ tarihsel
belgelere değil, MÖ 5. yüzyılda, milliyetçi duygularla Atina’da yazılan
mitoslara dayanır; mitos adı üstünde tarih değildir. İyonlar;
tanrılar, bilim, yazı da içinde olmak üzere tüm düşünsel ve kültürel
başarılarını Anadolu ve ticaret yaptıkları Doğu Akdeniz halklarına borçludur.
Akdeniz Üniversitesi öğretim üyesi Prfo. Fahri Işık’a göre İyonyalıların göçle gelen Atinalılar
olmadığı, yerli oldukları da Mısır’da okunan göçten en az 200 yıl önceki bir
zamanın ‘Büyük Ionia’ tanımıyla belgelenmiştir.
Anadolu uygarlıklarının en önde gelen
bilginlerinden Ekrem Akurgal’ın İyonyalılar için söyledikleri özetle şöyledir:
Dünya edebiyat tarihinin başyapıtlarından olan Homeros’un ve Hesiodos’un
eserleri bu kültürünün yaratısıdır. Batı Dünyası’nda ilk lirik şiirini, ortaya
koymuştur. Fenikelilerden sonra daha büyük bir ölçüde dünya deniz ticaretini
geliştirdiler. Doğa olaylarının
dinsel ve mitolojik inançlara bağlanmadan, akılcı ve özgür düşünce ile ele
alınarak astronomi, fizik, geometri, matematik gibi pozitif bilimleri ortaya
çıkardılar. Protagoras’ın ‘insan her şeyin ölçüsüdür’ ilkesi insan haklarının korunmasına
önayak olmuştur.
F. Işık’ın aktardığına göre, Truva VI, Hitit ve
Phryg başkentleri ile Kaman kazıları, Akurgal’ın arkeoloji dünyasında çığır
açan birbirleriyle bağlantılı iki çok önemli savının, ‘M.Ö. 1200-800 arası
zamanda Orta Anadolu’da bir Karanlık Çağ’ın yaşandığı’ ve ardından gelen ‘Phrygler
ile birlikte Anadolu’nun kültür ve sanatta yüzünü ilk kez Doğu’dan çevirerek
Yunanistan’a döndüğü’ savlarının, doğru olmadığını göstermiştir. Yine F.
Işık’ın aktardığına göre, Homeros uzmanı J. Latacz ‘Avrupa kültürünün en güçlü köklerinin Anadolu’dan sürdüğü’ tümcesiyle
dost olmalıyız; çünkü gerçekte, Avrupa’nın anakenti Atina değil Milet’ (Not
2) olduğunu belirtir.
Truva ekibinin bilimsel üyesi olan C. B. Rose
(Not 3) da bir makalesinde özetle ‘Anadolu’nun kuzeybatı kıyılarının MÖ 1100
dolaylarında Kuzey Hellas’tan gelen Aioller tarafından kolonize edilmiş
olamayacağını; böyle bir hedefe yönelik büyük ve toplu bir göçün MÖ 5. yüzyıl
Atinası’nın propaganda amaçlı mitoslarının işi olduğunu’ söyler.
Batı uygarlığını Anadolu’nun batısında
yaratanların, ‘gerçek İonlar’ın, Atina soydaşı Hellenler olduğu savı, tarihsel
gerçeklere dayanmaz; çünkü MÖ 1200-800 arasında yazı yoktur. Bilinenler, sözü
edilen göçlerden 700 yıl kadar sonra Atina’da yazılan mitoslara, o ortamda
yazılan Herodotos’un Tarihi’ne dayanır (Hrd. I, 147). Bilindiği
gibi Halikarnaslı Herodotos, Atina yanlısıdır, mitos ise tarih değildir.
*
Milet, felsefenin ve Batılı bilimsel düşüncenin doğduğu yerdi. Buradaki
uygarlık Anadolu ve Doğu Akdeniz kıyılarındaki kültürlerinden esintilerin
birleşimiydi. Mezopotamya, Anadolu ve Mısır büyük uygarlıklarıyla bağlantısı
olması yüzünden Akdeniz ve üç kıtayla geniş bir malzeme ve düşünce alışverişi
olanağı ile Milet, bu entelektüel devrimin doğuşu için oldukça uygun bir yerdi.
Kent, ilk üç filozofun (Thales, Anaximandros, Anaximenes) doğum yeriydi.
MÖ 6. yüzyıla kadar birçok imparatorluk, olayları ilahi varlıkların
doğaüstü girişimlerinin ürünü olarak açıklıyordu. Miletli filozoflar, insan
biçimli tanrılar inanışı yerine gelişmiş ve mantıksal bir teoloji üretmeye
çalıştılar. Ama bu yeni teolojinin dinle pek ilgisi yoktu; tanrıların
geleneksel özelliklerinin çoğunu kaldırdılar, mitlerdeki açıklamaları
umursamadan kendi açıklamalarını yaptılar. Bu açıklamalar geleneksel değil,
mantıksaldı. Yaklaşımları, doğal süreçleri doğaüstü güçlerin yönettiği görüşünü
kabul etmiyordu, onun yerine ilahi eylemleri doğa yasaları olarak
tanımladılar.
Yakındoğu’nun Yunan Kültürüne Etkisi
Burada bir parantez açarak
Yakındoğu’nun Yunan kültürüne etkisine değinmek istiyorum. Yunan kültürünü,
komşularının hiçbir katkısı olmadan, bir mucize (Yunan Mucizesi) olarak
kendiliğinden ortaya çıktığı biçiminde tanımlayanlar vardır. ‘Doğululaştırma (orientalizing)’ yüzyılı olarak tanımlanan MÖ 750-650 dönemine odaklanan Yunan mitoloji uzmanı Alman bilimci Walter
Burkert, ‘Sami Doğu’nun etkisi altında
Yunan kültürü özgün parlamasını yaparak kısa sürede Akdeniz’de kültürel
üstünlüğe ele almıştır’ diyerek bu çarpık görüşe karşı çıkar. Asurların
istilaları, Fenike ticareti, Yunanların Doğu ve Batı’daki keşiflerinin olduğu
bu dönemde yalnızca doğunun beceri ve görüntüleri değil, yazı sanatı da Grek
dünyasına aktarılır. W. Burkert, geniş ölçüde arkeolojik, metinsel ve tarihi
kanıtlara dayanarak, Doğu örneğinin önemli derecede Homeros döneminde Yunan
yazını ve dinini etkilemiş olduğu sonucuna varır. Onun bu konudaki görüşünün
ayrıntısına burada girmek istemiyorum. Bu konuda isteyen okurlar benim, Eski
Yunanlar ve Romalılar çalışmamdan yararlanabilirler.
