25 Nisan 2025 Cuma

Ölümlülerin Ölümsüzlüğü Üzerine

 Not: 03 Ekim 2010 tarihinde not defterime yazdığım bir düşüncedir.

"Ölümlülerin ölümsüzlüğü" kulağa paradoksal gelebilir. Çünkü tek tanrılı dinlere göre her canlı ölümü tadacaktır; ölümsüzlük yalnızca Tanrı’ya özgüdür. Ancak insanlık tarihi boyunca, insanoğlunun hep ölümsüzlüğün peşinden koşması, bunu mitoloji yoluyla yarı tanrılar ya da ölümsüz kahramanlar yaratarak telafi etmeye çalışması bir rastlantı değildir. Belki de bunun en insani açıklaması, unutulmaktan duyulan derin korkudur.

Bildiğimiz kadarıyla, kendi ölümünü önceden kestirebilen tek canlı insandır. Oğlum Onur, bazı hayvanların da ölümün yaklaştığını sezdiğini savunur. Örneğin, yaşlı bir filin sürüsünden ayrılıp yalnızlığa çekilmesi gibi. Bana göre bu davranış daha çok içgüdüsel bir döngünün parçasıdır. Dahası bazı bitkilerin, kuruyup ölmeden önce aşırı çiçek açtığını duymuştum. Bu davranışı, soyun devamını sağlama refleksi olarak yorumlayanlar var.

Eğer bir bitki bile soyunu devam ettirme kaygısıyla, ömrünün sonunda varlığını doruğa çıkarıyorsa; insanın da yaşamının ilerleyen evrelerinde “Geride hatırlanacak ne bırakıyorum?” sorusunu sorması hiç de şaşırtıcı değildir.

Peki, hatırlanmak için iyi yetiştirilmiş çocuklar bırakmak yeterli olur mu? Belki bir yere kadar… Bir düşünürün söylediği gibi: “Bir insan, adının son kez anıldığı anda gerçekten ölür.” Çünkü bir isim artık anılmıyorsa, o varlık da gerçeklikten silinmiştir.

Unutulmaktan kurtulmanın yollarından biri, kalıcı bir eser bırakmaktır. Ancak bu eserin nasıl bir eser olduğu da önemlidir: İnsanların yaşamlarına değer katan, bilgiyi çoğaltan, yeni yollar açan bir eser... Edebi, bilimsel, teknolojik ya da sanatsal olabilir. Ama tümü için geçerli bir ölçüt vardır: İnsanlık bu eserden faydalanabildiği sürece, onu yaratan da hafızalarda yaşayacaktır. Ancak bir gün o eser de unutulursa, onun yaratıcısı da tarihin tozları arasına karışır.

Bir yerde okumuştum: Paris’e giden bir Türk gazeteci, bir taksiye biner. Şoför, onun Türk olduğunu anlayınca, cebinden solmuş bir kartvizit çıkarır ve bu kişiyi tanıyıp tanımadığını sorar. Kartvizitin sahibi on beş yıl önce ölmüştür. Gazeteci bu haberi verince, şoför uzun uzun kartviziti seyreder ve şöyle der: “Demek öldü...” Onun için, o ana kadar o kişi hala yaşıyordur. İşte gerçek ölüm o andır.

Bugün insanlık uygarlığının geldiği noktaya milyonlarca insan katkı sağlamış olsa da, biz yalnızca birkaç ismi hatırlarız. Hammurabi’yi anımsıyoruz, çünkü ilk yazılı yasaları derleyip uygulatma cesaretini o göstermiştir. Yasalar belki ondan öncekilerin mirasıydı, ama "ilk uygulayıcı" olarak tarihe geçen odur. Sokrates’i hatırlıyoruz; çünkü felsefeyi yalnızca seçkinlerin değil, herkesin düşünsel alanı haline getirmiştir. Yazılı hiçbir eseri yoktur ama düşünce yöntemini bırakmıştır. Onu ölümsüz yapan, işte budur.

İnsanlar, hatırlanma arzusu sayesinde uygarlığını oluşturmuştur. Bu dürtü, riskleri de beraberinde getirir: zaman, emek, zahmet, dahası yaşamı riske atmak… Sokrates’in uğruna can verdiği düşünceler gibi. Günlük yaşamın sıradan akışına kendini bırakan ve yalnızca tüketen insanlar için bu tür kaygılar yoktur. Onlar, henüz fiziken ölmeden ruhen ölmüş sayılırlar.

Peki, insan nasıl ölümsüzleşir?

Yanıt nettir: Kalıcı eserler bırakarak.

İnsanı ölümsüzleştiren bazı yollar şunlardır:

  1. İnsan yaşamını kalıcı olarak kolaylaştıran icatlar yapmak,
  2. Toplumları biçimlendiren bir devlet kurmak,
  3. Demokrasi, insan hakları, hukuk gibi temel düşünce yapılarını oluşturmak,
  4. Evrenin bilinmeyen yönlerini açığa çıkarmak,
  5. İnsan ruhunu ve bedenini anlamaya dönük katkılar sağlamak,
  6. Sanat yoluyla estetik beğeni yaratmak,
  7. Tarih, antropoloji ve din gibi alanlarda insanlığın geçmiş ve geleceğine ışık tutmak,
  8. Büyük idealleri gerçekleştirmiş kahramanlar olmak,
  9. İnsanlığa yararlı bireyler yetiştirmek.

Özellikle sonuncusu üzerinde durmak gerekir. Çünkü geleceği kuracak olan, iyi yetişmiş insanlardır. Benim annem ve babam okur yazar değildi. Eğitimime maddi katkı sunamadılar. Ama bana çok değerli bir ahlaki miras bıraktılar: "Bir emek karşılığı olmayan hiçbir şeyi istememek." Onların dilinde bu şöyleydi: “Evladım, biz senin kursağından haram lokma geçirmedik.”

Bu miras, benim için ahlaki pusula oldu. Bir şeyi emek harcamadan elde etmek haramdır. Başkasının olanı, onun rızası olmadan almak da öyle... Ben ve eşim, bu anlayışla çocuklarımıza iyi bir eğitim vermeye çalıştık. Onların kendi ayakları üzerinde durabilen bireyler olmalarını istedik. Ve onları, insanlığa yararlı insanlar olmaları yönünde yetiştirdik.

Belki de biz, bu özveriyle küçük de olsa geleceğe bir iz bırakıyoruz.

Çünkü bir insanın ölümsüzlüğe açılan kapısı, ardında bıraktığı izdir.