İlk Uygarlık Yaratıcısı Sümerler[1]
Bir Sümer atasözü de şöyle der:
Bir şey bilen, bunu neden kendine saklasın?
Ben de İlk Uygarlık Yaratıcısı
Sümerler konusunda öğrendiklerimi sizlerle paylaşmak istiyorum.
Uygarlığın Gelişim Aşamaları
Biliminsanları, insanlık tarihinin
bugünkü modern yaşama ulaşıncaya dek dört önemli dönüm noktasından geçmiş
olduğunu söylerler. Bunların ilki, insanların yiyeceklerini doğadan olduğu gibi
sağladıkları toplayıcılık ve avcılık yaşamından, yiyecek üretimine geçilmesidir. Zamanımızdan yaklaşık on binyıl
kadar önce gerçekleşen bu devrimi Gordon Childe, Neolitik Devrim olarak adlandırır. Bu devrim ilkin, sırtını
Güneydoğu Toroslara dayamış, doğu yarısı ucu Fırat ve Dicle ırmakları havzası
boyunca Basra Körfezine uzanan, batı yarısı ucu ise Filistin üzerinden Akabe
Körfezine kadar uzanan ay şeklinde bir bölgede
gerçekleşmiştir. Bu bölgeye Amerikalı doğubilimci
ve insanbilimci James Henry Breasted
1916 yılında yazdığı bir kitapta Verimli Hilal adını vermiştir. Bu
uçları güneye doğru bakan ayın doğu parçasına eski çağlardan
beri Mezopotamya adı verilmiştir. Bu
bölgenin Basra körfezine yakın olan güney bölümüne de Sümer Ülkesi denir. Nasıl Güneş
doğudan doğuyorsa, uygarlık da bu ay şeklindeki bölgenin doğu ucundan – Sümer Ülkesinden-
Sümerler tarafından başlatılmış ve bütün insanlığa armağan edilmiştir. Breasted
bunu “Uygarlık
Doğu’da doğdu, Avrupa ise oradan getirdi” olarak özetlemiştir.
Yalnızca tarımsal devrim
değil bugünkü uygarlığın temelleri de bu topraklar üzerinde atılmıştır. İlk yerleşik yaşam yiyecek üretimine bağlı
olarak bu topraklarda başlamış, ilk
aletler bu topraklarda yaşayanlar tarafından icat edilmiş ve tarihin
başlangıcı kabul edilecek derecede büyük bir önemi olan yazı da bu topraklarda bulunmuş ve insanlığa armağan edilmiştir.
Tarih boyunca savaşların temel nedenlerinden biri olmuş din olgusu da bu topraklarda yeşermiş, daha sonra gelen üç Semavi
din de bu topraklarda doğmuştur.
Verimli
Hilal’deki Akdeniz iklimi, uzun ve kurak geçen yazlara dayanıklı, yağmurla
birlikte hemen gelişmeye başlayan bitki türleri için son derece elverişlidir.
Yıllık bitkiler adı verilen bu bitkiler tohumlar verebilen bitkilerdir. Dünya
üzerindeki 12 temel tarım ürününün altısı bu bitkilerden oluşur.
Burası, biliminsanlarının Dört
Nehir Uygarlığı adını verdikleri bölgenin ilkidir. Diğerleri Mısır’da
Nil vadisi, Hindistan’da İndüs vadisi, Doğu Asya’da Sarıırmak vadisidir.
Bunlardan sonuncusu özgün olurken diğer ikisi Sümer uygarlığından
etkilenmişlerdir.
İnsanlık tarihinin ikinci büyük
dönüm noktasının uygar toplum yapısının temelini oluşturan karmaşık toplumsal örgütlenmelere geçiş olduğu kabul
edilir. Verimli Hilal bölgesinin
özellikle doğu bölümü akarsu alanları dışında çöldür; susuz tarıma uygun
olmayan bölgede tarım yapılabilecek tarlalar da sınırlıdır; hayvancılık için
elverişli otlaklar bulunmaz; yapı malzemesi için gerekli taş ve kereste yoktur
ve maden kaynakları da bölgeden oldukça uzaktadır. Bu kadar olumsuz koşulları olan bir bölgede, insanoğlunun yaşamındaki
en önemli gelişme süreçlerinden birinin yaşanmış olması oldukça dikkat
çekicidir. Burada mimaride, sanatta, sosyal alanda, teknolojide,
kentleşmede ve devlet örgütlenmesinde atılan ileri adımların temeli, burada
yaşayan insanların, yani Sümerlerin, bu zor koşulları aşma azminden
kaynaklanıyor olmalıdır. Sümerlerin başarısının arkasında yatan gerçek örgütlenme
ve işbölümü becerisidir. Sulama, topluluğun çabasını ve örgütlenmesini gerektiren karmaşık bir
süreçtir. Kanalların kazılması ve sürekli olarak onarılması gerekir. Su, ilgili
herkes arasında adil bölüştürülmelidir.
Bunun güvence altına alınması için tek tek toprak sahiplerinden, hatta tek bir
topluluktan daha güçlü bir iktidarın
olması zorunluydu. Yönetim kurumlarının
ve Sümer devletinin ortaya çıkışının nedeni de budur. Sulanan toprak
verimli olduğundan Sümer büyük bir tahıl fazlası üretiyordu; fakat hemen hemen
hiç maden yoktu, taş ve kerestesi çok azdı. Bu nedenle devlet, ekonomisi için
gerekli olan malzemeyi ya ticaret ya
da askeri güç yoluyla elde etmek
zorundaydı. Bu nedenle MÖ 3. binyıldan başlayarak Sümer kültürü ve uygarlığı,
en azından belli ölçülerde, doğuda Hindistan’a ve batıda Akdeniz’e, güneyde
eskiçağ Etiyopya’sına ve kuzeyde Hazar Denizi’ne kadar yayılmıştır.
İnsanlığın üçüncü büyük dönüm
noktasını ise toplumun zamanla toplumsal sınıflara
ayrılması, sabanın icadı ile birlikte artan stoklama kapasitesi sonucu ilk basit
toplumsal örgütlenmelerin yerini daha karmaşık ve sınıfsal toplumların almasıdır.
Bu da ilk devletlerin oluşumuna önayak oluşturur. MÖ 3100 tarihine gelinceye
kadar zamanda kurulmuş olan yegâne siyasal oluşum Sümer kent devletleriydi. Sümeroloji bilgini Benno
Landsberger Sümerler için “Öyle teşkilatlandırılmış bir memur devleti ki,
hamalını, kırlarında çalı çırpı toplayan adamını bile bu örgüt içine
alabilmiştir.” der.
Sabanla birlikte başladığı
belirtilen ve artı ürün adı verilen yiyecek fazlası üretim bu noktada ayrı
bir önem taşır. Childe’nin belirttiğine göre MÖ 2500 yıllarına ait belgeler bir
arpa tarlasından alınan ortalama ürünün ekilen tohumdan seksen altı kat fazla
olduğunu göstermektedir.
Artı ürün dışında kentleşmeye
doğru atılan bir adım da ticaret olmuştur. Tekerleğin icadı
ile birlikte ulaşımın kolaylaşması, insanlara verimli topraklara doğru hareket
etme olanağı sağlamıştır. Böylece bir yandan ticari faaliyetler başlarken diğer
yandan nüfus belirli bölgelerde yoğunlaşmıştır. Kent devrimi nüfusun artıp
belli yerlerde toplanmasından öte bir olgudur. Yoğun tarıma ek olarak toplumda
görülen, yöneten-yönetilen biçiminde yeni yeni ortaya çıkan bir tabakalaşmanın
da etkisiyle, zanaatlarda gerçekleşen daha ileri gelişmelere dayanan, tümüyle
yeni bir kentli yaşam biçimi ortaya çıkar. Buna göre anıtsal yapılar,
örgütlü din, ticaret etkinlikleri, yazı ve doğa bilimlerinin doğuşu gibi özellikleriyle
kent
devrimi devletin doğuşuyla da özdeştir.
Sümer ülkesi adı verilen
topraklarda 18’i büyük olmak üzere yaklaşık 35 kent, güçlü ve kendi
yöneticilerine sahip hükümdarlıklar biçiminde yapılanmıştır. Bunlar arasında en
önemlileri Ur, Uruk, Eridu, Lagaş, Sippar, Kiş, İsin, Nippur, Adab, Zabalam,
Şuruppak, Umma ve Girsu’dur. Bu kent devletleri çoğunlukla tek tek adlarıyla
değil, hepsi bir bütün olarak Sümerler diye anılır.