Özetle, ekonomik etkinlikler, askeri genişleme ile
bağlantılı olarak, Yakındoğu’dan çıkan ve büyüyen, okuryazarlık da içinde olmak
üzere kültürel süreklilik, tüm Akdeniz'e MÖ 8. yüzyılda yayıldı. Doğu'nun
yüksek kültürleri ile eski Yunanlar yoğun ilişkiye girdi. Kültürel egemenlik bir süre Doğu’da kaldıysa da Yunanlar
aldıklarını hem benimsedi hem de bunları dönüştürmede, kendi ayırt edici kültür
formları geliştirmeye başladı.
John Boardman’ın, özellikle Yunan
sanatı üzerine söylediği gibi, ‘Beşinci
yüzyıldan önceki Yunanistan’a, batılı dünyanın doğulu uzantısı olarak bakmak
yerine, doğulu dünyanın batılı uzantısı olarak bakmak bence daha kolay.’ Bu dönemde Doğu-Batı bağlantıları ‘Ege Dünyası’ Tunç Çağından
daha yoğundur.
Bir Yunan Mucizesi olduğunu savunan C. Şengör’ün
katılmadığım görüşü özetle şöyledir: Gelişen Helen kültürünün kaynakları
arasında Mısır ve Mezopotamya kültürleri vardır. Ama binlerce yıllık, aykırı
bir ortam içinde tümüyle bireysel rastlantılara bağlı, tutucu gelenekleri
zorlayan fakat değiştiremeyen çok yavaş bir gelişmenin ürünlerinin, ‘Yunan
Mucizesi’ denilen ve tüm tutucu gelenekleri altüst eden ani aydınlanma ile
ilgileri, Babil astrologları ile Newton arasındaki ilgi kadardır.
Onun Yunan Mucizesi dediğini İyonya Aydınlanması olarak
alırsak, bu aydınlanmanın, demokratik bir kent devleti olan Milet'te, Thales
ile Anaksimandros'un ortak keşifleri olan eleştirel akılcı düşüncenin,
doğa sırlarının araştırılmasına uygulanması ile başladığı doğrudur.
Anaksimandros'un mantıksal analizle ürettiği ‘Dünya boşlukta duruyor’ kuramı,
Şengör’e göre onun, insanlığın yaptığı en cüretkar entelektüel sıçramayı temsil
eden en çarpıcı ürünüdür.
Doğa olaylarına Thales'ten önce, mitoloji çerçevesinde olsa
da bazı açıklamalar getirilmiştir. Burada, C. Şengör’ün deyişiyle Thales'in
görüşlerini ‘bilim’, kendisinden önce ortaya atılan tüm görüşleri de ‘bilim
öncesi’ yapan, Thales'in, bu görüşleri Tanrıdan gelen bir vahiy veya mitolojik
masal olarak değil de eleştiriye açık, insan aklının ürettiği hipotezler olarak
sunmasıdır. Şengör’e göre bu noktada, Anaksimandros insanlık tarihinde,
insanın fikirsel gelişmesine belki de en büyük katkıyı oluşturan tarihi
eleştirisini yapar.
Anaksimandros'un
Thales'in ilkel kaynağın su olduğu tezine karşı geliştirdiği ve gene gözleme
dayanmayan bir kavram olan ‘apeyron‘, yani ‘sonsuz, sınırsız’ diye
nitelendirdiği bu ilksel şeyin doğası üzerine, onun eserlerinden doğrudan kalan
malzeme hemen hemen yok gibi olduğundan, bu konuda doyurucu bir sonuca
varılamaz.
Denizci
bir halk olan eski Yunanlar pusulanın olmayışından dolayı yıldızlara dayanmak
zorundaydılar. Burada da Babillerin derledikleri sonuçlardan yararlandılar.
Onların MÖ 2. binyılda düzenlemiş oldukları yıldızlar kataloğunun kopyaları
Hitit başkentinin krallık kitaplığında yer alıyordu. Bu katalogdaki bilgiler MÖ
1200’den önce Ege’ye doğru yayılmıştı. Dolayısıyla Thales’in, MÖ 585’deki Güneş
tutulmasını hemen hemen kesinlikle önceden haber vermesi, salt kendi gözlemlerine
dayanmıyordu. Büyük olasılıkla çıkarsamalarını Mezopotamya'dan alınmış verilere
dayandırmıştı.
Babil’deki
eski tapınak araştırma kuruluşları matematik metinleri ve astronomik
gözlemleri, MÖ 20 yılına kadar çiviyazısına geçirmişti. Yunanlar bu eski bilim
merkezlerine devam edip, zamanımızın doktora sanına eşiti olan Kaldeli (Keldoni - müneccim) unvanlarını alıyorlardı. Makedonya Kralı
İskender’in MÖ 331’de Babil’i istilası, Babil ve Yunan bilginleri arasında iki
yüzyıl sürecek sıkı bir işbirliğini başlatmıştı. Bu Eskdoğu’nun belli başlı
başarılarını ileride modern dünyaya aktarmak üzere geliştirilen bir
işbirliğiydi. İskender’in Babil’i istila ettiğinde
Babillilerin (Keldanilerin), 1903 yıllık astronomik araştırmalarla ilgili bir
takım çalışmalarının bulunmuş olduğu, bunların daha sonra Aristoteles'in eline
geçtiği de ileri sürülür. Öte yandan İskender, Pers İmparatorluğunu istilası
sırasında içinde 12 bin öküz derisi üzerine yazılı arşiv bulunan Persepolis
Kraliyet kütüphanesini yaktırmıştır (Not 4).
