8 Ekim 2025 Çarşamba

Türk Tarihinde Önemli Kültürel Dönüşümler Üzerine Bir Değerlendirme

Giriş

 

Değerli okuyucular, bu çalışmada Türk tarihinde yaşanmış önemli kültürel değişimlere değineceğim. Elbette bir başkası daha farklı değişimler sıralayabilir. Bu benim bugüne kadarki çalışmalarım sonucu edindiğim bir yaklaşım.

 

Kültür, insanın iki ayak üzerine kalkıp özgürleşen elleriyle araç yapmaya başlamasıyla birlikte insan düşüncesinin dışsallaştırılmasının doğal bir sonucu olarak doğmuştur. Edward B. Tylor'ın 1871'deki tanımıyla söylersek kültür, bilgi, inanç, sanat, ahlak, hukuk ve töreyle birlikte insanın toplum üyesi olarak edindiği tüm yeti ve alışkanlıkları kapsar; kuşaklar boyunca öğrenilen anlam, kural, beceri ve simgelerin bütünlüklü örüntüsüdür. Clifford Geertz'in deyişiyle insan, kendi ördüğü anlam ağlarına asılı bir varlıktır ve kültür işte bu ağlardır. Bu bütün durağan bir miras değildir; yeni gereksinimler, yeni araçlar ve yeni karşılaşmalarla durmadan biçim değiştirir. Raymond Williams'ın uyarısıyla kavramın çok-anlamlılığını akılda tutarak kültürü hem normatif (olunması beklenen yetkinlikler), hem betimleyici (öğrenilmiş örüntüler) hem de yorumlayıcı (anlam ağları) katmanlarıyla ele alabiliriz.

 

Kültür, simgesel (dil, anlatı, tören), maddi (alet, yapı, giyim, teknoloji) ve kurumsal (aile, eğitim, hukuk) ögelerden oluşan yaşayan bir bütündür. Pierre Bourdieu'nün habitus (alışkanlık, edinilmiş duruş, eğilim, kısaca yatkınlıklar bütünü ya da edinilmiş yatkınlıklar) kavramı, kültürün bedene ve gündelik davranışa sinmiş düzenliliklerle yeniden üretildiğini açıklar; insan etkinliği toplumsal alanlar ve kültürel sermaye (birikmiş ilişkiler, bilgi, statü, sembolik değerler) arasındaki ilişkilerde biçimlenir. Ziya Gökalp'in hars–uygarlık ayrımı ise bir yandan ulusun kendine özgü duyuş ve düşünüş örüntülerini, öte yandan evrensel bilim ve teknik birikimini birlikte düşünmeye çağırır; böylece değişimin hem içsel hem dışsal kaynaklarını kavramayı kolaylaştırır. Norbert Elias'ın uygarlık süreci çözümlemesi, uzun erimli özdenetim ve görgü dönüşümlerine bakarak toplumsal düzeneklerin davranış kalıpları üzerinden nasıl incelebildiğini gösterir.

 

Bir toplumun geliştirdiği kültür, zamanla gereksinimlerine bağlı olarak değişime uğrar; farklı zaman ve mekanlarda karşılaştığı toplumlarla etkileşime girerek yeni kültürel kaynaşmalar ya da bireşimler oluşturur. Kültürel dönüşüm ya da kırılma, değerlerde, kurumlarda, dilde, gündelik yaşamda ve özdeşlik duygusunda (benzerlik ve aidiyet) hızlı ve derin yön değiştirmesidir. Philip Smith'e göre kültür, bir toplumdaki ortak anlamlar bütünü ve bu anlamların hayata geçirilme biçimidir; yalnızca geçmişten gelen bir miras değil, bugünkü toplumsal ilişkilerin kurucu ögesidir ve daima yeniden üretilir, dönüştürülür. Bu oluşumlar kimileyin köktenci bir nitelik taşır; her toplumda olduğu gibi köktenci değişimler ya da kültürel kırılmalar birbirinden çok farklı iki toplumun bir araya gelmesiyle gerçekleşir. Bu bir araya geliş göç yoluyla olabileceği gibi savaş sonucu fetihle de gerçekleşebilir; ayrıca bir toplumun farklı inanç sistemleri ya da farklı düşünsel yapılarla karşılaşması da köktenci değişimlere yol açar.

 

Kültürel dönüşüm süreçlerinin bir yüzünde süreklilik ile uzun erimli birikim bulunur; öte yüzünde ise Eric Hobsbawm ve Terence Ranger'ın işaret ettiği gelenek icadı devreye girer—yeni durumları meşrulaştırmak için geçmişin yeniden kurgulanması. Shmuel N. Eisenstadt'ın çoklu modernlikler yaklaşımı, her toplumun kendi tarihsel deneyimi içinden ayrı güzergah geliştirebileceğini vurgular; modernleşmenin tek çizgili bir model izlemediğini, yerel tarih ve deneyimlerin küresel akımlarla özgül bileşimler kurduğunu anlatır. Lev Vygotsky'nin kültürel-tarihsel kuramı, davranış gelişiminin kültürel araçlar ve tarihsel bağlamla iç içe olduğunu vurgular; bu, dönüşümlerin birey ve toplum düzeyinde nasıl yayıldığını açıklar.

 

Toplumların dönüşümünde birkaç temel dinamik belirleyici olur. Bunlardan ilki, yayılımdır. Yeni düşünceler, teknikler ya da araçlar önce küçük bir çevrede ortaya çıkar, ardından iletişim kanalları ve ilişkiler yoluyla yavaş yavaş bütün topluma yayılır. Everett Rogers’ın da vurguladığı gibi, bu süreç yeniliklerin benimsenme hızını ve biçimini etkiler.

 

Bir diğer etken, kültürel temas ve alışkınlaşmadır. Farklı topluluklar uzun süre boyunca yan yana yaşadıklarında ya da yoğun biçimde etkileşime girdiklerinde, birbirlerinden alışkanlıklar, değerler ve pratikler alırlar. Bu, tek taraflı bir değişim değil, karşılıklı bir dönüşüm sürecidir. Redfield, Linton ve Herskovits’in tanımıyla, kültürler temas ettikçe birbirine nüfuz eder ve yeni sentezler doğar.

 

Son olarak, her toplumun kendine özgü bir yorum ve yeniden anlamlandırma süreci vardır. İnsanlar, içinde bulundukları yeni koşulları anlamlandırırken eski işaretleri ve sembolleri farklı bağlamlarda yeniden okurlar. Böylece geçmişin mirası, yeni anlam katmanlarıyla bugüne taşınır.