İnsanlık tarihinde dördüncü büyük dönüm noktası olarak kabul edilen aşama ise savaş arabaları ve savaş teknikleri
ile başlayan savaş sanatının geliştirilmesidir.
Birbirlerinden toprak elde etmek amacıyla Kent devletleri arasındaki mücadele
giderek şiddetlenip sertleştikçe ve Sümer’in doğusuyla batısındaki göçebe ve
istilacı halkların baskısı arttıkça, askeri
önderlik zorunlu bir gereksinim haline geldi ve hükümdar ya da Sümer adıyla
büyük
adam üstün bir yer işgal etmeye başladı. Hükümdarlar, başlıca saldırı
silahı savaş arabası – eskiçağın tankı
– olan ve birbirlerine sıkıca sokularak saldırıya geçen ağır zırhlı
piyadeleriyle düzenli ordular kurmak zorunda kaldılar. Sümerlerin bu göçebe
savaşçılara karşı zaferleri ve kent devletlerinin diğer kentleri fetihleri,
büyük ölçüde askeri silahlar, taktikler, örgütlenme ve önderlikteki üstünlüğünden
kaynaklanıyordu.
Yerleşik yaşamın sonucu kentleşme, kentleşmenin sonucu örgütlenme ve her ikisinin bir sonucu
olarak da kent içi sosyal düzenlemeler
ve kentler arası çatışmalar örüntüsü
ortaya çıkar. İnsanlığın gelişmesinde bir devrim olarak nitelendirilen bu
değişimler Bereketli Hilal toprakları üzerinde gerçekleşmiş ve bütün bu
yenilikler tüm dünyaya buradan armağan edilmiştir. Ayrıca, bugünkü dünyanın
temellerinin atılmasında çok önemli rol oynayan buluşlar da yine bu topraklarda
olmuştur. Bunların başında Sümerler tarafından icat edilen ve dünyaya buradan
yayılan yazı gelir. En erken dönem
heykeller; kabartmalar, küçük el sanatları, mücevherat gibi sanat dallarında;
çömlekçi çarkı, araba tekerleği, saban, yelkenli tekne, yapı kemeri gibi
teknolojik gelişme unsurları ile yazılı kanunlar, din, matematik, tıp ve
benzeri konularda da ilk adımlar bu topraklarda atılmıştır.
Sümer’de İlkler
İlk Kent Devletleri
Verimli Hilal üzerinde kurulmuş,
bilinen ilk kent başlangıçta 50 hektarlık bir alana yayılmış olan (MÖ 4000
yıllarında büyüklüğü 250 hektara ulaşmış) Uruk’tur. Robert M. Adams bu kent
için kentlerin
bağrı deyişini kullanır. MÖ 4000 yıllarından başlayarak sulu tarım
sayesinde ekilip biçilen alanlardan daha çok ürün elde edilmeye başlanması ve depolama olanaklarının artması ile
kentler çekim merkezi haline gelmiş ve nüfusları hızla artmıştır. Saban ve
tekerlekli arabanın yanı sıra nehir
taşımacılığında kullanılmak üzere kayıkların da günlük yaşama girmesi
dönemin önemli gelişmelerindendir. Ayrıca, tarım ve hayvancılıktan elde edilen
ürünlerin dışında kalan maden, değerli taş ve kereste gibi gereksinim duyulan
ürünler uzak bölgelerle, değiş-tokuş
esasına dayalı ticaret aracılığıyla sağlanmıştır. Uruklu tüccarlar, bu
amaçla Verimli Hilal sınırları içinde bir ticaret
ağı oluşturmuşlardır. Kent yaşamı, giderek işbölümünü zorunlu hale getirmiş, tüccarların yanı sıra farklı iş kollarının oluşmasını da
sağlamıştır.
İlk Dünya Sisteminin Başkenti Uruk kentidir.
Guillermo Algaze tarafından 1993 yılında yapılan bir
çalışmaya göre Geç Uruk toplumlarında olağandışı genişlemeler gözlemlenmiştir:
Önce MÖ 3600 yıllarında güney İran Mezopotamya ile ilişki içine girer, sonra MÖ
3400 yıllarında Yukarı Mezopotamya’ya yayılır. Böylece, gerçekte
kazıbilimcilerin göç, ticaret, dağılma ya da başka süreçlerle tam
olarak ayırt edemedikleri bir Uruk olayı ortaya çıkmıştır. Genel olarak MÖ 3200
yıllarında Uruk çevresinde, güneyden kuzeye Mezopotamya’da ve Zağros-Toros
dağları boyunca Orta Doğunun kalbinde 1200 km genişliğe varan bir bölgede, çoğu
kent devleti şeklinde örgütlenmiş ve belirgin olarak birbirine benzerlik
gösteren toplumlar yer alıyordu. Bu ticaret ağını oluşturan zengin toplumların
hemen dışında, daha az homojen, ancak bir başka açıdan daha etkileşimli, bir
başka çeşit ağ ortaya çıkmıştı. Bunun merkezinde de Uruk bulunuyordu. Bunu
da oluşturanlar, ticaret ağı zenginliklerinden yararlanmak isteyen göçebe
toplumlardı. Bu iki ağ arasındaki ilişkiler yalnızca ticaretten kaynaklanan
bağlantı değildi. Bu ilişki daha çok yeni etnik grupların farklılaşması ve
kimlik kazanması, göç (insanların ve eşyaların hareketi) ve çatışma (akınlar ya
da savaşlar olarak) şeklinde ortaya çıkmaktaydı.
Tarihte İlk Demokrasi denemesi
Yaklaşık MÖ 3000’de
Sümerlerde siyasal iktidar kentlerde yaşayan özgür yurttaşların ve eşitler
arasında bir eşitten başka bir şey olmayan ensi
unvanlı bir kent valisinin elinde bulunmaktaydı. Kentin bütününü
ilgilendiren yaşamsal önemde kararlar alınacağı zaman bu özgür yurttaşlar, yaşlılar
adıyla bir üst meclis ve erkekler adıyla bir alt meclisten
oluşan iki meclisli Kramer’in kongre dediği bir kurultayda bir
araya geliyordu. Kramer, bu meclisin toplanmasına neden olan siyasi olayı şöyle
anlatır:
“Çok daha geç bir çağda Yunanistan’da olduğu gibi, MÖ 3.
binyılda Sümer ülkesi, üzerinde tam egemenlik kurmak için birbirleriyle çatışan
kent devletlerinden oluşuyordu. Bunlardan en önemlilerinden biri, Sümer
efsanesine göre “krallık”ı “tufan”dan hemen sonra gökten inmiş olan Kiş’ti.
Kiş’in oldukça güneyinde bulunan bir diğer kent devleti Uruk, gücünü ve
etkinliğini Kiş’in Sümer’deki üstünlüğünü ciddi biçimde tehdit edecek kadar
artırdı. Kiş kralı sonunda tehlikenin farkına vardı ve Urukluları, eğer kendi hükümdarlığını
tanımazlarsa savaş açmakla tehdit etti. İşte bu can alıcı noktada Uruk’un iki
kurulu –ihtiyarlar ve eli silah tutan yurttaşlar- Kiş’e boyun eğip barış içinde
yaşama ya da silahlara sarılıp bağımsızlık için savaşma yollarından hangisinin
izleneceğine karar vermek için toplandı.”
İlk
uluslararası antlaşma ve ilk hakem heyeti
MÖ 3. binyılın ortalarında
her ikisi de birer kent devleti olan güneydeki Lagaş ile kuzeydeki Umma
arasında, tarım arazileri üzerindeki egemenlik yüzünden yaşanan sınır anlaşmazlığı
uzun süreli savaşlara neden olmuştur. Kent devletleri arasında bazen savaşlar
yapılmakta, bazı durumlarda yapılan antlaşmalar sonucunda birlikler kurulmakta
veya bir kentin çevresindeki birkaç kenti ele geçirmesiyle güç dengeleri
değişmekteydi. Aynı zamanda Sümer ülkesi hükümdarı olarak da bilinen Kiş
hükümdarı Mesilim bu anlaşmazlıkta arabulucu görevi üstlenmiştir. Yazıtlarda
Lagaş’ta iktidarı eline geçiren hükümdar Ur-Nanşe yaptığı inşaatlar, kanallar
ve kazandığı başarılarla, hükümdar Urukagina ise ilk yazılı reformları ile
anılır. MÖ 2500 yıllarına tarihlenen ve
tarihte Mesilim Antlaşması olarak bilinen bu ilk uluslararası nitelikteki
antlaşma aynı zamanda bir hakem heyetince sağlanan ilk antlaşma niteliğini de
taşımaktadır.