Otto Neugebauer, The Astronomical Tables of Al-Khwarizmi (1962) adlı çalışmasında Babil matematiği ve onun Yunan matematikçileri ve daha sonraki
uygarlıkların matematikçileri üzerindeki etkisi üzerine tartışmasını özetlerken
şu sonuca varıyor: ‘Helenistik dönemin Mezopotamya matematiğini Babilliler,
eski Yunan yazarları, son olarak da Hint ve İslam matematikçilerle
ilişkilendiren sürekli bir geleneğin var olmuş olması gerektiğini
söyleyebiliriz.’
İyonya’yı Perslerin işgali sonucu birçok bilgin Atina ve
Güney İtalya’ya göçerler. Böylece İyonya Aydınlanması verileri Avrupa
topraklarına akar.
Magna Graecia
İyonya, MÖ 6. yüzyılın ortalarında Sisam'da doğan ve
güney İtalya'daki Yunan kolonisi Croton'a taşınan Pythagoras'un da doğum
yeriydi. Pythagoras ve izleyicileri, Yunan matematiğinin, özellikle geometri ve
sayılar kuramının temellerini atmakla tanınırlar. J. Freely’ye göre, Magna
Graecia'daki Yunan kolonileri bir doğa felsefesi merkezi olarak İyonya'ya rakip
oldular. Böylece burası Doğu bilimlerinin Avrupa’ya aktığı bir merkez durumuna
gelmişti. Atina, Pers Savaşları'nın sona ermesiyle başlayan ve İskender'in
ölümüyle sona eren MÖ 479-323 klasik döneminde Yunan dünyasının kültür merkezi
haline geldi.
Helenistik dönem
Helenistik dönemin başlarında, Mısır'daki yeni
İskenderiye kenti, Yunan dünyasının entelektüel merkezi olarak Atina'nın yerini
aldı. İskenderiye'nin entelektüel yaşamı Müze ve Kütüphane gibi
iki ünlü kuruma odaklanmıştı. Müze ve Kütüphaneyi, kral Ptolemy I Soter (MÖ
305-283) kurmuş, oğlu Ptolemy II Philadelphus (MÖ 283-45) geliştirmişti.
Pergeli matematikçi Apollonius'un (MÖ 262) sırasıyla hem
Arapça hem de Latinceye çevrilen Konikler Üzerine adlı eserini Johannes
Kepler ikinci gezegen hareketi kanununda, Isaac Newton hem gezegenlerin hem de
karasal mermilerin hareketinin analizinde kullandı.
Antik Yunan astronomisi, Claudius Ptolemaeus'un
çalışmalarıyla doruğa ulaştı. Yazılarının en ünlüsü, gök cisimlerinin
hareketinin ayrıntılı bir açıklaması olan, daha çok Arapça adı Almagest
ile bilinen Mathematiki Syntaxis'idir.
Felsefesi ve bilimi sonunda Yunan topraklarından yeni
ortaya çıkacak İslam dünyasına aktarılacak olsa da antik dünyanın sonu
geliyordu.
Otto Neugebauer (Astronomy and History Selected Essays, 1983)’e göre Yunan
astronomisinin Babil yöntemlerine bağlılığı, tüm hesaplamaların altmışlık
gösterimde yapılması gerçeği yüzünden açıktır. Eski astronomi bilimi Ptolemaios
ile doruğuna ulaşmıştı. Ptolemy (yaklaşık MS 150) kuşkusuz tüm zamanların en
büyük bilginlerinden biriydi. Tek başına onu antik dünyanın en önemli yazarları
arasına sokabilecek üç büyük eser bırakmıştı: Almagest, Tetrabiblos, Coğrafya.
Bu eserler Ortaçağ dünyası üzerinde çok büyük etki yapmıştır.
Yunan matematiği’ denilince aklımıza gelen ve en açık biçimde Euclid'in Elemenler
(yaklaşık MÖ 300) ile temsil edilen bu matematik türü, Platon (Theaetetus
ve Eudoxus, yaklaşık MÖ 400) zamanında başlayıp, Elementler’de
yoğunlaşan ve son kez Arşimet ve Apollonius'un (MÖ 200) eserlerinde ortaya
çıkan çok kısa bir dönemi kapsar.
Asur İmparatorluğu, Pers İmparatorluğu ve onun Helenistik ardıllarının
yolunu açtı. Politik olarak güçsüz olan Babil, dünya çapındaki bir
imparatorluğun hayranlık uyandıran bir kültür merkezi haline geldi. Binyıllık
kesintisiz gelenek, genç kültürlerin hayranlığını çekti, Babil bilgeliği mitini
yarattı; hayranlığın ana amacı, dini spekülasyona tükenmez yeni olasılıklar
açan ‘Keldani’ bilimi olan astrolojiydi. Artık Babil'de İranlı rahipler,
Yahudiler ve Yunanlar yaşıyordu, basit karakterlerle yazılmış uluslararası bir
deyiş olan Aramice genel iletişimi kolaylaştırıyordu. Tam da bu fiilen var olan
enternasyonalizm, ulusal kültürler arasında rekabet yarattı.
Bu entelektüel rekabet atmosferinde, Babil katipleri ve rahipler okulu,
önceki zamanların binlerce metin, dilbilimsel yönlerden bile eski Sümer
geleneklerine geri dönen bir Babil rönesansı yaşattı. Entelektüel merkezlerin
bu canlanması, Babil rahiplerinin Yunanlara bilgeliklerini öğrettiği Babil
astronomisinin son dönemini oluşturuyordu. Bu gelişmelerden de anlaşılacağı
üzere insanlığın büyük atılımlarında oldukça farklı kültürler arasındaki
temas ilk itici gücü veriyor gibi görünüyor.