 

Kuramsal bakımdan kültürel dönüşüm üç ana eksende incelenir: Yapısal fonksiyonalist yaklaşım, kültürel düzenin toplumun diğer yapılarıyla sıkı bağlantılı olduğunu ve her dönüşümde yeni bir işlevsellik kazanarak toplumsal devamlılığı sağladığını savunur. Çatışma kuramı, dönüşümün çoğu kez güç ve egemenlik mücadeleleri, toplumsal tabakalar arası çatışmalar sonucu gerçekleştiğini öne sürer; Karl Marx'ın kültür kuramında üretim tarzındaki değişimin toplumsal değerlerde kırılmalara yol açtığı vurgulanır. Sembolik etkileşimcilik ise kültürel dönüşümün bireylerin ve toplulukların etkileşimleri aracılığıyla yaşandığını, yeni anlamların ve simgelerin topluca benimsenmesiyle toplumsal yapının değiştiğini savunur.

 

Böylesine köktenci değişimler toplumun kimliğini de kökten değiştirir; kimileyin o toplumu geçmişinden koparır. Birçok toplumda olduğu gibi Türk toplumu da tarihsel süreç içinde bu tür durumlarla yüz yüze gelmiştir. Tarihsel süreçte toplumlar elbette pek çok kültürel değişim geçirmiştir; bunların bir bölümü yavaş ve etkisi az olurken, bir bölümü ani ve etkisi yüksektir. Türk toplumu açısından önemli sayılabilecek beş kültürel dönüşüm sayılabilir: İslamiyet'e giriş, Anadolu kültürleriyle karşılaşma, Batı kültürü ile karşılaşma, Cumhuriyetin kurulması ve küreselleşme ile sayısallaşma (dijitalleşme). İnsanlığın ortak mirasını zenginleştiren Türk toplumunun kültür serüveni, özellikle bu beş ana dönemeçte derin kırılmalar yaşamıştır; her dönemeçte politika, ekonomi ve toplum alanları birlikte hareket eder ve her kırılma aynı zamanda yeni bir süreklilik kurar.

 

Türk tarihini bir kültür serüveni olarak izlediğimizde hem sürekliliği hem de kırılmayı aynı anda görürüz. En erken eşiği, bozkırın politik ve simgesel diliyle yazının buluştuğu Göktürk döneminde aramak yerindedir. Yazıtlar yalnızca bir yönetim anlayışını değil, ortak bellek ve kimlik tasarımını da görünür kılar; devlet biçimlenmesi ile dil ve simge düzeni arasında güçlü bir bağ kurulur. Uygurların yerleşik ögeleri çoğaltan yaşamı ve farklı inançlarla (Budizm, Maniheizm) temasları, Türkçenin yazı dili olarak esnemesini; sanatın, mimarinin ve gündelik işleyişin yeni kalıplar edinmesini sağlar. Bu erken birikim sonraki büyük dönüşümlere bir zemin hazırlar.

 

Göktürk Kağanlığı: Yazı ve Devletleşme Süreci

 

Türk topluluklarının erken dönemlerinde, Göktürk Kağanlığı (552-744) yazı sisteminin geliştirilmesi ve merkezi devlet yapısının oluşmasıyla önemli bir kültürel dönüşüm yaşadı. Bu dönem, Türk adının resmiyet kazandığı ve bozkır kültürünün kurumsal bir yapıya evrildiği aşamadır. Çin kaynaklarına göre, Türk dili ve gelenekleri bu süreçte biçimlendi; Orhun Yazıtları gibi anıtlar, kültürel belleğin korunmasını sağladı.

 

Politik açıdan, merkezi otorite güçlendi ve boylar arası birlik sağlandı, bu da askeri başarıları artırdı. Ekonomik olarak, ticaret yolları denetimi zenginlik getirdi. Sosyolojik bakımdan, ortak dil ve yazı, toplumsal kimliği pekiştirdi. Öte yandan iç çekişmeler ve dış baskılar, kağanlığın çöküşüne yol açtı; bu, kültürel sürekliliği zedeledi ve boyların dağılmasına neden oldu.

 

İslamlaşma Süreci ve Türk Tarihinde Birinci Büyük Dönüşüm

 

Türklerin İslamiyet’e geçişi, yaklaşık üç buçuk yüzyıla yayılan uzun ve çok boyutlu bir süreçtir. 8. yüzyılda Araplarla Orta Asya’daki ilk temaslar ve Talas Savaşı’yla başlayan bu karşılaşma, 10. yüzyılda Karahanlıların İslamiyet’i devlet dini olarak benimsemesiyle kurumsal bir çatıya kavuşmuş, 11. ve 12. yüzyıllarda Selçukluların genişlemesiyle ise İslam dünyasının merkezine eklemlenmiştir. Bu, yalnızca bir din değiştirme olayı değil; kimlik, hukuk, politika, kültür ve gündelik yaşamın tümünü dönüştüren bir “büyük kırılma” olmuştur.

 

Eski inanç düzeni, Göktanrı ve şamanist gelenekler üzerine kuruluyken; yeni sistem tek tanrılı, yazılı ve kitlesel bir uygarlık çevresine Türkleri taşıdı. Bozkırın “kut” merkezli egemenlik anlayışı yerini, şer’i hukuk ve halife otoritesine dayalı bir meşruiyet modeline bıraktı. Cihan hakimiyeti düşüncesi, “cihat” ve “gaza” kavramlarıyla yeniden yorumlandı. Uç bölgelerde “gaza” ideali, hem politik hem de dinsel bir ülkü haline geldi. Selçuklu döneminde Nizamiyye medreseleri, öğrenim ağlarını merkezileştirerek ilmiye sınıfını doğurdu; yönetim, eğitim ve hukuk aynı gövdede birleşti. Bu dönüşüm, Halil İnalcık’ın sözleriyle, “yalnızca bir din değişimi değil, yeni bir kimlik ve evrensel bir devlet ideolojisinin benimsenmesi”ydi.

 

Toplumsal yaşamda da köklü bir yeniden yapılanma yaşandı. Göçebe savaşçı değerleri, İslam kurallarıyla yer değiştirdi. Alp tipi ve töre yerini veli tipi ve şeriata bıraktı. Kentleşme arttıkça, vakıf kurumları yoksulları gözetti, imaretler, kervansaraylar ve hanlar yol güvenliğini sağladı; pazar ve bilgi dolaşımı gelişti. Buhara ve Semerkant gibi kentler bilim ve kültür merkezleri haline geldi. İpek Yolu üzerindeki Türk toplulukları, bu ağ sayesinde bilim, zanaat ve ticarette büyük bir yoğunlaşmaya katıldı.

 

Dil ve kültür alanında da büyük değişimler görüldü. Arap yazısı benimsendi, Arapça ve Farsça söz varlığı Türkçeye egemen olmaya başladı. Orhun Yazıtları’nın yalın dili yerini süslü, karmaşık bir yazın diline bıraktı. Bu değişim bir yandan Türklerin felsefe, hukuk ve ilahiyat alanlarına erişimini kolaylaştırırken; öte yandan halk diliyle yüksek yazın arasında bir uçurum yarattı. Halk kültüründe sözlü geleneğin ağırlığı sürse de, kent merkezli Divan edebiyatı Arap-Fars estetiğinin egemen olduğu yeni bir alan açtı. Bu dönemde Kutadgu Bilig gibi eserler, eski bilgelik ile yeni inanç evrenini birleştirme çabasının ürünleri olarak görülebilir.