Dünyada değişim aracı olarak Para ilkin Sümer Ülkesinde kullanılmıştır
Paranın ilk türleri icat edildiğinde insanların buna güvenmesini sağlamak
için gerçekten değerli şeyleri "para" olarak tanımlamak gerekmişti. Tarihteki
bilinen ilk para olan Sümer arpası buna iyi bir örnektir. Arpa parası Sümer
topraklarında MÖ 3000 civarında yazıyla aynı koşullarda, aynı yerde ve zamanda
ortaya çıktı ve tıpkı yazının giderek yoğunlaşan idari faaliyetlerin ihtiyacına
cevap olması gibi arpa parası da
yoğunlaşan ekonomik faaliyetlerin ihtiyacına cevap oldu.
İlk Uluslararasıcılık
Amerikalı kazıbilimci ve sanat tarihçisi Helene J. Kantor
1952 yılında, MÖ 4. binyılın sonlarında ilk Mısır firavunları tam Nil Vadisi
ile Nil Deltasını birleştirdiği sıralarda, Mısır’a gelen ticari mallara ilişkin
yaptığı çalışmalarda sürpriz bazı gözlemlerde bulunmuştur. Bu maddeler
arasında, yalnızca Dicle-Fırat Vadisinden esinlenerek yapılan Mısırlı
memurların kullandığı silindir mühürler
değil, özellikle 4500 km mesafedeki Hindu Kuş’tan gelen toplumun seçkin bireylerinin
gösteriş amaçlı kullandığı yarı değerli taşlar da vardı. “Bu kadar geniş alanı hangi tür insanlık süreci bir arada tutuyordu?”
sorusu bilim insanlarını meraklandırmıştı. Robert Braidwood 1960 yıllarında
yaptığı çalışmalarda bu dönemi gerçek “İlk
Uluslararasıcılık” olarak adlandırmıştır.
Dünyanın ilk kapsamlı Reform
Yaklaşık MÖ 2700’den başlayarak tarla, ev ve köle satışlarını da içeren
satış işlemlerinin yazılı olarak yapıldığı görülür. Lagaş Hükümdarı Urukagina (Yaklaşık
MÖ 2350) zamanından kalma bir belge kapsamlı
bir reformu kaydetmektedir. ”Özgürlük”
sözcüğünün insanlığın yazılı tarihinde ilk kez kullanıldığını bu belgede
görülür. Sözlük çevirisi “anaya dönüş”
olan bu sözcük ama-gi’dir. Lagaş’ta
yaşamış Sümerli tarihçinin anlattığına göre;
“Lagaş’taki siyasal ve
toplumsal durumun bu kadar kötüleştiği bir sırada, kentin koruyucu tanrısı
Ningirsu, bütün Lagaş yurttaşları arasından yeni ve tanrıdan korkan bir
hükümdar olan Urukagina’yı seçerek, öncelleri tarafından ihmal edilen ve terk
edilen tanrısal yasaları yeniden
yürürlüğe koymasını emretti. Urukagina, Ningirsu’nun sözünü dinleyerek
buyruklarını eksiksiz yerine getirdi.”
İlk Vergi
İndirimi
“Tarla sürenin, hayvan sağanındır” günümüzün bir sloganı değil,
zamanımızdan yaklaşık 4400 yıl önce yasalara girmiş bir kuraldır. Böylece kral Urukagina tarihteki ilk devrimci olmaktadır.
Siyasi
olaylar tarihinin en değerli belgelerinden biri hiç kuşkusuz ilk vergi indirimi
de diyebileceğimiz bir reform belgesidir. Bu Sümer kent devleti Lagaş’ta eski
günlerdeki yolsuzluklara karşı yapılmıştır.
“Kendilerini
aldatılmış ve büyük baskı altında duyan Lagaş’lılar eski Ur-Nanşe hanedanını
devirip, kendilerine başka bir aileden hükümdar seçerler. Kentte yasa ve düzeni
yeniden getiren ve yurttaşlarına özgürlük
tanıyan bu Urukagina adlı yeni ensidir.”
S. N. Kramer’in anlatımıyla;
genelde, Lagaş sakinleri çiftçiler ve besiciler, kayıkçılar, balıkçılar,
tüccarlar ve zanaatkarlardan oluşuyordu. Karma bir ekonomisi vardı. Toprak
tapınağa aitti. Uygulamada ise tapınak şirketi, ortakçı olarak bazılarına
kiralanan toprağın önemli bölümüne sahipken, toprağın büyük bir kısmı özel mülk
sahiplerine aitti. Yoksulların bile çiftlikleri, bahçeleri, evleri ve sığırları
vardı. Bunun yanında, tüm toplumun yaşamında önemli bir yer tutan sulama
projelerinin ve su dağıtım sisteminin ortaklaşa yönetiliyordu. Varsıllık ve
yoksulluk, başarı ve başarısızlık, en azından bir dereceye kadar, kişisel
girişim ve gayretin bir sonucuydu. Gezici tüccarlar komşu devletlerle kara ve
deniz yoluyla güçlü bir ticaret yürütüyorlardı ve kuşkusuz aralarında tapınak
temsilcileri de vardı. Lagaşlılar, kadim reform belgesine göre, Urukagina’nın
egemenliği öncesinde işte bu özgürlüklerini yitirmişlerdi. Urukagina iktidara
gelince yeniden ele geçirdiler.
İlk İnsan Hakları Kavramı Öncüsü
Urukagina
reformları günümüz dünyasında insan hakları kavramına ve hükümetin gücünü
sınırlamaya doğru atılan en önemli ilk adım olarak anılır.
Urukagina iktidara geldiğinde
Lagaş’ta yaşamış ve yazdığı olaylara tanıklık etmiş bir tarihçinin az çok kendi
sözleriyle anlattıkları şöyledir[2]:
“Kayıkların denetçisi
kayıkları gasp ediyordu. Hayvanların denetçisi büyükbaş hayvanları gasp
ediyordu. Küçükbaş hayvanları gasp ediyordu. Balıkların denetçisi balıkları
gasp ediyordu. Lagaşlı bir yurttaş yünlü bir koyunu kırktırmak için saraya
götürdüğü zaman eğer yün beyazsa beş şekel ödemek zorundaydı. Eğer bir adam
karısından boşanırsa, ensi beş şekel, veziri bir şekel, alıyordu. Eğe bir
kokucu bir yağ karışımı üretirse, ensi beş şekel, veziri bir şekel, saray
kahyası da bir şekel alıyordu. Tapınağa ve mallarına gelince, ensi bunlara
sahip çıkmıştı.”
İlk Antlaşmalar
İki Sümer kent devleti, Lagaş
ve Umma arasında bir sınır anlaşmazlığı
baş gösterir. Mesilim, uyuşmazlıkları karara bağlamaktan sorumlu tanrı
Sataran’ın bir kehaneti doğrultusunda iki kent arasındaki sınırı ölçmekle
anlaşmazlığa hakemlik eder ve sınır
çizgisini belirler. İlerideki anlaşmazlıkları engellemek için de sınır üzerinde
bir noktaya yazılı bir kabartma taş
diker. Karar Umma’dan çok Lagaş’ın lehine gibi görünse de her iki tarafça
kabul görür. Hakem kurumu, eski
Uluslararası anlaşmazlıklarda aracılık
ya da hakem kurumu kavramı ilkin
Sümer’de MÖ 2550 yıllarında ortaya çıkmış, uygulanmış ve insanlık tarihine mal
edilmiştir.