Helenistik
Bilimin Kökeni ve Aktarımı
Otto Neugebauer ‘e göre ‘Antik bilim’in merkezi ‘Helenistik’ dönemde,
yani İskender'in doğu uygarlıklarının antik bölgelerini istilasını izleyen
dönemde yatar. ‘Helenizm’in bu eritme potasında, daha sonra Hindistan'dan Batı
Avrupa'ya kadar uzanan bir alana yayılan, Newton zamanında modern bilimin
yaratılmasına kadar egemen olan bir bilim biçimi geliştirildi. Öte yandan
Helenistik uygarlığın kökleri, üzerinde geliştiği coğrafyanın sakinlerinin daha
önce beslendiği doğu uygarlıklarına dayanır.
Astronomiyi, MÖ 600 dolaylarında ortaya çıkışından Laplace, Lagrange ve
Gauss günlerine bilimin gelişmesinde en önemli güç olarak gördüğünü söyleyen O. Neugebauer, astronominin kökeni tarihinin bilim tarihinin en
parçalı bölümlerinden biri olduğunu da ekler. Matematik içerikli çiviyazılı
tabletler yaklaşık MÖ 1800'den beri biliniyor. Bu metinlerin iki dönemi vardır.
İlki MÖ 1800-1600 arasındaki ‘Eski Babil’, ikincisi MÖ 300-0 arasındaki
‘Seleukos’ dönemidir, oysa astronomik metinler yalnızca ikinci döneme aittir.
Helenistik matematiğin ve astronominin kökenini yeniden inşa eden Euclid'in
‘Elementler’i ve Ptolemy'nin ‘Almagest’i tüm öncellerini çok az hayatta kalma
şansı bırakarak yalnızca ‘tarihsel ilgi’ nesnelerine indirgemiştir. Ptolemy'nin
astronomisi muhtemelen büyük ölçüde 300 yıl önce hem Yunan hem de Babil
fikirlerinden etkilenen Hipparchus’un elde ettiği sonuçlara dayanır.
Aslında Yunan tarihçileri, ellerinde kaynak malzeme olmadığında modern
tarihçilerin yaptığı gibi hareket etmişlerdi: kendi zamanlarının kuramının gerekliliklerine
göre olayların sırasını yeniden kuruyorlardı. Bugün, erken Yunan filozoflarına
dayandırılan tüm olgusal matematiksel bilginin, MÖ 4. yüzyıl matematikçilerinin
kullandığı herhangi bir yöntemin yüzyıllar önce bilindiğini biliyoruz.
Spekülatif düşünce tarihinde, Platon ve Aristoteles'in Doğulularla doğrudan
teması üzerine çok şey söylenir. Örneğin bir Farsın Platon'a Zerdüşt'ün dini
üzerine bilgi verdiği; Aristoteles'in yeğeni Callisthenes'in Babil astronomik
kayıtlarını Atina'ya getirdiği sanılıyor.
Astronomik bilginin bir ulustan
diğerine aktarılmasının ana nedenlerinden biri, kuşkusuz, yeryüzündeki
olayların nedenlerine ilişkin fikir veren tek bilim olarak astrolojiye olan
inancın yayılmasıydı. İslam'ın bilimsel etkinliğinin Abbasiler döneminde Bağdat'ta
başladığı iyi bilinir; Harizmi (Al-Khwirizmi)'nin astronomik tabloları Hint ve
Yunan yöntemlerinin tuhaf bir karışımı olduğu söylenir. Helenistik bilimin
İslam dünyasındaki aktarımı çevireler yoluyla başlamıştır.
Antik Çağ Bilim ve Felsefesinin Batı’ya Aktarılması
Klasik Yunanların özümsediği Babil matematiği ve
astronomisinin, bir bölümü Güneydoğu Anadolu ve Mezopotamya'nın Helenleşmiş
insanları aracılığıyla; bir bölümü de Hintliler aracılığıyla İslam’a (Not 5) aktarıldı.
Eski Yunancadan Arapçaya ilk çevirilerin çoğunu,
Güneydoğu Anadolu, Suriye, Mezopotamya ve İran'da yaşayan Süryanice konuşan
Hıristiyanlar yapıyordu. Bunlar, özellikle Edessa (Urfa) ve Nisibis
(Nusaybin)'deki Nasturilerin manastırları ve okulları aracılığıyla seküler
Yunan öğrenimini özümsemişlerdi.
Doğu Roma (Bizans) İmparatoru Justinian 529'da paganların
ders vermesini yasaklayan bir ferman çıkardığında klasik geçmişle son doğrudan
bağı da kopardı. Sonuç olarak, Atina'daki eski Platonik Akademisi kapatılıp
öğretmenleri sürgün edildi. Sürgüne gidenler arasında Miletli İsidoros da
vardı. Daha sonra dönmesine izin verilince Justinian, onu Tralles'li Anthemius
ile birlikte Ayasofya kilisesini tasarlamak ve inşa etmekle görevlendirmişti.
Miletli Isidorus, antik çağın son fizikçisiydi, onun
zamanında antik Greko-Romen dünyası ortadan kalkmış, yerini Hıristiyan Doğu
Roma İmparatorluğu'nun temsil ettiği yeni düzen almıştı. Doğu Roma, çok
geçmeden hem Batı'dan hem de Doğu'dan gelen işgalcilerle uzun savaşımına başlayacaktı.
Ortaçağ başlamıştı, klasik geçmişi anımsayabilen çok az kişi dışında Yunan
felsefesi ve bilimi sona ermiş, Atina'nın ünlü okulları kapatılmış, İskenderiye
Müzesi ve Kütüphanesi yıkılmıştı. Milet'teki ilk fizikçilerin bin yılı aşkın
bir süre önce kanatlandırdıkları fikirleri sürdürmek için son filozoflar ve
bilginleri, ardılları olmadan bu dünyadan ayrılıyorlardı.
Çeviri hareketi aslında Emeviler döneminde, bazı Yunan
tıbbi eserlerini, Yahudilerin yanı sıra çoğunlukla Hıristiyanlar Süryaniceden
Arapçaya çevirmeleriyle başlamıştı. Emevilerin yerine Abbasileri geçiren 750
yılındaki devrimde Türkler ve Farslardan oluşan Horasan halkı, Abbasilere ordusunu,
komutanlarını ve aydınlarından birçoğunu sağlamıştı. Böylece
bilim ve felsefe Bağdat'a, Batı'dan Atina, İskenderiye ve Konstantinopolis
yoluyla; Doğu'dan Horasan’dan ve Hindistan'a uzanan birçok yoldan gelmişti.