 

Tasavvuf, bu kültürel dönüşümün yerli damarını güçlendirdi. Ahmed Yesevi’nin “hikmet” dili, Türkçeyi diri tutarken mistik öğretiyi yaydı. Yunus Emre’nin yalın Türkçesi ise derin dinsel düşünceyi halkın diliyle buluşturdu. Bu damar, Bektaşi ve Mevlevi çevrelerine aktı, kırsal ve kasabalarda inancın gündelik yaşamla kaynaşmasını sağladı. Aynı zamanda ahi örgütleri, zanaatı ahlakla bütünleştirerek hem ekonomik hem de etik bir düzen yarattı.

 

Türkler, İslam dünyasına katılmakla yalnızca yeni bir kültürel çevreye eklemlenmedi; bu dünyaya özgün katkılar da sundu. Farabi, İbn Sina ve Biruni gibi düşünürler felsefe, tıp, matematik ve coğrafya alanlarına katkılar sağladı. Ancak bu eklemlenme eski kültürün silinmesine de yol açtı. Tengricilik ve eski destanlar geri plana itildi, birçok öge “cahiliye dönemi” olarak küçümsendi. Bu kayıplar, Rus tarihçi Vasily Barthold’a göre, “Türklerin milli benliğinin bir bölümünü kaybetmeleri” anlamına geliyordu.

 

Bununla birlikte süreç tek yönlü bir kayıp değil, bir melezleşme yarattı. Eski töre ve değerler yeni bağlamlarda yaşamaya devam etti; aynı zamanda yeni kurumlar yerli bir yola kavuştu. Ancak merkez ile taşra, kent uleması ile uç dervişleri, göçer ile yerleşik toplum arasında sürtünmeler ve çatışmalar ortaya çıktı. Halk ile yüksek kültür arasındaki mesafe, dinin yorumlanmasında farklılıklar ve kimlik tartışmaları doğurdu.

 

Sonuç olarak, Türklerin İslamiyet’e geçişi tarihsel açıdan büyük bir kültürel kırılma sürecidir. Bu dönüşüm, bir yandan yeni bir uygarlık kapısı açarken diğer yandan eski köklerin silinmesine yol açtı. Hem bir kopuşu hem de sürekliliği içinde barındıran bu süreç, Türk tarihinin kimlik ve kültür açısından en belirleyici dönüm noktalarından biri olmuştur.

 

Anadolu’nun Büyük Harmanı: İkinci Büyük Dönüşüm

 

Türk tarihindeki ikinci büyük kırılma, 11.–15. yüzyıllar arasında Anadolu kültürleriyle karşılaşmayla yaşandı. Bozkırın açık ufuklarından gelen Oğuz obaları, Anadolu’ya ulaştığında binlerce yılın izlerini taşıyan bambaşka bir dünya ile karşılaştılar. Hitit, Urartu, Frig, Lidya, Rum, Bizans, Ermeni, Süryani ve Fars topluluklarının bıraktığı taş, yazı, ezgi, inanç ve zanaat dünyası, Türklerin yeni edindikleri İslam gelenekleriyle kaynaşarak uzun soluklu bir harman yarattı. Bu karşılaşma, tek taraflı bir yıkım değil, iki ırmağın birleşmesi gibi yavaş yavaş biçimlenen bir kaynaşma süreciydi.

 

Bu süreçte Türk gelenekleri ve İslami kimlik, Anadolu’nun yerel kültürleriyle birleşti. Rum, Ermeni ve Süryani topluluklarıyla komşuluk, dilde ve gündelik yaşamda karşılıklı etkileri artırdı. Ahilik örüntüleri hem zanaatın usta–çırak dünyasını hem de etik bir dayanışma dilini besledi. Türkçenin yazı dili olarak ağırlık kazanması, taşra–merkez ilişkilerinde yeni dengelerin doğması, bu uzun karşılaşmanın belirgin sonuçları oldu. Osmanlı’nın yükselişi, bu harmanın devlet ölçeğinde örgütlenmiş biçimi olarak okunabilir.

 

Yerleşme süreciyle birlikte Anadolu’da yeni bir kent dokusu inşa edildi. Kervan yolları güven altına alınırken hanlar ve kervansaraylar ticaret ağını güçlendirdi. Vakıf düzeni, imaretler, darüşşifalar ve aşevleriyle yoksulu gözeten bir kamu örgüsü ördü. Külliye sistemi, cami, medrese, imaret, hamam, darüşşifa ve dükkanlarıyla kent yaşamının çekirdeği haline geldi. Mimaride Selçuklu taş ustaları, Bizans ve Ermeni taş işçiliğinin oran duygusunu Fars-İslam bezemesiyle kaynaştırdı. Anıtsal taçkapılar, kervansaray zincirleri ve taş oymaları bu sentezin simgeleri oldu. İstanbul’da Sinan çağında Ayasofya’nın mirasıyla birleşen kubbe arayışları yeni ve berrak bir dil kurdu; Selimiye Camii bu çizginin doruğu oldu. Daha sonraki yüzyıllarda Balyan ailesi gibi Ermeni mimarların eserleri, bu çoğul estetiğin Osmanlı son dönemine dek canlı kaldığını gösterdi.

 

Anadolu’nun inanç dünyası da bu büyük harmanın geçirgen alanlarından biriydi. İslamiyet’in Anadolu’da yayılmasında yalnızca Sünni yorum değil, Orta Asya kökenli Yesevi geleneği gibi tasavvuf akımları da belirleyici oldu. Bu akımlar, eski şamanik izleri ve doğa kültlerini İslam tasavvufuyla birleştirerek halkın kolayca benimseyeceği bir inanç yapısı kurdu. Ahmed Yesevi’nin halk diliyle yoğrulmuş öğretileri, Anadolu’da Yunus Emre’nin yalın Türkçesinde ve Hacı Bektaş Veli’nin adalet ve eşitlik vurgusunda yeni bir kök buldu. Mevlevi çevreleri, Mevlana’nın evrensel hoşgörüsüyle çok dilli ve çok sesli bir ufuk açtı. Bu harmanlanma, Anadolu’ya özgü Alevilik-Bektaşilik gibi yeni inanç sistemlerinin doğmasına olanak tanıdı. Devlet düzeni de bu çoğulluğu “millet sistemi” ile tanıyarak farklı topluluklara kendi iç işleyişlerinde özgür alan açtı.

 

Söz ve ezgi dünyasında da büyük bir kaynaşma görüldü. Türkçe, Rumca, Ermenice ve Ladino şarkılar aynı meclislerde söylendi; makam evreni çoğullaştı. Halk şiiri ve tekke nefesleri divan şiiriyle yan yana aktı; aşık geleneği ile yüksek edebiyat birbirinden haberdar iki kıyı gibi karşılıklı esin verdi. Mutfak kültürü de çeşitlendi: Bozkırın et ve tahıl ağırlıklı alışkanlıkları, Rum ve Ermeni mutfağının hamur işleri, zeytinyağlılar, dolma ve sarma teknikleriyle birleşti; saraydan haneye yayılan zengin sofralar ortaya çıktı.