İlk Yasalar
Urukagina Yasası (MÖ 2380-2360)
Ur Hükümdarı Ur-Nammu Yasası (MÖ 2050)
Ana-İttuşu
Yasaları (MÖ 2000)
Eşnunna Yasası (MÖ 1930)
Lipit-İştar Yasası (İsin) (MÖ 1870)
Hammurabi Yasası (MÖ 1790)
Orta
Asur Yasaları
Yazılı tarihin başlangıcından bu yana insanların
hayatlarını belirli bir düzen içinde devam ettirme çabalarının yazılı ilk
örneklerini Sümerler göstermiştir. Toplumsal yaşamı yaşanabilir hale getirmek
için ilk düzenlemeleri yapan, bunu uygulayan ve tarihte ilk reformcu olarak bilinen hükümdar Urukagina yaklaşık MÖ 2350’li yıllarında yaşamıştır. Daha sonra bu
reform belgesini “yalan yere suçlamalar”, “kaçak köleler”, “zina”, “evlenme”,
“boşanma” ve “yaralama” olaylarını içeren III. Ur devletinin ilk kralı Ur-Nammu’nun yasası izler. Ur-Nammu
Yasası, Mezopotamya’da kentler arası ticaretin gelişmesi, ticarette para işlevi
gören maden ölçülerinin değişim aracı
olarak kullanılmasına yol açmış ve kent devletleri arasındaki dış ticaret büyük
ölçüde gümüş ayar hesaplarıyla sürdürülmüştür. Kısa sürede bu uygulama iç
ticarete yansıdığı gibi ayrıca ceza işlemlerinde de bedel olarak
kullanılmıştır. Bir diğer yasa da Sümerli ve Akadlı katipleri yetiştirmek için
hazırlanmış olan ve “vadesi gelinceye kadar” anlamına gelen “ana ittisu” ifadesi ile başladığı için
literatüre bu adla girmiş olan ve “köle kiralanması”, “fiyat tespitleri” ve
“aile hukuku” gibi konuları içeren yasadır. Bu yasalardan başka Mezopotamya’nın
Sami asıllı kralları da Sümer öncüleri gibi yasalar yapmışlardır. İsin devleti
kralı Lipit-İstar’ın Sümerce yazdırmış olduğu yasa, Akadca yazılmış olan
Eşnunna yasası ve Eski Babil kralı Hammurabi’nin yazdırmış olduğu yasa, Orta
Asur yasaları, Yeni Babil yasaları ve Ammi-şaduqa Fermanı bize “Eski Mezopotamya halklarının çok eskilere
dayanan bir yasa yapma anlayışının”
varlığını gösterir.
Çiviyazısı yasalarının temel
önermesi şöyle özetlenebilir: Yasa kozmik düzenin bir özelliğidir ve
böylece sonuçta evrenin bir hediyesidir. Bu temel karakteristiğinden
dolayı Mezopotamya yasalarının gücü yerde olan yasanın kozmik yasa ve düzenle
uyuşum içinde olmasından kaynaklanır. Mezopotamya sisteminin dinamik yeteneğini
ise komşularından başlayarak Önasya ya da Yakın Doğu, Klasik Dünya buradan da
sonuçta Batı uygarlığı üzerinde yaptığı etkileri kanıtlar. Bu etkilenmenin izi
şöyledir: MÖ 14. yüzyılda Suriye’de Ugarit üzerinden, daha sonra Fenikeliler
döneminde ticari ilişkiler yoluyla Ege adaları ve oradan da Yunan karasına
ulaşmıştır. Eski Yunanın Fenike alfabesini uyarlaması da ticari
gereksinimlerden kaynaklanmaktadır. Bu süreçten de anlaşılacağı üzere, Eski
Yunanı okur-yazar toplum yapan Homer değil, Fenikelilerle olan ticari
ilişkileridir. Böylece Speiser’in de değindiği üzere ışık doğudan yükselir (Ex Oriente Lux) özdeyişine bir de hukuk
doğudan yükselir (Ex Oriente Lex)
özdeyişini eklemek gerekir.
Johns Hopkins Üniversitesi profesörlerinden Raymond Westbrook bir
çalışmasında hukuk kurallarının Mezopotamya’dan yayılma örüntüsünün
entelektüel, kurumsal ve alt katman olmak üzere üç seviyede olduğunu öne sürer.
Ona göre entelektüel seviyedeki
yayılma en ayırt edici olan yayılma olup, Sümerlerin geliştirdiği hukuk
kuralları ve noter geleneği şeklindeki yayılmadır. Bu çiviyazısı ile
gerçekleşmiştir. Kurumsal seviye,
özellikle krallık olmak üzere, hükümet etme kavramı, ticaret ve diplomasi
konularına yansıyan yayılmadır. Alt
katman ise tarihi kaynaklar öncesine giden miras ve yargılama hususları
gibi yaygın ortak yapılarda görülür. Bütün bu seviyelerde yabancı etkileri
anonim olup tarihlendirilemez. Sümer ülkesinden başlayan bu yayılma örüntüsünün
Akdeniz kıyılarında durmamış olduğu Eski Yunan’ın erken yasalarında açıkça
kanıtlanmaktadır.
İlk elkitabı olan “Çiftçi Yıllığı”nı Sümerler geliştirmiştir
Sümerlerin en etkili teknik başarılarından bazıları sulama ve tarımla
ilgilidir. Kanallardan, hendeklerden, bentlerden ve göletlerden oluşan karmaşık bir
sistem inşa edilmesi hiç de azımsanamayacak bir mühendislik becerisi ve bilgisi
gerektiriyordu. Sümerli eğitim bilimcilerinin bir Çiftçi Yıllığı derlemiş
olduklarını görmek hiç de şaşırtıcı değildir. Çiftçilere yıllık tarımsal
etkinlikleri boyunca rehberlik edecek bir dizi öğütten oluşan bu yıllık,
tarlaların mayıs-haziran aylarında sular altında kalmasıyla başlıyor ve gelecek
yılın nisan-mayıs aylarında yeni hasat edilen ürünün rüzgârda savrulup
temizlenmesiyle sona eriyordu. Bir satırlık bir girişten, 107 satırlık
öğütlerden ve üç satırlık bir künye bölümünden oluşan bu belgenin metni bir
düzineden fazla tablete ve parçaya bölünmüştür; bunların en önemlisi Leonard
Woolley tarafından Ur’da çıkarılmıştır. Bir el kitabı niteliğindeki çiftçi
yıllığının ilk 18 satırı şöyledir:
“Bir zamanlar bir çiftçi
oğluna öğütler verdi:
Tarlanı sürüp ekeceğin
zaman, sulama arklarını dikkatli aç (ki) sular tarlayı basmasın. Su
çekildiği zaman, tarlanın ıslak toprağının düz kalmasına özen göster; başıboş
öküzlere çiğnetme- Kötü niyetlileri kov ve oraya oturulan bir yer gibi
bak. Yarım kilonun 2/3'ünden (daha ağır olmayan) ensiz on baltayla onu temizle.
Anızlar (?) elle sökülmeli ve demetler halinde bağlanmalıdır, çukurlar
tırmıkla düzeltilmelidir; tarlanın dört tarafına çit çekilmelidir. Tarla (yaz
güneşi altında) yanarken eşit parçalara bölünsün. Aletlerin hani hani çalışsın
(?). Boyunduruk çubuğu berkitilmeli. Yeni kırbacın çivilerle sağlamlaştırılmalı
ve eski kırbacının sapı işçilerin çocukları tarafından onarılmış olmalıdır.”
(Kramer, Tarih Sümer’de Başlar, s.95)
MÖ 1700 yıllarında yazıldığı
tahmin edilen çiftçi yıllığı metni, kendisinden 1000 yıl sonra yazılan Eski
Yunan (Hesiodos'un İşler ve Günleri)
ve 1500 yıl sonra yazılan Roma metinlerine (Vergilius'un Georgics'i) öncüllük
etmektedir.
İlk Mektupları
Dünyada yazılı direktiflerin
ilki mektuplar aracılığıyla Sümer hükümdarları tarafından gerçekleştirilmiştir.
Eski dünyanın gelmiş geçmiş en büyük hükümdarı Şulgi’dir. Bu hükümdar
olağanüstü bir askeri lider, titiz bir yönetici, yorulmak bilmeyen bir tapınak
kurucusu ve kültür hamisi olarak ün salmıştır. O siyasal gücünü ve etkisini
doğuda Zağros dağlarından batıda Akdeniz’e kadar yaymıştır. Sarayda ve
tapınaklarda etkili bir muhasebecilik ve hesaplama sistemi kurmuş, takvimi
yeniden düzenlemiş ve bütün ülkede ağırlık ve uzunluk ölçülerine bir standart
getirmiştir. Ur ve Nippur’da Sümer’in iki büyük edubba’sını kurmuş ve desteklemiştir. Ulaşım yollarını geliştirmiş
ve ana yolar üzerinde “dostça insanlar” tarafından işletilen yorgun yolcuların
kalıp dinlenebilecekleri zamanımızın otellerinin ilk örnekleri olan bahçeli
dinlenme evleri yaptırmıştır.