İlk Abbasiler döneminde Bağdat'taki çeviri programı,
başlangıçta temelde bir kütüphane gibi görünen ünlü Beytü'l-Hikme (Hikmet Evi)
merkezliydi. Pehlevi el yazmalarının bir bölümü Arapçaya çevrildi. Dimitri
Gutas’a göre, Hikmet Evi’nin birincil işlevi, Sasani tarihi ve kültürünü
Farsçadan Arapçaya çevirmekti.
Talas Savaşı (751) sonucunda tutsak alınan Çinliler
arasında kağıt üretimini bilen ustalar da vardı. Bunlar aracılığıyla Bağdat’ta
başlayan kağıt üretimiyle el yazmaları bollaştı, kitaplar yaygınlaştı,
kitapçılık mesleği gelişti. Felsefe, bilim, tarih, edebiyat ve tüm bilim
dallarındaki eserler, okuma yazma bilen herkesin kullanımına açıldı. Böylece
Bağda, tüccarlar, zanaatkarlar, öğrenciler ve akademisyenler için bir çekim
merkezi oldu. Bağdat Aydınlanması böyle başladı
Bağdat
Aydınlanma Odağı
Abbasiler hanedanının iktidara gelmesi ve Bağdat'ın kurulmasıyla (762), iki
yüzyıldan uzun süren bir Yunanca-Arapça çeviri hareketi başlatıldı. Onuncu
yüzyılın sonuna gelindiğinde, astroloji, simya, fizik, matematik, tıp ve
felsefe gibi çeşitli konular da içinde olmak üzere geç antik çağda var olan
neredeyse tüm bilimsel ve felsefi laik Yunan eserleri Arapçaya çevrilmişti.
Çevirilerin
başlatılması üzerine kuramlarından birincisi, çeviri hareketinin, Yunanca (özel
eğitimlerinden dolayı) ve Arapçayı (tarihsel koşullarından dolayı) akıcı bir
şekilde bilen Süryanice konuşan birkaç Hristiyan'ın bilimsel çabasının sonucu
olduğunu savunur. İkincisi, bunu birkaç ‘aydınlanmış hükümdarın’ bilgeliğine ve
açık fikirliliğine bağlar. D. Gutas’a göre bu yaklaşım, Avrupa aydınlanma
ideolojisinin geriye dönük bir izdüşümünde tasarlanmıştı. Bunlar doğru olmakla
birlikte, çeviri hareketine verilen destek, dinsel, mezhepsel, etnik, kabilesel
ve dilsel ayrımları aşar. D. Gutaş, Bağdat'ın bu çeviri hareketi, hangi
standartta olursa olsun, insanlık tarihi boyunca gerçekten çığır açıcı bir
aşama oluşturduğunu; Perikles'in Atina'sı, İtalyan Rönesansı ya da 16. ve 17.
yüzyılın bilimsel devrimi ile aynı önemde ve aynı anlatıda olduğunu savunuyor.
Doğu’nun Son
Yıldızları
Bugünkü Özbekistan ve Türkmenistan'da birbirlerinden 400 km uzaklıkta
yaşayan iki genç 999 yılında mektupla bir yazışmaya girmişti. İkisinden daha
yaşlı olanı -yirmi sekiz yaşındaydı- on sekiz yaşındaki tanıdığına bilim ve
felsefeyle ilgili çeşitli konularda bir soru listesi gönderdiğinde fikir
alışverişi başlamıştı.
Yıldızların arasında başka güneş sistemleri var mı, yoksa evrende yalnız mıyız
diye soruyorlardı? Altı yüz yıl sonra, Giordano Bruno (1548-1600) dünyaların
çoğulluğunu savunduğu için kazığa bağlanarak yakılmıştı, ancak bu iki adama
göre yalnız olmadığımız açıktı. Ayrıca dünyanın bir bütün olarak mı
yaratıldığını, yoksa zaman içinde evrimleşip gelişip gelişmediğini de
soruyordular. Burada Yaratılış kavramını kabul ediyorlardı, ancak dünyanın o
zamandan beri derin değişikliklere uğradığı konusunda kesinlikle aynı
düşüncedeydiler. Temelde her ikisi de evrimsel jeolojiyi, dahası Darwinizm'in
kilit noktalarını sekiz yüzyıl öncesinden tahmin ediyorlardı.
Yirmi sekiz yaşındaki Biruni (973-1048), Aral Denizi yakınlarında doğmuştu,
coğrafya, matematik, trigonometri, karşılaştırmalı din, astronomi, fizik,
jeoloji, psikoloji, mineraloji ve farmakoloji alanlarında fark yaratmıştı. Onun
genç muhatabı İbn Sina (980–1037), dönemin büyük öğrenim merkezi olan görkemli
Buhara kentinde büyümüştü. Tıp, felsefe, fizik, kimya, astronomi, teoloji,
klinik farmakoloji, fizyoloji, etik ve müzik kuramına alanlarında iz
bırakacaktı. Onun yetkin Tıp Yasası Latinceye çevrildiğinde, Batı'da modern
tıbbın başlamasını tetikledi, tıbbın İncil'i haline gelmişti. Bugün birçok kişi
her ikisini de antik çağ ile Rönesans arasındaki en büyük bilimsel beyinler
olarak görüyor.
İbn Sina’nın, Biruni'nin savlarını başka yerlerdeki yetkililerle aynı
fikirde olup olmadıklarını görmek için kontrol edeceğini bildirmesi, her biri
kendi uzmanlık alanı olan ayrı bilgi alanlarının varlığının çığır açıcı bir
kabulüydü, bir filozof ve tıp uzmanı olarak onun her alanda yargıda bulunmaya
yetkili olmadığının kabulüydü. Ayrıca, bugün akran değerlendirmesi dediğimiz
şeyi talep etmesi büyük, yetkin ve birbirine bağlı bilginleri ve düşünürler
topluluğunun varlığının açık bir göstergesiydi. Hem Biruni hem de İbn Sina aslında
bilimsel keşfin özüyle uğraşıyordu.