 

Bu dönüşümün olumlu yanı, çeşitliliğin üretkenliğe dönüşmesiydi. Kentler büyüdü, ticaret ve zanaat çoğaldı, öğrenim kurumları serpildi; taşta, ezgide ve sözde kalıcı ortak üretim biçimleri doğdu. Ahilik örgütlenmesi, yalnızca ekonomik değil aynı zamanda ahlaki bir çerçeve sundu. Ancak bu süreç aynı zamanda gerilimlerle doluydu. Merkez ile uç bölgeler arasında farklı dindarlık yorumları tartışmaları keskinleştirdi. Göçebe Türkmen toplulukları ile merkezi devlet arasında zaman zaman çatışmalar yaşandı. Yerleşik kültürlere uyum, göçebe yaşam biçiminde bir aşınmaya yol açtı; kimi yerlerde yerel ögeler bastırıldı, kimi dönemlerde zorlayıcı uyum politikaları izlendi.

 

Sonuçta Anadolu’ya yerleşme ve bütünleşme, Türk tarihindeki ikinci büyük kırılma oldu. Bu kırılma bir yıkımın değil, çokluk içinde yeni bir bütün kurmanın adıdır. Taşta, ezgide, sofrada, dilde ve kurumlarda görülen kaynaşma hem kamusal hizmeti hem gündelik dayanışmayı yeniden örgütledi. Bu harmanın gücü çeşitlilikten geldi; gerilim ve çatışmalara rağmen kalıcı ortak üretimler bıraktı. Bugün Anadolu’yu “ev” yapan şey, tam da bu uzun karşılaşmanın bıraktığı ortak üretim gücüdür: birlikte yaşama becerisi, esnek uyarlama ve insana dönük bir ölçü duygusu.

 

Osmanlı’nın Batı’yla Yüzleşmesi: Üçüncü Büyük Dönüşüm

 

Karlofça antlaşması (1699) ile çizilen sınır, Osmanlı saraylarında yalnızca toprak kaybının değil, çağın güç dengelerinin değiştiğinin itirafıydı. Savaş meydanlarında ve bilginin yarışında üstünlük Batı’nın eline geçmişti. İşte bu fark, iki yüzyılı aşkın bir dönemi kapsayan büyük bir uyanışı başlattı. İlk başta askeri yeniliklerin yeterli olacağı sanıldı; fakat kısa sürede anlaşıldı ki sorun derin, onun çözümü ise kurumların, bilginin ve günlük yaşamın kökten düzenlenmesindeydi.

 

Merak ve gözlem dalgası Lale Devri’nde başladı; III. Selim’in Nizam-ı Cedid hamlesiyle sürdü; II. Mahmud’un köklü kuruluşlarıyla yol aldı; Tanzimat (1839) ve Islahat (1856) fermanlarıyla kurumsal bir düzene bağlandı. Bu uzun yenilenme çağının en belirgin simgesi, basılı bilginin yaygınlaşması oldu. Müteferrika matbaasıyla kitaplar, sözlükler, haritalar basılmaya başlandı; haritalar devlet aklının ölçme, dizme ve düzenleme gereğini karşılayan yeni araçlar oldu. Matbaa ve gazete yoluyla ortak söz dağarcığı büyüdü; aynı zamanda devlet ile toplum arasında yeni bir tartışma alanı açıldı. Basın üzerindeki yasak ve denetim tartışmaları, merkezle taşra arasındaki dengenin yeni boyutunu gösteriyordu.

 

Yenilenmenin omurgası kurumların değişmesiydi. Yeniçeri Ocağı kaldırıldı; ordu yeniden örgütlendi. Mekteb-i Harbiye, Mekteb-i Tıbbiye gibi okullar uzman kuşak yetiştirdi; bu okullar yalnızca teknik bilgi aktarmadı, aynı zamanda yeni yönetici meziyetlerini taşıyan kadrolar üretti. Tercüme Odası yoluyla gelen kavramlar —anayasa, yurttaşlık, temsil, özgürlük— yönetim diline taşındı. Encümen-i Daniş benzeri kuruluşlar bilim çevresini ördü. Fakat eski ile yeni bir arada kaldı: medrese ile mektep, şer’i mahkeme ile nizamiye mahkeme uzun süre yan yana işledi. Bu ikilik hem esneklik sundu hem de sürekli bir gerilim kaynağı oldu.

 

Teknik ilerleme ile ekonomik bağlılık yan yana yürüdü. Demiryolu, telgraf, buharlı ulaşım ve modern mali teknikler devlet kapasitesini güçlendirdi; ama dış borç, kapitülasyonlar ve dış ticaret ilişkileri bağımlılığı derinleştirdi. Sanayi devriminin hızı karşısında yerli imalat kısmen çözülürken dış mallara bağlılık arttı. Fabrikalaşma, bankacılık ve madencilik gibi uygulamalar Osmanlı ve erken Cumhuriyet döneminin iktisadını biçimlendirdi; ancak bu gelişmeler çoğu zaman dış sermaye ve piyasaların ritmine bağımlı olarak ilerledi.

 

Toplumsal yaşam da kökten değişti. Matbaa, gazete, roman ve tiyatro yeni bir okur ve kamusal alan oluşturdu. Meslekler çeşitlendi; kadınların eğitime ve kamusal hayata açılması yeni sosyal görünürlük yolları yarattı. Günlük yaşamda alafranga–alaturka karşılaşması, giyimi-kuşamı, konut iç düzenini, eğlenceyi dönüştürdü. Kentleşme hızlanırken toplumsal sınıf ayrımları derinleşti. Yeni kimlik arayışları ile geleneksel savunma refleksleri sık sık çarpıştı.

 

Politika alanında iki temel dönüşüm göze çarptı: çağdaş devlet örgüsü ve ulus-devlet fikirlerinin etkilenmesi. Tanzimat ve Islahat Fermanları yönetim düzenini, can-mal güvenliğini, vergi ve askerlik usullerini değiştirmeyi hedefledi; eşitlik ve hak kavramları kamu söylemine girdi. Öte yandan Avrupa’daki ulusçuluk akımları çok etnikli Osmanlı düzenini yeniden düşünmeye zorladı; bu süreç, yeni yurttaşlık kurgularının ve kimlik tartışmalarının başlangıcı oldu.

 

Düşünsel harita iki büyük eksende biçimlendi. Bir yanda bilim ve tekniği alıp yerel kültürü koruma diyen özümsemeci yol; diğer yanda Batı’yı bütünüyle alma çağrısı yapan bütüncü yaklaşım yer aldı. Bir yanda merkezin kurduğu yeni hukuk–bürokrasi–okul düzeni; diğer yanda çevrenin, taşranın yerel değerleri arasındaki mesafe derinleşti. Bu iki damar kimi dönemlerde uzlaştı, kimi dönemlerde sert biçimde çarpıştı.