Şulgi, Subir ülkesine boyun eğdirmek amacıyla görevlendirdiği temsilcisi
Aramdu’nun verdiği raporun özeti şöyledir:
Aramdu’dan Şulgi’ye Mektup
“Kralıma sözümdür; hizmetkarın Aramdu şöyle der: Sen beni, Subir ülkesine
giden yolları iyi durumda muhafaza etmekle, senin ülkenin sınırlarını
sağlamlaştırmakla, ülkenin yollarını bilinir kılmakla, … meclisin bilgilerine
öğüt vermekle (ve) hepsini itaatkar hale getirmekle …görevlendirdin. Sarayın
kapısına geldiğim zaman, kimse kralımın “barış”ını istemedi… Kralım Şulgi
(bunu) bilesin.”
Şulgi, cevabi mektubunda Aramdu’nun ihanetinden kuşkulanmakta ve Subirili
isyancılara katılmasını önlemek için hem tehdit etmekte hem de ona vaatlerde
bulunmaktadır.
Şulgi’den Aramdu’ya Mektup
“Aramdu’ya sözümdür; Kralın Şulgi şöyle der: …senden sanki sen tıpkı benim
yerimdeymişsin gibi ülkeyi sağlamlaştırmanı, halkı yönetmeni, onları itaatkar
hale getirmeni (ve) ülkenin kentlerini sıkıca (elde) tutmanı istiyorum. Onlara
“büyük adam”larının sözlerini bildir… Onları (Subirlileri) itaatkar hale getir;
ülkenin temellerini sağlamlaştır. Bu iş acildir.”
Burada geçen “büyük adam”, hükümdar Şulgi’dir.
Bir Uluslararası Ağ Oluşturma
Stratejisi: Siyasi Evlilikler
Tarihte bilinen ilk siyasi evlilik iki ayrı
Sümer kent devleti olan Lagaş Kent devleti ile Umma Kent devleti arasında
gerçekleşmiştir. Lagaş hükümdarı II. Eannatum, Umma hükümdarı Urlumma’nın kızı
ile evlenerek Umma kent devletini ele geçirmiştir. Siyasi evlilik yoluyla nüfuz
kurma ya da evlilik kurumunu siyasetin bir aracı haline getirme girişiminin ilk örneği böylece Sümer’de
gerçekleşmiş oluyordu.
Sümer Panteonunun İcadı
Tek tanrılı dinlerin ilk kavramları Sümer’de
oluşmuştur. Sümer panteonun oluşturulmasını Landberger, Sümerlerin manevi
başarılarının başına koyar. Ona göre Erken Hanedan çağının sonunda Sümer
panteonu tamamıyla oluşmuş bulunuyordu. Ve bu tanrılar sisteminin en göze
çarpan ilk özelliği tanrının insan şeklinde tasarlanması ve betimlenmesidir (anthropomorphisme). İkinci bir özelliği
de, yerel tanrıların doğa tanrıları şekline dönüşümüdür. Üçüncü gelişme ise bu
tanrıların ahenkli bir sistem halinde birleştirilmeleridir. Tanrılar istisnasız
olarak insan şeklinde betimlenir ve bey
ya da sahibe unvanlarını taşırlar. Bu
unvanı taşımayan yalnız dört tanrı vardır. Bunlar temsil ettikleri nesnenin
adını taşırlar. Bu dört tanrının adı sema,
güneş, ay ve fırtınadır. Bu dört
tanrı da insan olarak betimlenir. Bütün tanrıların insan şeklinde betimlenmesi
durumu Mezopotamya'yı, Mısır da dâhil bütün batı ülkelerinden ayıran bir
özelliktir. Mezopotamya'da ne hayvanlara, ne hayvan resimlerine, ne de yarı
insan yarı hayvan şeklindeki melez varlıklara tapılırdı.
Bu Tanrılar sisteminde 15 büyük kült kentinin her birinin kendine özgü
tanrısı vardır. Büyük dünya beyi, sular beyi, gök tanrısı, güneş tanrısı, ay
tanrısı, büyük yaratıcı ana tanrı, çoban ve bitkiler tanrısı gibi. Bütün bu
tanrıların toplamı en sade bir sentezle Sümer panteonunu oluşturur.
Tanrıların Hükümdarlığı
İktidarın Tanrı’ya bağlanması anlayışı
Sümer’de başlamıştır. B. Landsberger’in belirttiğine göre bazı tarihçiler Sümer
tanrılarının hükümdarlığını teokratik bir şekilde olduğunu düşünürler. Bu
tarihçilere göre bu ülke çok eski zamanlarda tanrı adına ele geçirilmiş,
mabetlerin çevresinde kentler kurulmuştur. Bu teokratik düşünceye göre, yalnız
mabede ait toprak vardı. Bütün halk mabet memur ve çalışanlarından oluşuyordu.
Bu düşünüşe göre kent beyinin rahip prens,
yani ensi
olarak anlaşılmasına da yol açmıştır. Ancak bu düşünüş abartılıdır. Bütün
Mezopotamya tarihi boyunca dünyevi ve ruhani güçler arasında keskin bir fark
gözetilirdi. Teokratik yönetim biçimini en üst derecede uygulayan
Urukagina'dır. Bu hükümdarın yazıtlarına göre kent üç kısma bölünmüştür. Bu kısımlardan
biri kent tanrısına, ikinci kısım tanrının eşine, üçüncü kısım da tanrının
oğullarına aittir. Bu paylaşıma uymak üzere hükümdar da kenti, kendisi, eşi ve
oğlu arasında böler. Fakat rahiplerin saldırısına karşı koyan da yine bu
hükümdardır. Ensi unvanı daima dünyevidir. Rahip unvanından gayet açık bir
şekilde ayırt edilir. Bu bir çeşit laik yaklaşımdır.
Sümerlerin dini dinamiktir. Onlar tanrı ve
mabetlerden yayılan, maddi olarak tasarladıkları gizemli bir gücün
varlığına inanırlardı. Bu güç tanrının hükümdarlık belirtileri
ile simgeleştirilir. Aynı zamanda bu güç
dünya düzenine etki eder. Dünya düzeni de mabedin mukaddes kült
düzenlemelerinden anlaşılır. İşte bu Sümerce "me”, denilen ilahi güç
ve dünya düzenidir. "Mukadderat”,
sözcüğüyle ifade edilen ikinci temel kavram "me” gibi gizemli bir güç değil, tersine tanrının ağzından
resmen bir defa çıkıp da, her yaratığa bir daha değişmemek üzere takılan ve o
yaratığın özelliğini de ifade etmiş olan bir anlatımdır.
Gök tanrısının mabedi "Gök evi”, adını taşır. Dünya beyinin mabedinin adı "Dağ
evi”dir. Su tanrısının mabedi "Okyanus
evi”, yeraltı dünyasının mabedi ise "Yeraltı
evi” adını taşır.
Uygarlık Sanatlarının
Eridu’dan Uruk’a Aktarılması
İnsanlığın siyasi, toplumsal,
bilimsel, vb. ilk kavramları Sümer’de ooluşturulmuştur.
Samuel Noah Kramer, Uygarlık
Sanatlarının Eridu’dan Uruk’a Aktarılması mitinin uygarlık tarihçileri için
büyük önem taşıdığını ve kültürel antropoloji için ise
öneminin çok daha fazla olduğunu söyler. Yaklaşık MÖ 2000’lerde ya da çok daha
önce yaşamış olabilecek anonim bir yazar tarafından incelendiği ve yazıya
geçirildiği kadarıyla Sümer kent uygarlığının doksan dört niteliği ve özelliği ayrıntılarıyla tek tek
kaydedilmiştir. Bunlardan ilki zamanın başlangıcından itibaren, evren ve onun
unsurlarını, tanrılar ve insanlar, kentler ve ülkeler ve uygar yaşamın çeşitli
aşamalarıyla ilgili, me olarak bilinen, güçlerin temel,
değiştirilemez, kapsamlı sınıflandırılmasının var olduğuna duyulan inançtı.
İkinci olarak, bu me’lerin aslında
panteonun iki baş tanrısının, An ve Enlil’in ellerinde olmalarına karşın daha
sonra bunları Sümerlerin bilge deniz tanrısı Enki’ye teslim ettikleri, onun da
bunları Erudu’daki Abzu’da koruduğu kanısı egemendi. Sonuçta, Sümer
uygarlığının merkezi olarak üstünlük ve yüceliği ele geçirme ya da tekrar elde
etme arayışında olan bir Sümer kenti, iyi ya da kötü herhangi bir yoldan bu me’leri Enki’den almak zorundaydı.