S. F. Tarr’a göre, bu gerçekten bir
aydınlanma çağıydı, Orta Asya'nın dünyanın entelektüel merkezi olduğu birkaç
yüzyıllık kültürel çiçeklenme dönemiydi. Bu büyük entelektüel etkinliğin başlangıcı
ve bitişi 750 ve 1150 olarak saptanır.
Bu kültürel çiçeklenmenin coğrafyasına
Arap dini ve politik tarihinin merceğinden bakanlar, bölgeyi bir ‘İslami Doğu’
olarak görürler. Sovyet yönetimi boyunca, bu bölge yalnızca Kazakistan,
Kırgızistan, Tacikistan, Türkmenistan ve Özbekistan’ı, kapsayan bir Orta Asya
olarak düşünülür. Çoğu gözlemci, Asya'nın kalbinde çok daha geniş bir kültürel
bölgenin varlığını fark etti; bölge, beş yeni devletin yanında çok daha geniş
alanı kapsıyordu. Afganistan, bu daha geniş kültürel bölgenin merkezi bir
bileşeni olarak görülüyordu. Çin'in Sincan eyaleti de böyleydi. Antik Horasan
bölgesi (Doğan Güneşin Ülkesi), Orta Asya'nın bu kültürel alanının bir
parçasıydı.
Bu dönem gerçekten ansiklopedik bilgi
yığınları biriktiren, daha sonra birçok farklı alana orijinal katkılarda
bulunan polimat denilen bireysel düşünürlerin çağıydı. Daha sonraki ve
daha uzmanlaşmış bir çağın ürünü olan ayrık disiplinler kavramı onların
yabancısıydı. Gerçekten de Orta Asya'nın Aydınlanma Çağı, Fransız Diderot'nun
ünlü Ansiklopedisini yayınladığı, İsveçli Linnaeus'un tüm bitkileri düzenli
kategoriler halinde düzenlediği 18. yüzyıl Avrupa Aydınlanmasını önceden haber
veriyordu.
Yaşamın en önemli sorularına yanıt arayan ve bu yanıtı
bulmak için gerekli bütün araçlarının bulunduğunu düşünen bu entelektüellerin,
böylesine cesur çıkışlarına, onlardan üç kuşak sonra gelen Gazali karşı
çıkacak, İbn Sina’yı sapkınlıkla suçlayacaktır. Orta Asya aydınlanmasının niçin
kaybolduğunun tek bir nedeni yoksa da hiç kuşkusuz bu dar bakış açısı da önemli
nedenlerden biridir.
İslam öncesi dönemde Yunan, Süryani, Hint ve Çin
metinlerini eski Farsçaya çevireler ağırlıklı olarak Orta Asyalılardır. Daha
sonra Yunanca eserler Arapçaya çevrilmeye başlandığında bu süreçte de aktif rol
oynarlar.
İslam öncesi Orta Asyalıların en önemli özelliklerinden
biri, sorgulayıcı bir zihne sahip olmalarıdır.
Abbasilerin iktidara gelmesi sonrasında Yunan uygarlığının
Roma’ya egemen olması gibi Orta Asya uygarlığı da Bağdat’a egemen oldu. Orta
Asya kökenli ve Budizm’den İslam’a dönme Bermekiler felsefe, tıp, matematik,
astronomi ve insan bilimleri gibi alanlarda önderliği üstlendiler. Çoğunlukla
Fars ve Türk asıllı Orta Asyalı bilim ve düşünce insanlarını desteklediler.
Yunancadan Arapçaya çevirinin asıl destekçileri de Bermekilerdi. Kağıt üretimi
yapıp kitap ticaretini geliştirenler de onlardı.
Bağdat’ta entelektüel etkinliklere olan desteğin
kesilmesi bu etkinliklerin Orta Asya’ya kaymasına neden olmuştur. Horasan daha
Ortodoks ve gelenekçi bilginler yetiştirdiği gibi kuşkucu ve serbest fikirli
insanlar da yetiştirmiştir. Buhara politik ve entelektüel merkez olarak öne
çıkmıştı.
Aydınlanma
üzerine yazan Onur Bilge Kula, Aydınlanmanın
çocukluk ve gençlik çağını Doğu’da geliştirildiğinin ve Batı’da olgunlaştığının
bir yansıması olarak ortaya koyuyor.
Yukarıda 12. yüzyıldan sonra düşünce üretme alanında
Avrupa üstünlüğünün başladığını belirtmiştik. Şimdi çağdaş aydınlanmanın odağı
Avrupa’daki gelişmelere çok olarak değinmek istiyorum.
Çağdaş Aydınlanma Odağı: Avrupa
Avrupa’nın 10.-12. yüzyıllarda
Doğu uygarlıklarıyla temasları sonucu Suriye’den, Anadolu’dan Arapça ve Yunanca
el yazmaları gelir; İspanya’da (özellikle Toledo), İtalya’da (Piza, Roma),
Sicilya’da Latinliğin ileri-karakolu olan ve kitaplığı 11. yüzyıl ortalarında
yeniden kurulmuş olan Mont Cassin Manastırında çeviriciler, bu eserleri Latince
bilen rahiplerin yararlanmasına sunarlar. Böylece Avrupa Aydınlanmasına giden
yolun taşları döşenmiş olur.
Aydınlanma (Almanca Aufklarung, İngilizce
Enlightenment, Fransızca Lumieres) deviniminin
amacı, insanları, esasta ‘kötü’ ve ‘köleleştirici’ olduğuna inanılan mit,
önyargı ve hurafenin (dolayısıyla da bunları üreten ve besleyen kurulu dinin
(Not 6) temsil ettiğine inanılan eski düzenden kurtararak, yine temelde ‘iyi’
ve ‘özgürleştirici’ olduğu kabul edilen ‘aklın düzeni’ne sokmaktır.
