Not: 03 Ekim 2010 tarihinde not defterime yazdığım bir düşüncedir.
"Ölümlülerin
ölümsüzlüğü" kulağa paradoksal gelebilir. Çünkü tek tanrılı dinlere göre
her canlı ölümü tadacaktır; ölümsüzlük yalnızca Tanrı’ya özgüdür. Ancak
insanlık tarihi boyunca, insanoğlunun hep ölümsüzlüğün peşinden koşması, bunu
mitoloji yoluyla yarı tanrılar ya da ölümsüz kahramanlar yaratarak telafi etmeye
çalışması bir rastlantı değildir. Belki de bunun en insani açıklaması,
unutulmaktan duyulan derin korkudur.
Bildiğimiz
kadarıyla,
kendi ölümünü önceden kestirebilen tek canlı insandır. Oğlum Onur, bazı hayvanların da
ölümün
yaklaştığını
sezdiğini
savunur. Örneğin, yaşlı bir filin sürüsünden
ayrılıp yalnızlığa çekilmesi
gibi. Bana göre
bu davranış
daha çok içgüdüsel bir döngünün
parçasıdır. Dahası
bazı
bitkilerin, kuruyup ölmeden
önce aşırı çiçek açtığını duymuştum.
Bu davranışı,
soyun devamını sağlama
refleksi olarak yorumlayanlar var.
Eğer
bir bitki bile soyunu devam ettirme kaygısıyla, ömrünün sonunda varlığını
doruğa çıkarıyorsa; insanın da yaşamının ilerleyen evrelerinde “Geride
hatırlanacak ne bırakıyorum?” sorusunu sorması hiç de şaşırtıcı değildir.
Peki,
hatırlanmak için iyi yetiştirilmiş çocuklar bırakmak yeterli olur mu? Belki bir
yere kadar… Bir düşünürün söylediği gibi: “Bir insan, adının son kez anıldığı
anda gerçekten ölür.” Çünkü bir isim artık anılmıyorsa, o varlık da
gerçeklikten silinmiştir.
Unutulmaktan
kurtulmanın yollarından biri, kalıcı bir eser bırakmaktır. Ancak bu eserin
nasıl bir eser olduğu da önemlidir: İnsanların yaşamlarına değer katan, bilgiyi
çoğaltan, yeni yollar açan bir eser... Edebi, bilimsel, teknolojik ya da
sanatsal olabilir. Ama tümü için geçerli bir ölçüt vardır: İnsanlık bu eserden
faydalanabildiği sürece, onu yaratan da hafızalarda yaşayacaktır. Ancak bir gün
o eser de unutulursa, onun yaratıcısı da tarihin tozları arasına karışır.
Bir
yerde okumuştum: Paris’e giden bir Türk gazeteci, bir taksiye biner. Şoför,
onun Türk olduğunu anlayınca, cebinden solmuş bir kartvizit çıkarır ve bu
kişiyi tanıyıp tanımadığını sorar. Kartvizitin sahibi on beş yıl önce ölmüştür.
Gazeteci bu haberi verince, şoför uzun uzun kartviziti seyreder ve şöyle der:
“Demek öldü...” Onun için, o ana kadar o kişi hala yaşıyordur. İşte gerçek ölüm
o andır.
Bugün
insanlık uygarlığının geldiği noktaya milyonlarca insan katkı sağlamış olsa da,
biz yalnızca birkaç ismi hatırlarız. Hammurabi’yi anımsıyoruz, çünkü ilk yazılı
yasaları derleyip uygulatma cesaretini o göstermiştir. Yasalar belki ondan
öncekilerin mirasıydı, ama "ilk uygulayıcı" olarak tarihe geçen odur.
Sokrates’i hatırlıyoruz; çünkü felsefeyi yalnızca seçkinlerin değil, herkesin
düşünsel alanı haline getirmiştir. Yazılı hiçbir eseri yoktur ama düşünce
yöntemini bırakmıştır. Onu ölümsüz yapan, işte budur.
İnsanlar,
hatırlanma arzusu sayesinde uygarlığını oluşturmuştur. Bu dürtü, riskleri de
beraberinde getirir: zaman, emek, zahmet, dahası yaşamı riske atmak…
Sokrates’in uğruna can verdiği düşünceler gibi. Günlük yaşamın sıradan akışına
kendini bırakan ve yalnızca tüketen insanlar için bu tür kaygılar yoktur.
Onlar, henüz fiziken ölmeden ruhen ölmüş sayılırlar.
Peki,
insan nasıl ölümsüzleşir?
Yanıt
nettir: Kalıcı eserler bırakarak.
İnsanı
ölümsüzleştiren bazı yollar şunlardır:
- İnsan yaşamını kalıcı
olarak kolaylaştıran icatlar yapmak,
- Toplumları biçimlendiren
bir devlet kurmak,
- Demokrasi, insan hakları,
hukuk gibi temel düşünce yapılarını oluşturmak,
- Evrenin bilinmeyen
yönlerini açığa çıkarmak,
- İnsan ruhunu ve bedenini
anlamaya dönük katkılar sağlamak,
- Sanat yoluyla estetik
beğeni yaratmak,
- Tarih, antropoloji ve din
gibi alanlarda insanlığın geçmiş ve geleceğine ışık tutmak,
- Büyük idealleri
gerçekleştirmiş kahramanlar olmak,
- İnsanlığa yararlı bireyler
yetiştirmek.
Özellikle
sonuncusu üzerinde durmak gerekir. Çünkü geleceği kuracak olan, iyi yetişmiş
insanlardır. Benim annem ve babam okur yazar değildi. Eğitimime maddi katkı
sunamadılar. Ama bana çok değerli bir ahlaki miras bıraktılar: "Bir emek
karşılığı olmayan hiçbir şeyi istememek." Onların dilinde bu şöyleydi: “Evladım,
biz senin kursağından haram lokma geçirmedik.”
Bu
miras, benim için ahlaki pusula oldu. Bir şeyi emek harcamadan elde etmek
haramdır. Başkasının olanı, onun rızası olmadan almak da öyle... Ben ve eşim,
bu anlayışla çocuklarımıza iyi bir eğitim vermeye çalıştık. Onların kendi
ayakları üzerinde durabilen bireyler olmalarını istedik. Ve onları, insanlığa
yararlı insanlar olmaları yönünde yetiştirdik.
Belki
de biz, bu özveriyle küçük de olsa geleceğe bir iz bırakıyoruz.
Çünkü
bir insanın ölümsüzlüğe açılan kapısı, ardında bıraktığı izdir.