Uruk’un koruyucu tanrıçası İnanna, me’leri
sarhoş Enki’nin elinden alır ve bunları, kentin yüceliğe kavuşmasını kutlayan
hükümdarları, yüksek rahipleri ve yurttaşları tarafından coşkuyla karşılandığı
Uruk’a kaçırır.
Bunlar; enlik, lugallık,
soylu ebedi taç, krallık tahtı,… soylu asa, …, çobanlık, krallık, …, rahiplik
görevleri,…doğruluk, hançer ve bıçak,…sancak, sadakat,…, müzik aletleri, şarkı
sanatı, yaşlılık, kahramanlık, kudretli olma sanatı, ikiyüzlülük sanatı, dürüst
olma sanatı, kentlerin yağmalanması, ağıtların yükselmesi, yüreğin sevinci, …,
hile, asi ülke, iyi olma sanatı, yolculuk, güvenli oturma yeri,…, marangozluk
zanaatı, bakır işçiliği zanaatı, yazmanlık zanaatı, demircilik zanaatı, deri
işçiliği zanaatı, çırpıcılık zanaatı, duvarcılık zanaatı, …, anlayışlı kulak,
dikkat gücü, kutsal arınma ayinleri, besleyen kalem, sıcak kömür yığını, ağıl,
korku, şaşkınlık, ümitsizlik,…, zafer sevinci, öğüt verme, yüreği yatıştırma,
hüküm verme, karar alma, olmak üzere toplam 94 adettir.
Bilimde Laiklik Kavramı da Sümer’de Başladı
Dünyanın ilk ilaç formülleri
kitabının MÖ 3. binyıla ait tek tıbbı metin Sümer çiviyazısında yazıldığı ve bu
metnin tanrılara ya da cinlere tek bir göndermede bulunmadığı, Sümerlerin
dindarlığı dikkate alındığında, çok şaşırtıcıdır. Günümüzün dini inançlarının
temelini oluşturan kavramları geliştiren Sümerler,
aynı zamanda bilimde laiklik ilkesini de getirmiştir.
MÖ 500’lerde Yitirilen, MS 1905’deYeniden Bulunan
“Sen Yunanlısın. Ben Hitit’im.” Post modern şair Charles Olson çevirmen Chales Doria’yı
bir keresinde böyle selamlamıştı:
“İnanıyorum ki 20. yüzyılın
bu noktasında, yabancılaşmaya son vermek insanlık için mümkün olabilir, en çok
da bununla ünlü olan Herakleitos’un MÖ 500’de dediği gibi. Çünkü bütün bu
öğrendiklerim, insanın MÖ yaklaşık
500’lerde bir şeyi yitirdiği ve ancak MS 1905’te bunu yeniden elde ettiği
kanımı güçlendirmektedir”.
Burada sözü edilen “1905” yılı Sümer uygarlığının
kanıtlanmasını sağlayan bilimsel kazı bulguların elde edildiği yıldır. N.
Kramer’in belirttiğine göre, Helenizm döneminde Yunanca konuşanlar için
Mezopotamya düşüncesini özetlemiş olan Berossus, Sümer Ziusudra’yı Xisouthros
yapar. Kitabı Mukaddes edebiyatı gibi Yunan edebiyatının da Sümer – Akad
etkisinden pek çok izler taşıdığı daha da belirgin hale gelmiştir. Artık klasik
edebiyat uzmanları ve doğubilimcileri tarafından kabul edildiği üzere Yunan
mitolojik motifleriyle Mezopotamya dünyası arasında çok sayıda benzerlikler
vardır. Bu benzerliklerin en önemlileri şunlardır: “Evrenin yaratılışı,
tanrıların doğumu, kahramanlık kültürü, ejderha öldürmek, ilahlar arasında
savaşlar ya da ilahlara karşı savaşlar, tufan öyküleri, tanrısal bir ceza
olarak salgın hastalıklar ve uğursuz ırmağı ve kayıkçısıyla kasvetli, iç
karartıcı ölüler, vb.”
Günümüzün Dinsel ve Edebi Kavramlarını Sümer Oluşturdu;
Batı Geliştirdi
Munro Chadwick, The Growth of Literature adlı üç ciltlik
eserinde Mezopotamya’yı yazılı destanın beşiği göründüğünü belirlemişti. O
sıralarda yalnızca Akadca Gılgameş destanı biliniyordu. O zamandan buyana
yaklaşık dokuz Sümer destanı daha gün ışığına çıkarıldı. Bu yeni destanlar
yalnızca kahraman Gılgamış’la değil, onun öncülleri olan Enmerkar ve Lugalbanda
ile ilgiliydi. Yunan ağıt edebiyatının öncülleri Sümer edebiyatında vardır. Bilgelik edebiyatı alanında, Ezop
masallarına paralel pek çok Sümer eser bulunmuştur. Sümerce çiftçi yıllığı daha
sonraki yüzyıllarda yazılmış olan Heseidos’un İşler ve Günleri’ini ve Vergilius’un çiftçileri’nin öncülüdür. Son zamanlarda Miguel Civil, Yunan
komedyası ve diyalog türlerinin erken müjdecisi olabilecek yaklaşık bir düzine
Sümer denemesinin parçalarını bir araya getirmekte ve çözümlemektedir.
Berossus; Enki’yi Kronos, Marduk’u Zeus, Tanrıça Tiamat’ı Omarka, Thalath’ı Thalassa (deniz) yapmıştır. Nuh tufanının Mezopotamya biçimi pek
çok çeşitlemeye yol açmıştır.
Özetle şöyle diyebiliriz:
Günümüzün dinsel ve edebi kavramlarını önce Sümerler tasarladı ve oluşturdu.
Sonraki Sami kavimleri ve Anadolu kavimleri kendi katkılarıyla birlikte bunları
Eski Yunana aktardı. Eski Yunanın da katkılarını Araplar üzerinden elde eden
Batı bu kavramları geliştirdi.
Sümerler ve Sümer Ülkesi
Sümerler yaklaşık MÖ 4000 yıllarında, Güney Mezopotamya'ya doğudan gelip yerleşen bir kavimdir. Onlar dünyada ilk olarak kendilerinin
ürettiği çiviyazısı ile insanın beyninden geçtiği ve dilinin söylediği şeyleri diğer insanlara ulaştırmanın ve gelecek kuşaklara iletmenin mümkün olduğunu kanıtlamışlardır. Bu yazıya, enine ve boyuna konulmuş çivilere benzediği için çiviyazısı denilmiştir. Onların kendi kendilerine verdiği ad Kİ.EN.Gİ ve Kİ.EN.Gİ (R),
KENGER’dir. Buradaki Kİ yer,
toprak ve ülke; EN hükümdar, sahip, bey, hakim; Gİ ise dönüş anlamına
gelen bir ektir. Kİ.EN.Gİ (R)
Sümeroloji bilginleri tarafından “uygar insanların ya da efendilerin
yaşadığı yer” olarak
çevrilir. Asuroloji ve Sümeroloji bilgini Anton Deimel’e göre, Sümer ya da Sümerler (Shumeru) adı ise onlara Akadlar tarafından verilmiştir.
Birkaç yüzyıl önce
Mezopotamya bölgesinde kazıya başlayan kazıbilimciler ve bilim insanları
Sümerleri değil, Asur ve Babillilerin izlerini araştırıyordu. Bu halklar ve
uygarlıklar üzerine Eski Yunan ve İbrani kaynaklarından, eksik ve
yanlışlıklarla dolu olmakla birlikte, oldukça fazla bilgi edinmişlerdi; ancak
Sümerlere ilişkin hiç bir fikirleri yoktu. İki binyılı aşkın bir süredir Sümer
adı belleklerden silinmişti.
Sümerlerin Mezopotamya’nın yerli halkı olduğu görüşünü ileri sürenler varsa
da bugün genel kabul onların bölgeye başka bir yerden göç etmiş olduğudur. Peki
nereden?
Sümerlerin yerleştikleri yerlerin izleri,
kuzeyden güneye doğru bir yön gösterir.