Nasıl 1789 Fransız Devrimi, toplumsal
ve politik sonuçları nedeniyle günümüzdeki politik bölünmelerin (Not 7) esas ve
kök nedeni olmayı sürdürüyorsa, Aydınlanma da bağımsız ilkeler, çeşitli
ideolojileri ile entelektüel tavır alışlarda ve ayrışık dünya görüşlerinin
ayırdedici çizgisi olarak anlaşılır.
Aydınlanmanın ön-tarihinde, 15.
yüzyılın Rönesans devinimi, 16. yüzyıldaki Reform ve 17. yüzyılın
Kartezyen felsefesi bulunur. 18. yüzyıl ise Aydınlanma yüzyılıdır. Bu yüzyılın
ayırdedici niteliği akıl kavramıdır. Akıl kavramı, Aydınlanma yüzyılının
birleştirici ve merkezi bir noktasını oluşturur. Bu akıl kavramı evrenseldir.
Fransız Aydınlanması rasyonalizmle,
İngiliz Aydınlanmasını ampirizmle, Alman Aydınlanmasını da idealizmle
nitelendirilir. Rusya ve İtalya gibi Avrupa tarihine sonradan katılan
toplumlarda ise Aydınlanmaya entelektüel bir girişim ya da bir despotun
politik hedeflerinin nesnesini oluşturuyordu.
Kant, ‘Aydınlanmanın ne olduğu’, ‘içinde bulunulan çağın
aydınlanmış bir çağ olup olmadığı’ sorularını kavramsal ve felsefi bir
derinlikle yanıtlamıştı. İçinde yaşadığı tarihsel dönemin aydınlanmış
bir çağdan çok bir aydınlanma çağı olduğunu bildiren Kant, Aydınlanmayı,
fiilen erişilmiş bir durumdan çok sürmekte olan bir süreç olarak ele alır.
Buna, d' Alembert felsefe çağı, Kant eleştiri çağı derken Thomas
Paine akıl çağı der.
Peter Gay Avrupa Aydınlanmasını
temsil eden düşünürlerin, üç kuşaktan oluştuğunu belirtir: Montesquieu ve
Voltaire’in öncelikle yer aldığı, Newton ve Locke’ın düşüncelerinin başat
kaldığı ve daha sonraki iki kuşağın ortaya çıkmasında katkıda bulunan ilk
kuşak, yüzyılın ortasında olgunluğuna kavuşan Buffon, Franklin, Hume,
Rousseau, Diderot, Condillac, Helvetius ve d’Alembert'in Aydınlanma düşüncesine
belli bir bakış açısı kazandıran ikinci kuşak, Kant, Turgot, Condorcet
ve d’Holhach gibi adlarla Aydınlanmanın kendi sınırına vardığı üçüncü kuşak.
Bu üç kuşağın varlığı Aydınlanma düşüncesinin kendi içinde bir evrim
geçirdiğini gösterir. Bu evrimini ilk aşamasında daha sonraları Aydınlanmanın
temel sorunsalını oluşturacak felsefi, bilgibilimi (epistomoloji),
bilimsel ve politik sorunlar ortaya atılacaktır.
Newton’dan gelen boyut bilimsel, Locke’tan gelen boyut felsefi
ve epistomoloji, Montesquieu’dan gelen boyut ise politik
sorunların tartışılmasına olanak veren bir zemin hazırlayacak, Voltaire bu
zeminde akla gelebilecek her konuda yeni bir düşünce biçiminin sözcülüğünü,
politik olarak kaypak bir tutumla da olsa, üstlenecektir. İkinci kuşak
düşünürler, Aydınlanmanın bir entelektüel girişim olarak kurumsallaşmasına
hizmet etmişlerdir. Fransa’da Ansiklopedistler; İngiltere’de Hume ve
izleyicileri, Almanya’da Thomasius ve Wolff çabalar göstermişlerdir.
Aydınlanmış despotlara isteyerek ya da istemeyerek hizmet etmeleri biraz da bu
nedenledir. Üçüncü kuşak düşünürlerde, baskın olan Aydınlanmanın felsefi ve
tarihsel geleceğinin belirlenmesine yönelik bir çabadır. Bu geleceğin güvenceye
alınması isteği ilerleme düşüncesinin kurulmasına yol açmıştır (A. Çiğdem).
Kopernik’in Öncelleri
Avrupa biliminin gelişimi, 1543'te Nicholaus Copernicus
(asıl adı Niklas Koppernigk idi)'un (1473-1543) güneş merkezli kuramı
yayınlandığında, gezegenlerin dünyanın değil güneşin çevresinde döndüğü yeni
bir aşamaya girmişti. Kopernik, De Revolutionibus'ta Sisamlı Aristarchus
(MÖ 3. yüzyıl)'tan söz ederse de Aristarchus'un, kozmosun merkezinin dünyanın
değil, güneşin olduğunu öne sürdüğünden hiçbir yerde söz etmiyor. F. Jamil
Ragep, Noel Swerdlow ve Otto Neugebauer’i izleyerek Kopernik’in kullandığı bazı
matematiksel yöntemlerin Fars, Türk ve Arap astronomlara dayandığı sonucuna
varır; şöyle diyor: ‘Kopernik'in [Arapça yazan] öncellerinin modellerini nasıl
öğrendiği bilinmiyor -İtalya üzerinden bir aktarım en olası yoldur- ancak
modeller arasındaki ilişki o kadar yakın ki, Kopernik'in bağımsız icadı
neredeyse olanaksız.’
Bilimsel
Devrim
Kopernik kuramı, önde gelenleri Tycho Brahe (1546-1601),
Johannes Kepler (1571-1630), Galileo Galilei (1564-1642) ve Isaac Newton
(1642–1727) olan, ancak hekimler, simyacılar, botanikçiler, filologlar ve
tarihçilerin hepsinin önemli roller oynadığı Bilimsel Devrim olarak
bilinen entelektüel bir uğraşının yolunu açtı. Bilimsel Devrim, Galileo'nun
öldüğü yıl olan 25 Aralık 1642'de doğan Newton'un çalışmalarıyla doruğuna
ulaştı.