 

Sonuçta Osmanlı’nın Batı’yla yüzleşmesi yalnızca bir dizi teknik uyarlama değil; iki yüzyıllık bir yeniden kurma serüvenidir. Bu serüven, kamusal sözün çoğalması, devlet-toplum ilişkisinin yeniden biçimlenmesi ve günlük yaşamın temel kurumlarında kalıcı dönüşümler getirdi. Yeniden kuruluş beraberinde kazanç ve kırılma getirdi: yeni hak ve örgütlenme yolları açıldı, ama aynı zamanda bağımlılıklar ve kimlik sancıları derinleşti. Üçüncü büyük dönüşüm, böylece hem bir uyarlama hem de yeni bir tarihsel eşik olarak Türk toplumu ve devletinin şekillenmesinde belirleyici oldu.

 

Cumhuriyetin Doğuşu: Dördüncü Büyük Dönüşüm

 

Mustafa Kemal önderliğinde Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması, Türk tarihinin dördüncü ve en büyük dönüşümüdür. 1923’te yeni devlet doğduğunda amaç basit ve netti: egemenliği halka vermek, eğitim ve hukukta ortak ölçüler kurmak, ulusu çağdaş uygarlık düzeyine taşımaktı. Türk Kurtuluş Savaşı’nın yarattığı politik zeminde başlayan bu dönüşüm, günlük yaşamdan bürokrasiye, eğitimden hukuka kadar hemen her alanda köklü yenilikler getirdi.

 

Yönetim ve hukuk sahasında değişimin biçimi açıktı: salt hanedanın hakları değil, millet egemenliği temel alınacaktı. Tevhid-i Tedrisat ile eğitim tek çatı altına toplandı; dinsel yargı kurumları kaldırıldı; medeni hukuk, ceza hukuku, ölçü ve takvimdeki düzenlemelerle ortak bir kamusal çerçeve kuruldu. Harf devrimiyle yazı kolaylaştı, okuryazarlık hızla yayıldı; rakam ve metrik sistem gibi yenilikler hesap, eğitim ve teknik çalışmalarda karşılaştırılabilirliği sağladı. Cumhuriyet, bu adımlarla laikliği salt bir ilke olmaktan çıkarıp işleyen bir düzen haline getirdi.

 

Eğitim seferberliği dönemin kalbiydi. Latin esaslı harflerin kabulü (1928) ardından açılan Millet Mektepleri büyük kitleleri okuryazar yaptı. Üniversite reformu, yeni akademik kadrolar ve programlarla bilimsel üretimi güçlendirdi; yurda gelen kimi yabancı öğretim üyeleri kurumların yenilenmesine katkı verdi. Köy Enstitüleri gibi girişimler, kırsalda "öğrenim ile üretim"i birleştirerek öğretmen ve zanaat önderleri yetiştirdi; böylece eğitim, taşraya da kök saldı.

 

Dil ve kültür politikası ortak bilinç oluşturmayı hedefledi. Türk Dil Kurumu ve çeviri çalışmaları aracılığıyla dil sadeleştirildi, terim ve eser çevirileriyle yeni kuşaklar için bir okuma kaynağı oldu. Bu çabalar ortak bir kamusal dil ve belleğin inşasına hizmet etti.

 

Kültür yaygınlaştırma kurumları (Halkevleri vb.) merkezin kültürünü taşraya taşırken, taşranın deneyimleri de merkeze aktı; böylece kültür üretiminde iki yönlü bir akış oluştu. Kamu sağlığı, eğitim, spor, tiyatro ve halk çalışmalarıyla toplumsal yaşamın ritmi değişti; günlük davranış kalıpları, tören ve görünür düzenlemeler yeni normlarla biçimlendi.

 

Ekonomide devletçilik ilkeleriyle sanayi altyapısı ve kamu kuruluşları kuruldu; demiryolu, fabrika ve işletmelerle iç üretim desteklendi. Bu adımlar bağımsız bir ekonomik düzen kurma çabasıydı, ama kırsal-kentsel eşitsizlikler, sermaye kıtlığı ve dış ilişkilerdeki kırılganlıklar gibi zorluklar da sürdü. 1923 mübadelesi gibi demografik hareketler ülkenin kültürel haritasını kalıcı biçimde değiştirdi; yeni halk karışımları farklı yerel sentezleri tetikledi.

 

Toplumda ise yurttaşlık kavramı öne çıktı; "tebaa" yerine "vatandaş" oldu. Kadınlara seçme ve seçilme hakkı, eğitimde fırsat eşitliği gibi adımlar toplumsal cinsiyet ilişkilerini değiştirdi. Ancak değişimler hızlı ve kökçü olduğundan, geleneksel çevrelerde dirençler ve uyum güçlükleri yaşandı. Bu gerilimler, kopuş ile sürekliliğin iç içe geçtiği bir dinamik yarattı: bazı kesimler dönüşümü benimserken, bazıları eski yaşam pratiklerini korumaya çalıştı.

 

Sonuç olarak Cumhuriyet dönemi, kökten yeniliklerin ve aynı zamanda yeni bir sürekliliğin kurulduğu bir "büyük deney" oldu. Hukuk, eğitim, dil, sağlık ve ekonomik düzenlemeler aracılığıyla ortak bir kamusal yaşam kuruldu; laiklik, yurttaşlık, eşitlik ve bilimsellik gibi değerler uzun vadede toplumun omurgasına işlendi. Devrimler kısa ve yoğun bir dönemde yapılmış olsa da, bunların etkileri kuşaklar boyu sürdü; hem kazanımlar hem de toplumun farklı kesimlerinde üretip bıraktığı sancılar bugüne dek belirleyici oldu.

 

Beşinci Büyük Dönüşüm: Küreselleşme ve Sayısallaşma

 

Günümüzde beşinci bir kültürel kırılma süreci yaşanıyor: Küreselleşme ve sayısallaşma (dijitalleşme). 1980 sonrası dışa açılma ve düzenlemelerle hızlanan ekonomik yeniden yapılanma, özel yayıncılığın yükselişi ve medya çoğullaşmasıyla kültür endüstrilerini büyütmüştür; kentleşme ivmesiyle iç göç ve gecekondu kuşağının kendi kültürünü üretmesi, müziğin ve görsel anlatının kalıplarını değiştirmiştir. İnternet ve cep telefonu, geniş bant ve sosyal ağlar kamusal alanı kökten dönüştürmüş; üretim–tüketim sınırı bulanıklaşmış, izleyici–yapımcı rolleri yer değiştirmiştir. Eisenstadt'ın çoklu modernlikler yaklaşımı, Türkiye'de modernleşmenin tek çizgili bir model izlemediğini; yerel tarih ve deneyimlerin küresel akımlarla özgül bileşimler kurduğunu anlatır. Bu çağda kültürel sermayenin bedene ve gündelik edime sinmiş kalıplarla yeniden üretimi yeni kanallar üzerinden işler; yeniliklerin yayılması artık ağ etkileriyle ivmelenir. Aynı zamanda mahremiyet, gerçeğin dolaşımı ve dilin sade–doğal kalması gibi başlıklar toplumsal uzlaşının yeni sınavları haline gelir. Bu konuda, az da olsa dünyadaki gelişmeleri izleyebilen bir kesimin bulunması nedeniyle biraz şanslı sayılabiliriz. Bu dönüşümden kaçmak olanaklı değildir; bu bir sel gibi tüm dünyayı süpürüyor. O seli değiştirmek olanaklı değildir; ancak selin içinde engellere çarpmamak için yönümüzü belirleyecek araçlar edinmeliyiz. O araç da bilimsel düşüncedir, din ağırlıklı kültür değildir.