Mezopotamya'nın gizemli tepelerinin uzun çağlardan
beri bağrında sakladığı geçmişi günümüze getiren yazılarının okunup, sırlarının
çözülmesini sağlayan Sümeroloji bilimi 19. yüzyılın ikinci yarısında ortaya
çıkmıştır. Sümer dilinin çözülmesiyle de bu uygarlığa ilişkin birçok bilinmez
bilinir hale gelmiştir. Sümerlerin yazdığı çivi yazılı belgeler bulunduğunda, bu
yazıların Hint-Avrupa dillerinin kuralları ile okunması gibi anlamsız ısrarları
sonucunda epeyce zaman kaybedilmiştir. Sonunda Sümer dilinin ne
Hint-Avrupa ne de Sami dili değil, Ural-Altay dillerine yakın bitişimli bir dil olduğu gerçeğine ulaşılmıştır.
Sümeroloji uzmanlarının çalışmaları ve bazı
arkeolojik bulgular temel alınarak Sümerlerin, Orta Asya'dan ve büyük bir olasılıkla
bugünkü Türkmenistan topraklarından bir yerlerden Mezopotamya'ya göç etmiş
olduğu görüşü ağırlık kazanmıştır.
Sümer Uygarlığının Günışığına Çıkarılışı
Onikinci yüzyıldan başlayarak Avrupalılar Önasya’ya seyahat ettiklerinde kendileriyle
beraber Dicle ve Fırat ırmakları arasında yer alan kırlardaki kum tepelerinin
eteğinde yatması olası olan kentler konusunda bilgiler de getiriyorlardı. Örneğin, Doğu seyyahı Pitro Della Balle
uzun yıllar bölgede topladığı pek çok eşya ile beraber 1626 yılında Roma'ya döndüğü zaman götürdüğü eşyalar arasında yazılı tuğlalar da vardır; ancak bu
yazıyı okumak yolunda ilk çalışmalar daha 200 yıl sonradır. 19. yüzyılda
Avrupa’da “çölün eşya toplama aşıkları”
diye adlandırılan hazine avcıları, bu sıralı tepeleri araştırmak için toprağı
alt üst etmeye başladığı sırasında Babil’in Dur-şarukin, Komba, Ninova ve diğer
eski kentleriyle karşılaşırlar.
Bu hazine avcılarının yerini 20. yüzyılda kazıbilimciler (arkeologlar)
almaya başladı ve 1920 yılında Önasya’da kazı çalışmaları tam bilimsel bir
düzeye ulaştı. Kazıcıların ortaya çıkardığı binlerce kil tabletin ve başka
buluntuların üzerinde çiviyazısı ile yazılmış olan yazılar
okunup, yeniden tasnif edilerek Mezopotamya’nın tarihi, kültürü ve bu
toprakların gerçek sahipleri konusundaki bilgiler açıklığa kavuşturuluyordu. Bu
konudaki anlamlı açıklamalar 1920-1940 yılları arasında olmuştur. Bu nedenle,
1920 öncesi bu bölgeye ilişkin yazılmış olan yapıtların tamamı birçok eksiklik
ve yanlışlıklarla doludur. Ne yazık ki günümüzdeki birçok yazar hâlâ, o artık
atıl olan kaynakları, hiç bir irdeleme yapma gereği duymadan kullanmayı
sürdürmektedirler. Mezopotamya’nın güneyinde yer alan Ur harabelerinde İngiliz
kazıbilimcisi Sir Leonard Woolley önemli sonuçlar elde ederek MÖ 3000 yıllarına
ait olan bir kralın mezarına rastlıyor.
Bunun yaklaşık 80 km kuzey batısında yer alan Uruk kentinin kütüphanesinin
yeri Alman kazıbilimcileri tarafından kesinliğe kavuşturuluyordu. Çiviyazısını
okuma süreci 19. yüzyılın ilk yıllarında başlamıştı. Bu alanda öncü 1802
yılında Alman dilbilimci Georg Friedrich Grotefend olmuştur. Bundan habersiz Doğu Hindistan’da görevli
İngiliz Henri Rawlinson 1830-1836 yılları arasında İran’ın doğusunda bulduğu
bir krala ait yazıyı okuyordu.
İnsanoğlunun en büyük buluşu olan yazının ortaya çıkışı
Yazı insanların öncelikle
ekonomik ihtiyaçları nedeniyle ortaya çıkmıştır. Önceleri resimli olan yazı zaman
içinde bugün kullandığımız harf yazısı şekline dönüşmüştür.
Yazının
şematik olarak gelişimi aşamaları:
Resim
Yazısı (Piktografik) →
Orta Asya Damga Yazısı →
Sözcük
yazısı ve Hece yazısı;
Hece
yazısı →
Harf yazısı şeklindedir.
Sümerlerin insanlık tarihine
yapmış oldukları en büyük katkı yazıyı bulmalarıdır. Önce tapınaklarda bulunan
ambar ve depolara giren çıkan tahıl ve daha birçok malın kaydedilmesinde
kullanılmış olan çiviyazısı gelişerek son şeklini MÖ 3200 yıllarda kazanmıştır.
Sümerlerden sonra çiviyazısı geleneği başta Akad, Babil,
Asur olmak üzere Mezopotamya’nın bütün uygarlıkları, Anadolu’da ise Hitit ve
Urartular tarafından alınmış ve kullanılmıştır. Doğu Akdeniz kıyılarında
gelişen ve Fenikeliler tarafından yaygınlaştırılan alfabe yazısı ise Aramiler,
Anadolu’da Frigler, Lidyalılar ve diğer Eski Batı uygarlıkları tarafından
kullanılmıştır. Eski Çağda Mısır’da kesintisiz biçimde kullanılan hiyeroglif
(resim) yazısı, Anadolu’da Luviler, Hititler ve Geç Hititler tarafından
kullanılmıştır.
Önce Sümer
Çiviyazısı Vardı (MÖ 3200)
Fenike Alfabesi Sümer Çiviyazısından (MÖ 12. yüzyılda)
Eski Yunan Alfabesi Fenike Alfabesinden (MÖ 8. yüzyılda)
Türemiştir
Çiviyazısının Çözümü
Çiviyazısı yaklaşık üç bin yıla yakın süre
kullanılmış, sonra yerini yaygınlaşmış olan alfabe yazısına bırakmıştır. Bu
geleneğin kesintiye uğraması, dilin ve bu dili kullanan toplumların da zamanla
belleklerden silinmesine neden olmuştur. Sümerler ve Akadlar gibi eski
toplumlar, tarihin belleğinden silinmiştir. Eski Çağda kullanılan çiviyazısının
yeniden okunup anlaşılmaya başlanması, geçmişin daha iyi anlaşılması bakımından
oldukça önemlidir. Ancak binlerce yıl önce terk edilen bu yazı sistemin çözümü
kolay değildir. İlk adımların atılabilmesi için bir anahtar gerekliydi. On
dokuzuncu yüzyılda başta İngiltere olmak üzere Fransa ve Almanya adına, Osmanlı
egemenliğindeki Irak’ta bulunan diplomatlar bu işin öncüsü oldular.
Ülkelerindeki büyük müzeler adına çalışmalar yürütürken bir yandan da çivi
yazılı yüzlerce tablet topladılar.
Bu bilinmeyen yazı sisteminin çözümü için gerekli anahtar İran’da bulundu. Kirmanşah
yakınlarındaki Bisutun yazıtları, aynı metni yan yana üç dilde kaydetmişti.
Bunlardan ikisi Eski Çağda kullanılan Elamca ve Babilce üçüncüsü ise Farsçanın
atası olan Eski Persçe idi. 1802 yılında Alman dilbilimci G. F. Grotefend, bu
üç yazıt üzerinde çalıştı. Kendisi daha geç Pehlevi yazıtlarında Pers
krallarının “Büyük Kral” ve “Krallar Kralı” unvanlarını kullandıklarını
öğrenmişti. Yazıtları yeniden gözden geçirerek araştırmasını ve yorumlarını
sürdürdü. Sonuçta önce söz konusu unvanları ve “filan filanın oğlu”
tanımlamasını çıkardı. Bu çözümleme Herodot’un adlarını günümüze taşıdığı, Pers
kralları Hystaspes oğlu Darius ve Darius oğlu Kserkses’e uyuyordu. 1835’de
teğmen Rawlinson İran şahının kardeşine askeri danışman olarak Kirmanşah’a
gitmiş; Bisutun yazıtlarını yeniden kopya etmiş ve Persçe metni üzerindeki
çalışmalarda Grotefend ile aynı sonuçlara ulaşmıştı. Eski Persçe yazıtın
çözümünde atılan bu adımlar, aynı metnin çevirisinin yazıldığı diğer dillerin
de anlaşılmasında ve çiviyazısının çözümlenmesinde anahtar rolü oynamıştır.