Newton, Descartes'tan daha
uzağı görmüş olmasını ‘Devlerin omuzları üzerinde durması’ olduğunu söyleyerek
öncellerine saygısını sunar. Onun sözünü ettiği bu kişiler, başta Copernicus,
Tycho Brahe, Kepler ve Galileo olmak üzere Avrupalı öncelleri ile Pythagoras,
Empedokles, Demokritos, Platon, Aristoteles, Euclid, Arşimet, Apollonius,
Aristarchus, Ptolemy olduğu yazılarından anlaşılır. Newton, Yunan biliminin
çoğunun İslam dünyası aracılığıyla Avrupa'ya aktarıldığının kesinlikle farkında
olmasına karşın, herhangi bir İslam bilgininden söz etmiyor.
Notlar
Not 1: Bu başlık altında bir araştırma yapmaya beni özendiren Türkiye’nin
profesyonel ilk Turizm rehberlerinden Sayın Semih Adıyaman’a buradan iyi
dileklerimi iletiyorum.
Not 2: J. Latacz, Frankfurter
Allgemeine Zeitung, 9 Ekim 2001 (aktaran F.
Işık)
Not 3: Rose, C.B., Separating
Fact from Fiction in the Aiolian Migration, hesperia yy (2008) Pages
399-430
Not 4: W. Burkert, The Orientalizing
Revolution, s.172 dipnotu 24: R. A. Bowman, Aramic Ritual Texts from Persepolis (1970)
(Diodorus’a göre, Büyük İskender MÖ 330
yılında Persepolis’i ele geçirdiğinde
birliklerine, “kralın sarayı hariç” kenti yağmalamalarına izin vermişti.
Not 5: Kimi Avrupalı yazarlar, Arapça yazan herkesi Arap olarak
sunabiliyor. Bunların içinde Türk yazarlar da var. Doğrusu Arap bilimi, ya da
Arap felsefesi değil, İslam Bilimi ya da İslam felsefesidir. Buna İslam’ı
benimsemiş çok değişik etnik kökenden katkıda bulunanlar vardır.
Not 6: Aydınlanma döneminde bile, din
gerçekten çok aktif bir toplumsal gücü ve hakimiyeti temsil ediyordu. Roma
Katolik Kilisesinin din için zararlı gördüğü kitapların listesini içeren Index
gerçi kitapların basılmasını ve okunmasını engelleyemiyordu ama yine de
kumlu dinin yara almasına yol açacak herhangi bir teşebbüse karşı da duyarlı
olduğunu gösteriyordu. Birçok Aydınlanma düşünürü Indexe dahil olmaktan
kurtulamamıştı.
Not 7: Ulus devlet tartışmalarının
bir bakıma Fransız Devrimi’nin öngörülemeyen bir sonucu olarak nitelenmesi
mümkün gözükür. Her etnik unsura bir devlet mi, yâni ayrışma mı yoksa çeşitli
etnik öğelerin bir arada yaşamayı en azından sürdürdüğü daha geniş bir
örgütlenme mi, yâni birleşme mi sorunsalı bu tür bölünmelere bir örnek olarak
gösterilebilir.
Kaynakça
1.
Algaze, Guillermo, The
Uruk world system: the dynamics of early Mesopotamian civilization, University
of Chicago, 1993
2.
A.M. Celal Şengör, Bilgiyle
Sohbet popüler bilim yazıları, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,
İstanbul, IV. Basım Ocak 2015
3.
Bilgiç, Emin, “Anadolu’nun İlk Tarihi Çağının Ana Hatlarile
Rekonstrüksiyonu (Siyasi - idari ve iktisadi - içtimai bakımlardan)”, A.Ü. DTCF Dergisi, Cilt
6, Sayı 5, 1948
4.
Burkert, Walter, The Orientalizing
Revolution: Near Eastern Influence on Greek Culture in the Early Archaic Age
(Revealing Antiquity), Translater Margaret Pinder, Harvard University
Press, 1998
5.
Cevizci, Ahmet, Aydınlanma
Felsefesi Tarihi, Bursa: Ezgi Kitabevi, 2002
6.
Cevizci, Ahmet, Aydınlanma
Felsefesi, 1. baskı: Say Yayınları, 2017
7.
Freely, John, Light
from the East: How the Science of Medieval Islam Helped to Shape the Western
World, I.B. Tauris, 2011
8.
Gay, Peter, The
Enlightenment: an interpretation: the science of freedom. Internet Archive.
New York; London, 1977
9.
Gutas, Dimitri. Greek
Thought, Arabic Culture, the Graeco-Arabic Translation Movement and Early
Abbasid Society, London and
New York, 1998
10.
Işık, Fahri, Anadolu-İon Uygarlığı: ‘Kolonizasyon’ ve ‘Doğu Hellen’ Kavramlarına
Eleştirisel Bir Bakış”, Cevat Şakir,
Sabahattin Eyuboğlu ve Azra Erhat’a, Anadolu / Anatolia 35, 2009, s.53-86
11.
İskenderoğlu,
Muammer, Kitap İnceleme, Din & Felsefe Araştırmaları Haziran 2019,
Cilt: 2, Sayı: 3
12.
Karadağ, O., Stratejinin Yazılı Kaynakları, Erken Öncüler
– 1 Sümerler ve Sonrası, Berikan Yayınevi, Ankara, 2014
13. Karadağ,
O., Stratejinin Yazılı Kaynakları, Erken
Öncüler – 2 Hititler ve Diğer Anadolu
Kavimleri, Berikan Yayınevi, Ankara, 2014
14. Karadağ,
O., Stratejinin Yazılı Kaynakları,
Öncüler – 2 Eski Yunanlar ve Romalılar,
Favori Yayınları, Ankara, 2018
15.
Neugebauer, Otto, The Exact Sciences in Antiquity, Second
Edition, Dover Publications, Inc, New York, 1969
16.
Ragep, F. Jamil. ‘Copernicus and His Islamic
Predecessors: Some Historical Remarks’, Filozofski
vestnik, XXV, No. 2
(2004), pp. 125–42
17.
S. Frederick Starr, Lost Enlightenment: Central Asia’s Golden Age from the Arab Conquest to
Tamerlane, Princeton
University Press, 2013