 

Türkiye’de bu beşinci dönüşüm üç geniş eksende hissedildi: hukuk ve kurumlarda yeni çerçeveler; altyapı ve hizmetlerde sayısallaşma; kültür–emek–gündelik yaşamda akışkanlaşma. 1980’den sonra ekonomide başlayan dışa açılma ve yapısal düzenlemeler, küresel pazara entegrasyonu hızlandırdı; bu süreç kültür endüstrilerini büyüttü, özel yayıncılığı ve yerel üretimleri çoğalttı. 24 Ocak 1980 kararları Türkiye’nin ekonomik yönelimine dönük bir kırılma olarak dışa açılmayı ve piyasa odaklı düzenlemeleri başlattı; bu değişimin kültür ve kent yaşamına yansımaları uzun sürdü.

 

Kentleşme ve iç göç dalgası, gecekondu kültürünü doğurdu; gecekondu mahalleleri hem köyün geleneklerini koruyan hem de kentin getirdiği yenilikleri benimseyen melez bir gündelik yaşam üretti. Bu çevrelerden çıkan müzik, roman, tiyatro ve görsel anlatılar ulusal kültüre yeni renkler kattı. Aynı süreçte özel yayıncılığın, televizyonun ve daha sonra internet tabanlı platformların çoğalması kültürel üretim kanallarını genişletti; izleyici ile yapımcı rollerinin sınırları bulanıklaştı.

 

Teknoloji altyapısı ve kamu hizmetleri de dönüşümün çekirdeğine girdi. Sayısal kamusallığın en görünür uygulamalarından biri e-Devlet Kapısı oldu; Türkiye’nin e-Devlet Kapısı 2008’de erişime açılarak kamu hizmetlerine tek noktadan sayısal erişim olanağı sundu ve bu alan giderek derinleşti. Sayısal kamusallık, hizmet kolaylığının ötesinde hesap verebilirlik, açık veri ve yurttaş katılımı kanalları anlamı taşıdı; ama erişimde adalet, dijital uçurum ve veri güvenliği gibi yeni gündemleri de beraberinde getirdi.

 

İnternet ve taşınabilir ağlar gündelik yaşamı kökten değiştirdi. Cep telefonları, anlık paylaşım, fotoğraf ve video yayılımı ile herkesin içerik üreticisi olabildiği bir ortam yarattı. Toplumsal ağlar politik katılımı, toplumsal hareket örgütlenmesini ve kamuoyunun oluşumunu hızlandırdı. Öte yandan gizlilik algısı sarsıldı; kişisel verinin metalaşması, yanıltıcı bilginin hızla yayılması, dikkat ekonomisi ve platform tekelleşmesi yeni sorun alanları yarattı.

 

Kültür üretimi ve emek biçimleri de değişti. Üretim zincirleri ortak-üretim kanallarıyla zenginleşti; oyun, müzik, görsel-işitsel içerik ve tasarım küresel pazarlara daha kolay bağlandı. Bu, yerel üreticiler için yeni fırsatlar doğururken, güvencesiz çalışma, gelir dalgalanması ve telif rejimi sorunlarını da büyüttü. Açık veri, dijital arşivler ve kamusal bellek platformları gibi araçlar kültürel çeşitliliğin görünürlüğünü artırma imkanı sunarken, aynı zamanda dilin sade ve erişilebilir kalması, yerel mirasın korunması gibi politikaları gerektirdi.

 

Kuramsal olarak bu dönüşümün Türkiye’ye yansımasında “çoklu modernlik” düşüncesi önem kazandı: yerel tarih ve deneyimler küresel akımlarla tek tip bir modele dönüşmeden özgül bileşimler kurar. Eisenstadt’ın vurguladığı gibi modernlikler tek bir çizgide gerçekleşmez; farklı toplumların deneyimleri birbirinden farklı örgütlenmeler doğurur. Bu çerçeve, Türkiye’de dijitalleşmenin hem mevcut kurumları dönüştürdüğünü hem de yerel pratiklerle gerekli melezleşmeyi beraberinde getirdiğini görmemizi sağlar.

 

Bugünün görevleri açıktır: erişimde adalet sağlamak; çevrimiçi ifade özgürlüğünü korurken yanıltıcı bilgiyle ve nefret ile mücadelede şeffaf, bağımsız denetimler kurmak; e-Devlet ve açık veri uygulamalarını katılımcı ve hesap verebilir biçimde derinleştirmek; küçük üreticiyi, zanaatkarı ve yerel kültür üretenleri küresel pazarlara bağlarken çalışma güvencesi ve telif hakları için düzenlemeler geliştirmek; erken yaşlardan başlayarak sayısal okuryazarlık, eleştirel düşünme ve veri okuryazarlığı eğitimini yaygınlaştırmak; Türkçenin duruluğunu gözeten terim üretimi ve iyi çeviri uygulamalarını desteklemek.

 

Bu dönüşüm bir sel gibi bütün dünyayı sarıyor; ondan kaçış yok. Ama sel içinde yön almayı sağlayacak araçları —eleştirel düşünce, bilimsel yöntem, kapsayıcı kültür politikaları ve adalet odaklı kurumlar— edindiğimizde değişimi toplum yararına çevirmek mümkün olur. Küreselleşme ve sayısallaşma yereli silen bir güce değil; yereli güçlendirip küresele bağlayan bir köprüye dönüştürülebilir. Bunun yolu altyapı, hukuk ve kültür politikalarını birlikte kurgulamaktan; yerelden evrene uzanan melez üretim ve dayanışma ağlarını beslemekten geçer.

 

Kırılma ve Süreklilik: Türk Toplumsal Kimliğinin Kültürel Yolculuğu

 

Türk toplumsal kimliği, tarih boyunca tanık olduğu köklü dönüşümlerin derin izlerini taşıyan devingen bir yapıdır. Ancak bu tarihsel süreçteki "kırılma" anları, salt bir kopuşu değil, eski ile yeninin özgün bir bileşimiyle yeni bir süreklilik kurma biçimini ifade eder. Bu uzun soluklu yolculuğun her büyük eşiğinde, toplum kendi birikimini yeni unsurlarla harmanlayarak yoluna devam etmiştir.

 

Bu sürecin ilk büyük evresi olan İslamlaşma, eski bozkır değerlerini silmek yerine onları yeni bir anlam evreniyle bütünleştirerek kalıcı bir kültürel yapı ortaya çıkarmıştır. Örneğin, Tengri inancı Allah inancıyla yeni bir bireşime ulaşmış, sözlü destanlar İslami öykülerle zenginleşmiş ve geleneksel müzik tasavvufi bir içerikle buluşmuştur. Bu yaratıcı uyum, yalnızca Anadolu'da değil, Orta Asya’dan Balkanlar’a uzanan geniş bir coğrafyada kimliğin temelini atmıştır. Anadolu'da kurulan toplumsal düzen ise, yerel diller ve inançlarla karşılıklı etkileşime dayalı, benzeştirme yerine uyum ve işbirliğini esas alan çoğulcu bir birlikte yaşam modeli geliştirmiştir. Hem Müslüman hem de Müslüman olmayan esnafı çatısı altında toplayan Ahilik geleneği, bu toplumsal barış ve ekonomik işbirliği arayışının en somut örneğidir.

 

Benzer bir birleşim dinamiği, Batı ile yüzleşme döneminde de gözlemlenir. Bu karşılaşma, çağdaş kurumlar ile geleneksel değerler arasında bir gerilim yaratırken, aynı zamanda bir uyum sürecini de başlatmıştır. Eski kurumlar tümden ortadan kaldırılmamış; medreselerin yanında çağdaş okulların açılması veya geleneksel hukukun yanında yeni yasaların geliştirilmesi gibi ikili yapılarla dönüşmüştür. Osmanlı aydınlarının benimsediği "muhafazakâr modernleşme" anlayışı, Batı’nın tekniğini alırken kültürel değerleri koruma ilkesine dayanıyordu. Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte ise ulus bilincine dayalı yurttaşlık ve laik hukuk anlayışı, Köy Enstitüleri ve Halkevleri gibi kurumlar aracılığıyla topluma yayılmıştır. Bu kurumlar, bir yandan köylü ile kentli arasında köprüler kurarken, diğer yandan folklor ve yerel tarih çalışmalarıyla kültürel mirasın korunmasına ve yeniden keşfedilmesine öncülük etmiştir.

 

Bugün, beşinci büyük dönüşüm olarak adlandırabileceğimiz dijitalleşme çağının girdabında, tarihten süzülen ders geçerliliğini koruyor: Altyapı, kurumlar ve kültür uyum içinde ilerlediğinde değişim özgürleştirici bir güce dönüşür; bu uyum sağlanamadığında ise eşitsizlik ve yabancılaşma derinleşir. Günümüzde küresel kültürel akışlara katılım artarken, yerel kimlikleri koruma ihtiyacı da güçleniyor. Sayısal teknolojiler, bir yandan tek tipleşme riski yaratırken, diğer yandan Türk müziği gibi yerel ürünlerin dünya çapında görünürlüğünü artırarak yeni olanaklar sunuyor. Bu bağlamda günümüzün en önemli görevi; eleştirel düşünceyi, dil bilincini ve herkes için eşit erişimi temel alarak bu yeni dengeyi toplumun ortak yararına kurmaktır.

 

Sonuç olarak, Türk kültür tarihinin bin yıllık birikimi, değişimin yalnızca kaçınılmaz değil, aynı zamanda yönlendirilebilir olduğunu da kanıtlıyor. Kültür, toplumsal öznelerin bilinçli tercihleriyle biçimlenen canlı bir yapıdır. Her çağda olduğu gibi, bugün ve gelecekteki kültürel varlığımız da yine bu bilinçli tercihlerimizin ve toplumsal iş birliğimizin bir ürünü olacaktır.

 

Günümüzdeki Görevler ve Geleceğe Dönük Perspektifler

 

Günümüzde kültür, yalnızca “yüksek” sanat ve yazınla sınırlanamaz; dilin duruluğu, erişilebilirlik, eğitimde fırsat eşitliği, çok katmanlı kültürel mirasın korunması ve üretici yurttaşlığın güçlendirilmesi birlikte ele alınmalıdır.

 

Tarihsel kırılma anlarını anlamak ve süreklilikleri fark etmek, kültürel birikim ile geleceğe yönelik vizyon arasında köprü kurar. Türkçenin ifade gücünü koruma ve geliştirme mücadelesi, Göktürk yazıtlarından sosyal medya çağının hızlı akışına kadar sürer. İslamlaşma sürecinde başlayan çok kültürlü birlikte yaşam deneyimi, günümüzde küreselleşme bağlamında yeniden değer kazanır.

 

Sayısal çağın olanakları, kültürel mirasın korunması ve demokratik erişim için etkin biçimde kullanılmalıdır. Dijital kütüphaneler, sanal müzeler, çevrimiçi eğitim platformları, açık veriler ve dijital arşivler, eğitimde fırsat eşitliğini ve kültürel erişimi artırır. Yapay zeka ve büyük veri teknolojileri, kültürel analiz, mirasın korunması ve risk altındaki unsurların tespitinde yeni araçlar sunar.

 

Dil alanında özleşme ve sadeleşme, Türkçenin ifade gücünü azaltmadan sürdürülmelidir. Kültürel çeşitliliğin korunması, ana akım kültürleri kapsamalıdır; yerel ağızlar, geleneksel zanaatlar ve özgün müzik bu çabanın temel araçlarıdır.

 

Kültür ve eğitim politikaları bütüncül olarak ele alınmalıdır. Eğitim programları, yaratıcı düşünceyi, eleştirel bakışı ve kültürel mirasa saygıyı geliştirmeli, kültür üretme yeteneğini artırmalıdır. Sanat eğitimi, müze ve kültürel miras eğitimi örgün ve yaygın eğitimle desteklenmelidir.

 

Sonuç: Anlam Ağlarını Birlikte Örmek

 

Türk kültür tarihinin en önemli derslerinden biri, değişimin kaçınılmaz olduğu kadar yönlendirilebilir olduğudur. Kültür, toplumsal aktörlerin bilinçli tercihleriyle biçimlenen dinamik bir yapıdır. Her dönemde toplum, karşılaştığı yenilikleri seçip dönüştürerek kendi mantığına uygun biçimde uyarlamıştır; bu aktif özne olma kapasitesi Türk toplumunun karakteristik özelliğidir.

 

Günümüzde, Türk kültürü küreselleşmenin homojenleştirici etkilerine karşı özgünlüğünü korumalı; sayısal teknolojilerden yararlanırken geleneksel değerleri yaşatmalı; çeşitliliği zenginlik kaynağı olarak görmeli ve birlikte yaşama kültürünü güçlendirmelidir. Kültürün geleceği, toplumsal tercihlerimizle şekillenecek ve anlam ağlarını birlikte örme kapasitemizle ortak yaşam adaletle kurulacaktır. Türk kültür tarihinin binyıllık birikimi, bu süreçte değerli deneyimler ve sağlam bir temel sunuyor.

 

NOT: Cumhuriyet’in kurucu yıllarında atılan adımlar ile 20. yüzyılın sonundaki hızlanmış küresel akışlar arasında, toplumsal dokuyu sessiz ama derin biçimde yeniden örgütleyen dört ara eşik vardır. Bunlar birer “yan konu” değil, büyük dönüşümlerin gündelik yaşama, mekana ve belleğe nasıl sindiğini gösteren ana damarlar oldu.

 

Nüfus mübadelesi (1923) gündelik yaşamda, hamur işleri ve zeytinyağlılardan üzüm–zeytin işleme usullerine, balık ve deniz ürünlerinin pişirilişine kadar mutfak belleği yeni evine yerleşti; zanaat bilgisinin yeniden dağılımı küçük imalatı canlandırdı.

 

İç göç ve gecekondulaşma (1950–1980): Traktör ve biçerdöverin kırdaki emeği daraltması, sanayi ve hizmetlerdeki talebin büyümesi, Anadolu’nun çok farklı yörelerinden sürekli bir göç akımını başlattı. Kamu konutu yetersizdi; arsa spekülasyonu yüksekti. Çözüm, kentin çeperinde gecekondu kuşakları oldu.

 

24 Ocak kararları (1980) ile ekonomi dışa açıldı: kur rejimi serbestleşti; dış ticaret ve finans piyasaları aşamalı gevşetildi; 1989’la sermaye hareketleri serbestleşti; 1990’lar–2000’lerde özelleştirmeler ve OSB’ler (organize sanayi bölgeleri) ihracata dönük bir üretim düzeni kurdu. Emek piyasası esnekleşti; taşeronluk ve güvencesizlik arttı; sendikal kapsama daraldı. Model, ölçülü dönemlerde ihracat ve verim artışı getirdi; ama kurumsal kalite güçlenmediğinde dış finansmana bağımlılıkkur–faiz şoklarına açıklıkgelir eşitsizlikleri ve düşük teknoloji tuzağı belirginleşti.

 

Özel yayıncılığın yükselişi (1990’lar): TRT tekelinin önce fiilen, sonra hukuken kalkmasıyla özel radyo–televizyon kanalları hızla çoğaldı. Uluslararası formatlar ve büyüyen reklam pazarı, medya–eğlence alanını baştan kurdu: haber kanalları gündelik politika ritmini hızlandırdı; diziler, yarışmalar ve müzik kanalları popüler kültürün ana taşıyıcılarına dönüştü. Bir yandan ifade alanı genişledi, yeni estetikler ve yaşam tarzları görünür oldu; öte yandan reyting ve ticarileşme baskısı, temsil ve değerler üzerinden kutuplaşmayı besledi.

 

Kaynakça

 

Atatürk, M. K. (2006). Atatürk’ün söylev ve demeçleri (Cilt 1–3). Ankara, Türkiye: Atatürk Araştırma Merkezi. (Original speeches delivered 1920–1938)

Barthold, V. V. (1968). Turkestan down to the Mongol invasion (H. A. R. Gibb, Trans.). London, UK: Oxford University Press.

Berkes, N. (1998). The development of secularism in Turkey. Montreal, Canada: McGill–Queen's University Press. (Özgün çalışma 1964'te yayımlandı)

Boratav, K. (2015). Türkiye iktisat tarihi 1908–2015 (6. bs.). Ankara, Türkiye: İmge Kitabevi.

Bourdieu, P. (1977). Outline of a theory of practice. Cambridge University Press.

Castells, M. (2010). The rise of the network society (2. bs.). Malden, MA: Wiley-Blackwell. (Özgün çalışma 1996'da yayımlanmıştır)

Eisenstadt, S. N. (2000). Multiple modernities. Daedalus129(1), 1–29.

Elias Hobsbawm, E., & Ranger, T. (1983). The invention of tradition. Cambridge University Press.

Elias, N. (2000). The civilizing process (E. Jephcott, Trans.). Oxford: Blackwell. (Original work published 1939)

Findley, C. V. (2010). Turkey, Islam, nationalism, and modernity: A history, 1789–2007. New Haven, CT: Yale University Press.

Geertz, C. (1973). The interpretation of cultures. Basic Books.

Golden, P. B. (1992). An introduction to the history of the Turkic peoples. Wiesbaden, Germany: Otto Harrassowitz.

İnalcık, H. (2003). Osmanlı İmparatorluğu: Klasik çağ (1300–1600). İstanbul, Türkiye: Yapı Kredi Yayınları.

Kafadar, C. (1995). Between two worlds: The construction of the Ottoman state. Berkeley, CA: University of California Press.

Karadağ, O. (2018). Stratejinin yazılı kaynakları: Eski Yunanlar ve Romalılar. Favori Yayınları

Karadağ, O. (2020). Stratejinin yazılı kaynakları: Türkler, Farslar ve Araplar. Destek Yayınları

Karadağ, O. (2025). Stratejinin yazılı kaynakları: Çinliler ve Hintliler. Doğu Kitabevi

Köprülü, M. F. (2004). Türk edebiyatında ilk mutasavvıflar (Gözden geçirilmiş bs.). Ankara, Türkiye: Akçağ Yayınları. (İlk baskı 1919)

Kuban, D. (2007). Selçuklu çağında Anadolu sanatı. İstanbul, Türkiye: Yapı Kredi Yayınları.

Lewis, B. (2002). The emergence of modern Turkey (3. bs.). Oxford, UK: Oxford University Press.

Mardin, Ş. (1973). Center–periphery relations: A key to Turkish politics. Daedalus102(1), 169–190.

Ocak, A. Y. (1996). Alevi ve Bektaşi inançlarının İslam öncesi temelleri. İstanbul, Türkiye: İletişim Yayınları.

Ortaylı, İ. (2006). İmparatorluğun en uzun yüzyılı (Gözden geçirilmiş bs.). İstanbul, Türkiye: Alkım Yayınları. (İlk baskı 1983)

Redfield, R., Linton, R., & Herskovits, M. J. (1936). Memorandum for the study of acculturation. American Anthropologist, 38(1), 149–152.

Rogers, E. M. (2003). Diffusion of innovations (5. baskı). Free Press.

Smith, P. (2001). Cultural theory: An introduction. Oxford: Blackwell.

Tylor, E. B. (1871). Primitive culture: Researches into the development of mythology, philosophy, religion, art, and custom. John Murray.

Vygotsky, L. S. (1978). Mind in society: The development of higher psychological processes. Cambridge, MA: Harvard University Press.

Williams, R. (1983). Keywords: A vocabulary of culture and society. London: Fontana.

Zürcher, E. J. (2004). Turkey: A modern history (3. baskı). London, UK: I. B. Tauris.