Çiviyazısını icat eden halkı,
Jules Opperet adlı Asuroloji uzmanı
ve dilbilimci 1869’da verdiği bir
konferansta, bu halkın Sümer ve dilinin de Sümerce olarak adlandırılması
gerektiğini bildirdi. Vardığı bu sonucu, erken dönem hükümdarlarına ait
olan bazı yazıtlarda bulunan “Sümer ve
Akad Kralı” unvanına dayandırıyordu.
Bir Sümer ören yerinde
yapılan ilk önemli kazı 1877’de, antik Lagaş
kalıntılarının bulunduğu Tello’da Ernest de Sarzec’in yönetiminde Fransızlarca
başlatılmıştı. İkinci büyük kazı, Pennsylvania Üniversitesi tarafından 1889 ile
1900 yılları arasında Nippur’da
yürütülmüştür.
Sümer Edebiyatı ve Sümer Okulu
Bir zamanlar,
Yılan da yoktu, akrep de.
Ne sırtlan vardı, ne aslan,
Ne vahşi köpek, ne de kurt.
Korku da yoktu, dehşet de.
İnsanoğlu rakipsizdi.
Sümer şiiri
Sümer edebiyatı, uygar
insanın estetik yaratımları arasında yüksek bir yer tutar. Akadlar, Asurlular
ve Babilliler bunları hemen hemen bütünüyle benimsemiştir. Hititler, Hurriler
ve Kenanlılar bazılarını kendi dillerine çevirdiler ya da büyük olasılıkla
geniş ölçüde taklit ettiler. İbranilerin ve hatta Eski Yunan’ın yazınsal
yapıtlarının biçimi ve içeriği bunlardan derin bir şekilde etkilenmiştir.
Sümerlere ait olanlar dışında daha eski herhangi bir yazınsal belgenin gün
ışığına çıkarılması olasılığının çok düşük olduğunu söyleyen S.N. Karmer’e göre
Sümer yazınsal yapıtlarının oluşturulması ilk kez MÖ 2500 civarında
başlamıştır; ama şimdiye kadar ele geçen en eski yazınsal belgeler yaklaşık MÖ
2400’e tarihlenmektedir.
Sümer Okulu
Dünyanın
ilkokul ve ilk eğitim sistemi Sümerler tarafından gerçekleştirilmiştir.
Uygarlık tarihi açısından bakıldığında, Sümer’in kazandığı en üstün başarılar,
çiviyazısının gelişmesi ve bunun doğrudan uzantısı olan resmi eğitim sisteminin oluşturulmuş olduğu söylenir. S.N.
Kramer’in deyişiyle;
“MÖ 3.
binyılın başlarında yaşayan isimsiz, uygulamaya eğilimli Sümer bilgeleri ve
öğretmenlerinin yaratıcılığı ve azmi olmasaydı, günümüzün entelektüel ve
bilimsel başarılarının pek olanaklı olamayacağını söylemek bir abartma
değildir.”
Sümer okul
sisteminin olgunlaşıp gelişmesi MÖ 3. binyılın ikinci yarısında
gerçekleşmiştir. MÖ 3000 yıllarından başlayarak Sümer'de yazı yazmanın resmi
olarak öğretildiği okullar ortaya çıkarılmıştır. Şuruppak kentinde MÖ 2500
yıllarından kalma çok sayıda ders kitabı
yapılan kazılar sonrası ele geçmiştir. Sümer Okulu edubba ya da tablet evi
olarak da anılır. Bu okulların başlangıçtaki amacı ülkede idari ve ekonomik
alandaki yazılması gerekli belgeleri yazabilecek yazmanlar yetiştirmekti.
Sümer Mirası
Zamanımızın siyasi, hukuki, toplumsal, ekonomik ve dinsel kavramlarının
kökü Sümerlerin bıraktığı miras arasındadır.
Tarihçiler Sümerlerin komşu kavimler üzerinde
büyük bir etkide bulunmalarını biraz da şaşkınla karşılarlar. Çünkü onlara
göre; (1) Sümerce öğrenilmesi zor bir dildi, (2) Sümer düşünceleri Sümer
topraklarında kökleşmişti, (3) Başlıca Sümer kavramları Sümerlerin kendilerine
özgü bir özellik kazanmıştı. Gerçekte daha Erken Hanedanlık (III. Dönem)
döneminin sonunda Sümer sanatının izleri Mısır'da da görülür. Yine bu
tarihçilere göre, eğer Sümerce Akad diline tercüme edilmemiş ve böylece Sümer
fikirleri sadeleştirilmemiş olsaydı, Sümerlilik tıpkı Mısır moral ve
düşüncesinde olduğu gibi, dünyaya kapalı bir ada halinde kalmağa mahkum
olacaktı.
Bu tarihçiler Sümer mirasının sonraki
kuşaklara aktarılmasında oynadıkları rolde Sami kökenli kavimlere gerçekte hak
ettiklerinden fazlasını yüklerler. Çünkü Sami kökenli kavimler Sümerlerin
yanında uygarlaşmış, o kültürü benimsemiş ve özümsemiştir. Sonraki kuşaklara
aktaracakları kendilerine özgün bir kültürleri yoktu.
Onlar, Sümer mirasını kendi anlayışlarına
uyarlamışlardır. Konuştukları dil ve lehçeleri daha sonraki dönemlerde de
(özellikle Babilliler döneminde) sürdüğünden, Samileştirilmiş Sümerlilik de
sürdürülmüştür. Ancak unutulmaması gereken bir husus da Sami kökenli
kavimlerin, Sümerleri Samileştirme siyaseti izlemiş olmaları, bunda da başarılı
olmalarıdır. Örneğin Hammurabi, Sümerceyi kaldırmıştır.
Kültür Birikimi Kaynağı ve Dünya Düzeni
Kavramı Sümerlerden Gelir
Amerikalı Asuroloji bilgini
E. A. Speiser, 1963 yılında yazdığı bir makalede çok haklı olarak şöyle der:
“UYGARLIKLAR, tıpkı bireyler
gibi, yaptıkları işlerden bilinirler. Geçmişin gelecek kuşaklara en önemli
katkıları onların geçmişten aldıkları ve yaşattıklarıdır. Hiç bir yerde
Mezopotamya’nın tarihi uygarlık mirasından daha uzun yaşayan bir şey yoktur. Halihazır
kültürümüzün bu uzak geçmişteki uygarlığa borcu genelde bilinenden çok daha
yaşamsal ve çeşitlidir. Bugün yıllarımızı Güneş’e göre, haftalarımızı Ay’a
göre, hesaplarken, haftanın günlerini gezegenlere göre adlandırırken; zaman
ölçeğimizi saatler ve dakikalar olarak altmışlık sayı sistemine göre sayarken;
dillerin karmaşıklığına dilbilim analiz araçları ile yaklaşırken; resmi
kayıtlarımızı, bilimsel eserlerimizi, edebi yaratıyı, ya da özel mektuplarımızı
yazarken; kişisel olarak algılamadan yasalara ve idarenin mutlakıyetten
kaçınacağına inancımızı yeniden teyit ederken; bunları ve diğer birçok şeyi
yaparken, bilerek ya da bilmeyerek, eski Mezopotamya’nın önderliğini yaptığı
çok eski yaşam deneyimlerinin sonuçlarını kullanmaktayız.”
Uygarlık Herkesin Ürünüdür
İtalyan tarihçi Sabatino
Moscati çok haklı olarak “Mezopotamya’da
gelişen uygarlıkların temel özelliği ikibinyılı aşan bir tarih, bütün batı Asya’ya hatta Mısır’a kadar uzanan bir siyasi güç, yoğun ve zengin bir dini kültür, son derece üretken bir edebiyat, sanat ve bilimsel çalışmalardır. Bugün Romalılar
ve Yunanlar arasında varolagelen halef-selef ilişkisinin geçmiş uygarlıklara da
uyarlanması mümkündür.” der.
Kısaca uygarlık tüm
insanlığın birikimli bir ürünüdür.
Osman Karadağ
Temmuz 2017
Bodrum
[1]Karadağ,
O., “Stratejinin Yazılı Kaynakları, Erken
Öncüler – 1 Sümerler ve Sonrası”, Berikan Yayınevi, Ankara, 2014
[2] Bu belgeler üç kil koni ve bir oval plaka üzerine
yazılmış olarak Fransız araştırmacılar tarafından 1878 yılında Lagaş’ta yapılan
kazılarda çıkarılmıştır. (Kramer, Samuel Noah, Tarih Sümer’de Başlar)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder