26 Ocak 2022 Çarşamba

Doğu Akdeniz ve Mavi Vatan Üzerine

 Sahip olduğu gücün ötesinde büyük hırslar peşinde koşan önderler hem kendilerini hem de ülkelerini yıkıma götürmüşlerdir. Bunlardan çok iyi bilinen üçü Napeleon, Hitler ve Enver Paşa’dır. Öte yandan bu gücün sınırlarını kavrayıp, yapabileceğinin azamisi ile bir Vatan yaratan yüce Atatürk ayrı bir örnek oluşturur. Şimdi anlatacağım ‘Mavi Vatan’nın da bir kavram olarak değil ama bir söylem olarak yayılmacı çağrışımlar yaptığını değerlendiriyorum.

Ne demek istediğimi tam olarak açıklayabilmek için önce Doğu Akdeniz üzerine kısa bir değerlendirme sonra da bazı tanımlara değinmek istiyorum. Çünkü, kimileri çıkıp şöyle diyebiliyor: Fransa’nın, İtalya’nın, dahası ABD’nin Doğu Akdeniz’de ne işi var. Böyle diyenler, düşünenler demeyeceğim (çünkü düşünmüyorlar), tarihi bilmedikleri gibi deniz nakliyatının da öneminden habersiz olmalılar.

Değerli okurlar önce şunu belirtmek zorundayım: Ne yazık ki, Doğu Akdeniz’de Türkiye’nin etkisi abartıldığı kadar yüksek değildir. Bunun temel nedeni, uluslararası ilişkilerde en önemli araç olan diplomasi yerine, tepki çeken askeri güç aracını kullanmak istemesidir. Eğer askeri gücün dayandığı teknolojide dışarı bağımlıysanız, karşı taraf sizin blöf yaptığınızı görür, gereksiz harcamalar yapar, daha baştan kaybedersiniz (Not 1). Türkiye’nin durumu da tam böyledir. İkinci önemli nedeni Yönetimin, İhvan yanlısı bir politika izlemesidir. Bu iki temel sorun Türkiye’yi bölgede yalnızlık içine sokmuştur.

Türkiye, Suriye, Lübnan, İsrail, Mısır, Libya ve Yunanistan ile çevrili Doğu Akdeniz, Batı Uygarlığının mayalandığı bir coğrafyadır. Uygarlık verileri buradan batıya yayılmıştır. Batı’nın bölge ile ilgisi Ortaçağda gelişmeye başlayan ticaret ile artmaya başlamış, Haçlı Seferleri ile doruğuna çıkmıştı. Batılıların o zamanlarda Doğu Akdeniz kıyılarında oluşturduğu köprübaşları zamanımızda da sürmektedir. İkinci Viyana kuşatmasından sonra gerilemeye başlayan Osmanlının 1700’lerden sonra 200 yılı aşkın bir süre daha yaşatılmasının kökeninde, bu bölgenin nasıl paylaşılacağının belirlenmesine kadar sürdürülen denge politikası yatar. Bu nedenle bölge çok önemlidir. Bölgede, bölge ülkeleri dışında ABD, Fransa, İtalya, vb. ülkelerin niçin olduğunun tarihsel bir nedeni vardır. Bunları göz önüne almadan yapılacak her değerlendirme havada kalacaktır. İç propaganda nitelikli dış politik atılımlar belki biraz oy getirebilir ama ülke kaynaklarının heba edilmesine ve uzun dönemde kayıplara neden olur. Bu ayrımı da ancak gerçek devlet adamları görebilir.

Şimdi de bazı tanımlara değinmek istiyorum.

Vatan

Vatan, bir ulusun bağımsız ve egemen olarak üzerinde yaşadığı yeryüzü parçası ve onun hava sahası ile karasularına denir. Türk Dil Kurumu da vatanı şöyle tanımlıyor: ‘Bir halkın üzerinde yaşadığı, kültürünü oluşturduğu toprak parçası.’

Vatan kavramı Türk kültüründe kişinin doğduğu yer, ata yurdu anlamındadır. Batı kültüründe gelişen düşünce akımlarının etkisi ile belli bir ulusun, ortak bir egemen otoritenin yetki alanıyla belirlenmiş ortak bir toprağın işgal edilişi biçimindeki tanımı Tanzimat Fermanı’nın ilanı ile yerleşmiştir.

Vatan sözcüğü, Arapça kökenli olup Türk tarihinin çeşitli evrelerinde uluş (ülke), yurt, toprak, mülk, memleket, memâlik-i mahrûsa, memâlik-i şahane, babayurdu ve anavatan gibi kavramlarla karşılanmıştır. Batı kültüründe ise vatan için homeland, country, fatherland, motherland, die Heimat, das Vaterland, patrie sözcükleri kullanılır.

Geleneksel Osmanlı anlayışında vatan, doğum yeri ile oturulan yer anlamına geliyordu; ne vatan ne de memleket sözcükleri ulusal içerik taşımıyordu. Osmanlılar vatan yerine daha çok mülk, memleket ve memalik sözcüklerini kullanmışlardı.

Faik Sabri Duran’ın 1939 yılında yazdığı Yeni Türkiye Coğrafyası kitabında, yeni kurulmuş Cumhuriyet’in vatanı, ‘Nihayet Türkiye, yalnız Türklerin hâkim olduğu yerlerde (…) memleket şekline girdi’ sözleri ile tanımlanır. Cumhuriyet’in ilanı ve yeni Türk devletinin kuruluşu ile üzerinde yaşanılan toprakların vatan olarak tanımlanması da aynı zamanda olmuştur.

Tanzimat döneminde M. Said Halim Paşa’nın, ‘Bir Müslüman’ın vatanı, İslam’ın hüküm sürdüğü yerdir’ diyerek başlattığı vatana bakış serüveni, İkinci Meşrutiyet sonrası gelişen Türkçülük akımının etkisiyle giderek küçülmeye başlayan coğrafyayı yeniden genişletmek düşüyle Turan’a dönüşmüştür. Artan toprak kayıplarıyla kuzey Afrika’nın, Ortadoğu’nun ve Balkanların elden çıkması, son olarak Anadolu’nun da işgal edilmesiyle sürekli değişen ‘Türklerin vatanı neresidir?’ sorusu, önce Misâk-ı Millî, sonrasında da ulusal sınırları çizilmiş Türkiye Cumhuriyeti ile yanıtlanır.

Mustafa Kemal Atatürk, Cumhuriyet Halk Partisi’nin 1935 tarihli Parti Programı’nda Türk kültür ve düşüncesinde vatanın tanımını ve Türk vatanının neresi olduğunu belirtir. ‘Vatan; Türk milletinin eski ve yüksek tarihi ve topraklarının derinliklerinde varlığını muhafaza eden eserleriyle yaşadığı bugünkü siyasî sınırlarımız içerisindeki kutsal varlıktır’.

Uluslar tarih boyunca yaşadıkları, yurt kurdukları toprakları kutsal olarak kabul etmiş ve bu topraklarını başkalarının eline geçmesini önlemek üzere ordu kurarak yurtlarını savunmuşlardır. Tarihteki savaşların en önemli nedenlerinden biri bir ulusun yaşadığı toprakları başka bir ulusun ele geçirme ve kendi topraklarına katma çabalarından kaynaklanıyordu. Bir ulusun yaşadığı toprakları koruma savaşımı bizi vatan kavramına götürür.

Osmanlı Türklerinde ordular nerelere kadar uzanmışsa, vatan orasıydı. Yani Vatan, silahlı güçle korunan yerdi. 1860’dan sonra vatan kavramını birleştirici bir unsur olarak kullanan Namık Kemal’in vatan şiirlerinde de vatan, ordularımızın çevrelediği topraklar olarak belirtilmiştir.

Deniz hukuku

Deniz hukuku, deniz alanlarının hukuki rejimini, çeşitli kullanımlarını ve denizdeki gemilerin seyrüseferini düzenleyen kuralların bütünü olarak tanımlanır.

Deniz Hukuku Konferanslarının birincisi 24 Şubat - 28 Nisan 1958 tarihleri arasında Cenevre’de toplanmıştır. Bu konferans sonunda deniz hukukunun temel konularına ilişkin dört temel antlaşma (Kara suları ve Bitişik Bölge Sözleşmesi, Kıta Sahanlığı Sözleşmesi, Açık Deniz Sözleşmesi, Balıkçılık ve Açık Denizlerin Canlı Kaynaklarının Korunması Hakkında Sözleşme) kabul edilmiştir.

Daha sonra ortaya çıkaran nedenler (Not 2) sonucu 1973-1982 yılları arasında gerçekleştirilen yeni bir dizi konferanslar, deniz hukuku gelişiminde önemli bir dönüm noktası olarak kabul edilen Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi’nin (BMDHS) kabulü ile sonuçlanmıştır.

Deniz hukukunu düzenleyen en kapsamlı metin olan bu Sözleşmeye ‘Denizler Anayasası’ da denir. Ancak, aralarında ABD ve Türkiye’nin yer aldığı yaklaşık 30 ülke henüz Sözleşmeye taraf değildir.

BMDHS‘in amacı denizlerde ve okyanuslardaki bilimsel, ticari ve ekonomik faaliyetleri kontrol etmek ve gerekli sınırlandırmaları düzenlemek ve aynı zamanda deniz ve deniz çevresi ile ilgili izlemeleri yaparak bu alanların korunmasını sağlamaktır.

Deniz Alanları

Deniz alanları temelde iki ana gruba ayrılır: Ulusal yetki alanı içindeki deniz kesimi ve ulusal yetki alanı dışındaki deniz kesimi. Denizlerin hukuki rejiminin gösterdiği farklılıklara göre, deniz alanları şöyle sınıflandırılır:

1. Ulusal sınırlar içinde kalanlar (iç sular, kara suları, takımada suları ve belli ölçülerde uluslararası boğazlar),

2. Ulusal sınırlar dışında, kıyı devletinin ilanı ile belirli işlevsel münhasır yetkileri olan yerler (bitişik bölge, münhasır ekonomik bölge, münhasır balıkçılık alanları). Kıta sahanlığı ilana bağlı olmayıp, ulusal sınırların dışına da uzanan geniş bir bölümü kapsar.

3. Hiçbir devletin yetkisinde bulunmayıp herkesin serbestçe girip yararlanabileceği alanlar açık deniz olarak adlandırılır.

Esas Hat (Esas çizgi)

Devletin deniz ülkesinin tanımlanması ve belirlenmesinde en önemli ölçüt, esas hat (base line) olarak adlandırılan kıyı çizgisidir. Deniz hukukunda esas hat devletin yetkisine tabi olan deniz alanlarının ölçülmeye başlandığı hattır (Not 3).

Devletlerin egemen haklara sahip olduğu deniz ülkesi, esas hatla kara ülkesi arasında kalan iç sular ve bu hattın ötesine uzanan kara sularından oluşur.

İç Sular

İç suları, kara sularının ölçülmeye başlandığı esas hattın kara tarafında kalan deniz alanlarıdır. Koylar, körfezler, limanlar, kapalı denizler ve iç denizler ile düz esas hatların gerisinde kalan sular iç suları oluşturur.

Kıyı devletinin bir parçası olarak kabul edilen iç sular, uluslararası hukukun getirdiği birtakım sınırlamalara tabi olmaksızın, kıyı devletinin yasama, yürütme ve yargı yetkilerini kullanabileceği mutlak egemenlik sahası anlamına gelir. Ancak bu mutlak egemenlik uluslararası örf ve adet hukuku ya da uluslararası antlaşmalar yoluyla sınırlandırılabilir.

Kara Suları

Kara suları, devletin iç sularının dış sınırından başlayarak açık denize doğru, devletin kendi yasalarına dayanarak uluslararası hukukun kabul ettiği belirli bir genişlikteki deniz alanıdır.

Kara suları kavramı coğrafi bir kavram olmaktan çok hukuki bir kavramdır. Kara suları iç sularla birlikte devletin deniz ülkesini oluşturur. Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi’nin 2. Maddesine göre ‘kara suları’; kara ülkesinin ve iç sularının ve bir takımada devleti olması halinde takımada sularının ötesinde kıyısına bitişik ve kara suları olarak tanımlanan bir deniz kuşağını kapsar.

Kara suları devletin egemenliğine tabi deniz alanları içerisinde yer almakla birlikte, açık denizlerin serbestliği ilkesi çerçevesinde deniz seyrüseferlerinin kesintisiz gerçekleştirilebilmesi için kıyı devletinin bu alanlardaki yetkilerine birtakım sınırlar getirilmiştir. Bu sınırlamalardan en önemlisi ‘zararsız geçiş’ hakkıdır.

Zararsız geçiş, yabancı bandıralı bir geminin, başka bir ülkenin karasularından geçişini düzenleyen bir deniz hukuku kavramıdır. Her ülke bu hakka sahip olmakla birlikte, hukukun emrettiği ve ev sahibi ülke tarafından belirlenen kurallara da uymak zorundadır.

Devletler kara topraklarında sahip olduğu haklara; karasularında, karasuların üzerindeki hava sahasında, deniz tabanında, tabanın altında da sahiptir. Karasularının bitiminden sonra uluslararası sular başlar.

Karasularının hukuki rejimi ile ilgili iki görüş vardır. Bunlardan birincisi, devletin egemenliği ilkesinin esas alınması ile geliştirilen ‘karasularını ülkenin bölünmez bir parçası’ olduğu tezidir. Bu görüşe göre karasuları ‘devletin ülkesinin su altında kalmış bir parçasıdır. Diğer bir görüş olan karasuları açık denizin devamıdır tezi ise denizin bir bütün olarak ortak mülkiyet konusu olduğu; ancak, sahil yakınlarında sahildar devlet lehine bazı yararlanma hakları tanındığı düşüncesine dayanır.

Silah kuvvetinin bittiği yerde ülke egemenliği de sona erer düşüncesinden hareketle ortaya atılan top menzili ölçütü bugün bile, kimi devletlerce benimsenmiş olan 3 deniz mili genişlik ölçütünün temelidir. 18. yüzyılın ikinci yarısında ortaya atılan 3 deniz mili ölçütü o dönemde top menziline karşı geliyordu.

Bitişik Bölge

Bitişik bölge, kara sularına bitişik olan ve kıyı devletinin belirli bir genişliğe kadar bazı konularda yetkilerini kullandığı açık deniz alanını belirtir.

Bitişik bölgenin doğması, sahildar devletlerin çıkarlarını onların milli hukukları ve düzenlemelerine karşı azami şekilde koruma ve açık denizlerin serbestiyetinin devamını sağlama ihtiyaçlarından kaynaklanmıştır.

Kıta Sahanlığı

Kıta sahanlığı, jeolojik olarak ülkeyi oluşturan kara parçasının deniz altındaki uzantısıdır ve kıtanın bitip okyanusun başladığı kıtasal çizgiye kadardır. Coğrafi anlamda kıta sahanlığı, kıyı devletinin kara ülkesinin denizin altında süren doğal uzantısı olarak tanımlanır. Hukuki anlamda kıta sahanlığı ise, kıyı devletinin, kara sularının ötesinde fakat kıyıya bitişik sualtı alanlarının deniz yatağı ve toprak altındaki cansız kaynaklarını araştırma ve işletme konusunda münhasır egemen hakları olduğu bir deniz alanı olarak tanımlanır. Coğrafi anlamda kıta sahanlığı, hukuki anlamdaki kıta sahanlığının yalnızca bir bölümünü oluşturur.

Hukuki bir kavram olarak kıta sahanlığı, BMDHS’nin 76. Maddesinde,

Bir kıyı Devletinin Kıta Sahanlığı, kara ülkesinin doğal uzantısı boyunca Kara sularının ötesinde kıta kenarının dış sınırına kadar uzanan veya kıta kenarının dış sınırının (200 mile kadar uzanmadığı) yerlerde, Kara sularının ölçülmeye başlandığı esas hatlardan itibaren 200 mile kadar uzanan su altı alanlarının deniz yatağı ve toprak altını kapsar. Kıta kenarı, kıyı Devletinin kara kütlesinin su altında kalan uzantısını kapsar ve kıta sahanlığının, kıta yamacının ve kıta yükseliminin deniz yatağı ve toprak altından ibarettir. Kıta kenarı, okyanus sırtına sahip olan okyanus tabanı ile toprak altını kapsamaz’ olarak tanımlanır.

Münhasır Ekonomik Bölge (MEB)

Münhasır Ekonomik Bölge, 1982 BMDHS’nde münhasır ekonomik bölge (MEB, Exclusive economic zone - EEZ), kıyı devletine kara sularının ölçülmeye başlandığı hattan başlayarak 200 mil genişlikteki deniz alanında kalan su tabakası ile deniz yatağı ve onun toprak altında münhasır ekonomik haklar ve yetkiler tanıyan deniz alanı olarak tanımlanır. MEB özel hukuki rejime tabidir; kıyı devletinin hak ve yetkileri ile diğer devletlerin hakları ve serbestlikleri BMDHS’nin ilgili maddeleriyle düzenlenmiştir.

Bu alan kıyı devletinin mutlak egemenliği altında bir alan olmayıp, kıyı devletine yalnızca doğal kaynaklar üzerinde münhasır yetkiler tanıyan bir deniz alanıdır. Doğal kaynaklar dışında münhasır ekonomik bölge, açık denizlerin sağladığı neredeyse bütün hakları diğer devletlere sağlar.

Öyle ki, BMDHS’nin ‘Münhasır Ekonomik Bölgede Diğer Devletlerin Hakları ve Yükümlülükleri’ başlıklı 58. Maddesine göre diğer devletler, bu alandaki deniz ulaşımına, bu alan üzerindeki hava ulaşımına, telekomünikasyon kabloları veya enerji nakil boruları döşemeye, bilimsel araştırmalar yapmaya ve devletler hukuku açısından kabul edilen diğer faaliyetlere ilişkin hakları kullanmaya devam edebilirler.

Münhasır Ekonomik Bölge kavramının daha çok ekonomik ve hukuksal bir anlamı vardır. Kıta sahanlığı kavramı ile karşılaştırıldığında MEB kavramının daha geniş bir uygulama alanı vardır. Bu nedenle ülkeler genelde kıta sahanlığı yerine MEB kavramının üzerine yoğunlaşır (Not 4).

Kıyı devletinin münhasır ekonomik bölge üzerinde uluslararası deniz hukukunun tanıdığı yetkilere sahip olabilmesi için kıyıların ötesinde münhasır ekonomik bölge ilan etmesi gerekir.

Açık Deniz

Açık Deniz, hiçbir devletin ülkesine, egemenliğine ait olmayan iç sular, kara suları, takımada devletlerinin takımada suları ve münhasır ekonomik bölge dışında kalan uluslararası deniz alanını kapsar. Açık denizler, sahili bulunsun veya bulunmasın tüm devletlerin yararlanmasına açık bir alan olup burada açık denizlerin serbestliği ilkesi geçerlidir (Not 5).

Şimdi sözünü ettiğim tanımlamaları ve en önemlisi de egemenlik (hakimiyet), bir toprak parçası ya da mekan üzerinde kural koyma ve hukuk yaratma gücü olduğunu göz önünde bulundurarak Mavi Vatan ile ne denmek istendiğine değinmek istiyorum.

Mavi Vatan Nedir?

Savunucularına göre Mavi Vatan bir kavram, bir sembol, bir doktrindir. Kavram olarak Türkiye’nin ilan edilmiş veya edilmemiş tüm deniz yetki alanları (iç sular, karasuları, kıta sahanlığı, Münhasır ekonomik Bölge) akarsu ve göllerini kapsamına alır. Sembol olarak Türkiye’nin 21. Yüzyılda yüksek stratejik hedefi olması gereken devleti ve halkı ile denizcileşmesinin sembolüdür. Doktrin olarak Anadolu’yu çevreleyen denizlerle, Anadolu periferisindeki diğer okyanus ve denizlerdeki hak ve çıkarlarını korumaya ve geliştirmeye yönelik jeopolitik bir yol haritasıdır. (Not 6).

Bu tanımlamadan anlaşılacağı üzere Mavi Vatan Türkiye’ye çevre denizlerimizde kıta sahanlığı ve Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) üzerinde devletlere tanınan egemen haklarının ötesinde bir egemenlik tanıyor ve söz konusu su kütlesini Türkiye’nin vatan topraklarının devamı olarak kabul ediyor.

Uluslararası hukuka göre; bir devlet yalnızca iç suları ve karasularında egemendir. Devletler Kıta Sahanlığı ve MEB’te çoğunluğu ekonomik amaçlar için düzenlenmiş egemen hakları kullanırlar. İlle de denizlerde bir yere vatan denilecekse, bu alan yalnızca iç suları ve karasularını kapsayabilir. Türkiye’nin çevre denizlerde hak ve menfaatlerini korumak için yeni bir kavram üretmeye de gereksinimi yoktur. Üzerinde yabancı gemilerin askeri tatbikat yapabildiği bir su kütlesine vatan adını vererek, gerçek vatan kavramını erozyona uğratmaya veya olmayan bir kutsallık üzerinden halkın duygularına oynamaya da gerek yoktur.

Mavi Vatan kavramı aslında Çin’den ithal edilmiş bir kavramdır. Çin, Doğu ve Güney Çin denizinin tümünü kendi egemenlik alanı olarak görüyor ve bu denizleri egemenliği altına almak için Blue National Soil olarak adlandırdığı bir strateji izliyor. Bu deniz alanlarında karasuları rejimini uygulamaya çalışıyor. Açık deniz alanlarını ve üzerindeki hava sahasını üçüncü ülkelerin kullanımına kapatmaya çabalıyor. İlk kez 2010 yılında yayımlanan The State Oceanic Administration (SOA) raporunda ortaya konulan bu stratejiye göre Çin, bu deniz alanlarını Mavi Toprak olarak tanımlıyor.

Türkiye, Çin’in yayılmacı emeller doğrultusunda ürettiği bir kavramı, milli bir kavrammış gibi sahiplenerek tüm Doğu Akdeniz politikasını bu kavram doğrultusunda kurgulamanın bedelini ödüyor. Türkiye’nin geleceğini Asya’da, Çin ile bağlaşmada görenlerin yaklaşımı, geçmişte Osmanlı İmparatorluğu’nu Almanya’nın peşine takarak Birinci Dünya Savaşı’na sokan Enver Paşa ve çevresinin tutumunu çağrıştırıyor. Türkiye, Çin’den ithal yayılmacı bir kavramı kullanarak uluslararası ortamda kendi haklılığına gölge düşürüyor ve komşu ülkelerin haklarını hiçe sayan, denizlerin serbestçe kullanımına karşı çıkan bir ülke konumuna düşüyor. Türkiye’nin şu anda yayılmacı ve hukuk dışı ‘Mavi Toprak’ kavramından türetilmiş ithal ‘Mavi Vatan’ kavramına değil, gücünü uluslararası hukuktan alan hak ve çıkarlarını korumada silahlı güç gösterisi ile değil, diplomasi ile yürütülen milli politikalara gereksinimi var.

Esenlikler diliyorum.

Notlar

Not 1: Teknoloji geliştiremiyorsanız, bu alanda başkalarına bağımlıysanız askeri gücünüz aldatıcıdır, çünkü teknoloji altyapısı olmayan bir güç sürdürülemez. Teknoloji oluşturma da bilimsel tabanın genişletilmesiyle, yani üniversitelerin gerçek amacı olan araştırmaya yönelmesiyle olur, sayılarının artırılması hiçbir işe yaramaz. Örneğin, Türkiye’nin geliştirmeye çalıştığı İHA motor (Kanada’ya) ve bazı temel kalemler açısından dışa bağımlıdır. Benzeri bir durum Altay tankı için de geçerlidir.

Not 2: Bu nedenler şunlardır: Ülkelerin doğal kaynaklara olan ihtiyaçlarının artması. Karasal kaynakların yetersiz kalmaya başlaması. Teknolojik gelişmelerin deniz dibi ve toprak altındaki kaynakların kullanılmasına ve işletilmesine olanak sağlaması, bu alanların bakır, manganez, kobalt ve nikel içeren maden yumruları ve hidrokarbürler bakımından çok zengin olduklarının ortaya çıkması. Denizde trafiğin ve balıkçılığın giderek yoğunlaşması. Bağımsızlığına yeni kavuşmuş devletlerin eski kuralları tanımak istememeleri ve ülkelerini denizler yönünde genişletmeyi arzu etmeleri. Deniz zenginliklerinin gelişmiş devletlerce yağmalanmasının önlenmesi ve canlı kaynakların tükenmesinin önüne geçilmesi isteği. Devletlerin denizler üzerinde giderek artan, gelişigüzel iddialarını kurallara bağlamak arzusu. Deniz kirlenmesinin önlenmesi veya azaltılmasının sağlanmak istenmesi. Kıta sahanlığının dış sınırına ilişkin kriterlerin hızla gelişen teknoloji karşısında anlamını yitirmesi ve bu kriterlerin değiştirilmesine yönelik itirazlar. Takımada devletlerine ait deniz alanlarının belirlenmesi. Zararsız geçişin tanımlanması ve karasularının genişliğinin belirlenmesi ihtiyacı. Bilimsel araştırma faaliyetlerinin tabi olacağı hukuksal rejimin belirlenmesi isteği.

Not 3: Normal esas hat; suların en alçak olduğu zamanda ki coğrafi kıyı çizgisine eşittir. Düz esas hat; kıyı fazla girintili ve parçalanmış ise veya kıyının hemen yakınında adalar, sağlıklar veya kayalıklar bulunuyor ise, bu tür kıyılarda iç sınır kıyının uygun uç noktalarını birleştiren düz hatlar esas alınarak belirlenmektedir.

Not 4: Münhasır ekonomik bölge ve kıta sahanlığı arasındaki farklar; 1. Kıta sahanlığı doğal oluşumdur, münhasır ekonomik bölge ise sunidir. 2. Kıta sahanlığı istisnalar halinde 350 mile kadar çıkabilmektedir. Münhasır ekonomik bölge ise mutlak olarak 200 mildir. 3. Münhasır ekonomik bölge kıta sahanlığından farklı olarak su kütlesindeki kaynaklara da sahip olma hakkını içerir. 4. Münhasır ekonomik bölge de balıkçılık, bilimsel araştırma yapma ve suni ada yetkisi kıyı devletine aittir.

Not 5: Açık denizlerin serbestliğini ilk öne süren Denizlerin Serbestisi adlı eseriyle Hugo Grotius olmuştur.

Not 6: Bknz. Cem Gürdeniz, 21. yüzyılda Mavi Vatan nedir?, Veryansın TV, 26 Temmuz 2020

Kaynakça

Dr. Didem Ardalı Büyükarman, Vatan Kavramının Türk Tiyatro Edebiyatındaki Seyri Üzerine Bir İnceleme, A.Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi Sayı 37 Erzurum 2008

Dr. Ömer Lütfi Taççıoğlu, Vatan Kavramı ve Türk Milleti için Vatanın Önemi, Akademik Sosyal Araştırmalar Dergisi, Yıl: 6, Sayı: 71, Haziran 2018, s. 221-230

Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam: Mustafa Kemal 1919-1922, Cilt II, Remzi Kitabevi. İstanbul, 2006, s. 398

Cem Gürdeniz, 21. yüzyılda Mavi Vatan nedir?, Veryansın TV, 26 Temmuz 2020

Fatih Yurtsever, Mavi Vatan kavramı nedir, nereden ithal edilmiştir?, Bold Analiz, 01.06.2020

Karapınar, Nuray, Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi ve Deniz Alanlarına İlişkin Bazı Kavramlar, Doğal Kay. ve Eko. Bült. (2015) 20: 13-21

18 Ocak 2022 Salı

Günümüz İnsanının Din Algısındaki Değişimi

 

Günümüz İnsanının Din Algısındaki Değişimi

Geçenlerde bir gazete yer alan bir haber özetle şöyleydi: Bir ilahiyatçı profesör, yapılan araştırmalara göre Türkiye’de deist/ateist oranı %6’nın üzerinde. Profesör iyimser bir rakam vermişse de artık Türkiye’nin %99’unun Müslüman olmadığını ilahiyatçılar bile kabul ediyor. Öte yandan gerek ülkemizde gerekse dünyada en ünlü ateistlerin ilahiyatçılar arasından çıkması da şaşırtıcı değil.

Değerli okurlar, bu durum yalnızca Türkiye için değil, tüm dünya için geçerli bir durum.

Michigan Üniversitesi profesörü Ronald F Ingkehart’ın Foreign Affairs Dergisi Eylül/Ekim 2020’de yayımlanan ve Tanrı'dan Vazgeçmek: Dinin Küresel Çöküşü adıyla Türkçeye çevrilebilecek Give Up on God: The Global Decline of Religion adlı ilginç çalışması bulgularına değinmek istiyorum (Not 1). R. F. Ingkehart, 1981'den 2007'ye kadar anket kanıtlarının mevcut olduğu ve dünya nüfusunun yüzde 60'ını içeren 49 ülkedeki dini eğilimler üzerine verileri analiz ederek bazı sonuçlara ulaşmış. Bu yöndeki savlara karşın -yüksek gelirli ülkelerin çoğu daha az dindar hale gelmiş- dinde evrensel bir dirilişin söz konusu olmadığını belirtmiş. Ancak 2007 istatistiğinde incelenen 49 ülkenin 33'ünde insanların daha dindar hale geldiği görülmüş. Bu durum çoğu eski komünist ülkelerde, çoğu gelişmekte olan ülkede ve dahası bir dizi yüksek gelirli ülkede geçerliydi. 2007 yılı bulguları, kimi bilginlerin bir zamanlar varsaydığı gibi, sanayileşmenin ve bilimsel bilginin yayılmasının dinin yok olmasına neden olmadığını açıkça ortaya koyuyordu.

Ancak 2007'den beri işler şaşırtıcı bir hızla değişti. Yaklaşık 2007'den 2019'a kadar, incelenen ülkelerin ezici çoğunluğu (49 ülkeden 43'ü) daha az dindar bir duruma geldi. İnançtaki düşüş, yüksek gelirli ülkelerle sınırlı değildi, dünyanın çoğu yerinde görülüyordu.

Giderek artan sayıda insan artık din’i, yaşamlarında gerekli bir destek ve anlam kaynağı olarak görmüyordu. Bu eğilim çeşitli etmenlerden kaynaklanıyor. Bunların en güçlüsü, yüksek doğum oranlarını koruma zorunluluğuyla yakından bağlantılı bir dizi inancın azalan etkisiydi. Modern toplumlar bir ölçüde daha az dindar duruma geliyordu, çünkü artık büyük dünya dinlerinin yüzyıllardır aşıladığı toplumsal cinsiyet ve cinsel normları desteklemeye gereksinimleri kalmamıştı. Kimi dini tutucular, inançtan uzaklaşmanın toplumsal uyumun ve genel ahlakın çöküşüne yol açacağı konusunda uyarsalar da kanıtlar bu savı desteklemiyor. Bulgular, daha az dindar olan ülkelerin, daha dindar olanlardan daha az yolsuzluğa ve daha düşük cinayet oranlarına sahip olma eğiliminde olduğunu gösteriyor. Elbette din, yolsuzluğu ve suçu özendirmez. Bu olgu, toplumlar geliştikçe hayatta kalmanın daha güvenli duruma geldiği gerçeğini yansıtır: Bir zamanlar yaygın olan açlık artık söz konusu değildir; yaşam beklentisi artmış; cinayet ve diğer şiddet türleri azalmıştır. Ulaşılan bu güvenlik düzeyi yükseldikçe, insanlar daha az dindar olma eğilimindedir.

İnancın Yükselişi, Düşüşü

1981 ve 2007 yıllarında yapılan her iki ankette, katılımcılardan, 1’den "Hiç önemli değil" ile 10 "Çok önemli" arasında bir değer seçerek Tanrı'nın yaşamlarında ne kadar önemli olduğunu belirtmeleri istenmişti. Bir ülkenin dindarlık düzeyinin zaman içinde nasıl değiştiğini incelemek, bazı çarpıcı bulgulara yol açtı. Ankete katılan ülkelerin çoğu, Tanrı'nın önemine olan inançta artış gösteriyordu. Ancak, 2007'den bu yana, dinden keskin bir uzaklaşma eğilimi var. Hemen hemen her yüksek gelirli ülkede dinden uzaklaşma eğilimi sürüyordu.

Karl Marx'tan Max Weber'e ve Émile Durkheim'a kadar etkili düşünürler, bilimsel bilginin yayılmasının dini dünya çapında dağıtacağını tahmin etmişlerdi, ancak bu gerçekleşmemişti. Çoğu insan için dini inanç, bilişsel olmaktan çok duygusaldı. İnsanlık tarihinin çoğu için, özellikle tarım devrimi öncesi çağlarda, hayatta kalma tümüyle belirsizdi. Din, dünyanın, adına “Tanrı” denilen yanılmaz bir yüksek gücün (ya da güçlerin) elinde olduğuna ilişkin güvence veriyordu; bu, eğer biri kurallara uyarsa, her şeyin eninde sonunda en iyi şekilde yürüyeceğine söz veriyordu. İnsanların genellikle açlığın eşiğinde yaşadığı bir dünyada, din onların tam belirsizlik ve gerilimlerle başa çıkmalarına yardımcı oluyordu. Ancak ekonomik ve teknolojik gelişme gerçekleştikçe, insanlar giderek açlıktan kaçabilir, hastalıklarla baş edebilir, şiddeti bastırabilir duruma geldi. İnsanlar, varoluşsal güvensizlik azaldıkça, yaşam beklentisi yükseldikçe, dine daha az bağımlı duruma geliyorlar ve kadınları mutfakta ve eşcinselleri dolapta tutmak da içinde olmak üzere kısıtlamaları kabul etmeye daha az istekli oluyorlar.

Dini Kaybetmek

Yükselen ekonomik ve teknolojik gelişme düzeylerinin ötesindeki diğer birkaç etmen, dinin zayıflamasını açıklamaya yardımcı olur. Düşüşün bir bölümünü açıklama da politika başta geliyor. Bir zamanlar genellikle dini inançların politik görüşleri biçimlendirdiği, tersinin değil, varsayılırdı. Ancak son kanıtlar, nedenselliğin başka bir yöne gidebileceğini gösteriyor: panel çalışmaları, birçok insanın önce politik görüşlerini değiştirdiğini ve sonra daha az dindar duruma geldiğini ortaya koydu.

Sekülerleşmenin arkasındaki en önemli güç, kadın doğurganlığını yöneten normlarla ilgili bir dönüşümdür. Yüzyıllar boyunca, çoğu toplum kadınlara olabildiğince çok çocuk yapma rolü veriyordu; boşanma, kürtaj, eşcinsellik, doğum kontrolü, üreme ile bağlantılı olmayan herhangi bir cinsel davranıştan caydırıyordu. Dünyanın belli başlı dinlerinin kutsal yazıları büyük ölçüde farklılık gösterir, ancak söz konusu çalışmanın gösterdiği gibi, neredeyse tüm dünya dinleri bu doğurganlık yanlısı normları izleyicilerine aşılamıştı. Yakın zamana kadar hüküm süren yüksek bebek ölümleri, düşük yaşam beklentisi dünyasında, nüfusun yerini almak için ortalama bir kadın beş ila sekiz çocuk doğurmak zorundaydı.

Yirminci yüzyıl boyunca, giderek artan sayıda ülke, önemli ölçüde azaltılmış bebek ölüm oranlarına, daha yüksek yaşam beklentilerine ulaştı. Bu durum geleneksel kültürel normlarını artık gereksiz duruma getirdi. Elbette bu süreç bir gecede gerçekleşmedi. Büyük dünya dinleri, doğurganlık yanlısı normları mutlak ahlaki kurallar olarak sunmuş ve değişime şiddetle direnmişti. İnsanlar toplumsal cinsiyet ve cinsel davranışla ilgili çocukluktan beri bildikleri inanışlardan ve toplumsal rollerden yavaş yavaş vazgeçtiler. Ancak bir toplum yeterince yüksek bir ekonomik ve fiziksel güvenlik düzeyine ulaştığında, genç kuşaklar bu güvenliği sorgusuz kabul ederek büyüdü, doğurganlık ile ilgili normlardan uzaklaşıldı. Cinsiyet eşitliği, boşanma, kürtaj ve eşcinsellik ile ilgili fikirler, uygulamalar ve yasalar artık hızla değişiyor.

Bu eğilim, büyük bir istisna dışında dünyanın geri kalanına yayılıyor. Dünya Değerler Araştırması'nda verileri bulunan nüfus çoğunluğu Müslüman 18 ülke, ekonomik kalkınmayı kontrol altında tutsalar bile ortalamadan biraz daha dindar ve kültürel olarak tutucu olma eğilimindedir.

Telkinlere Karşı

Yüzyıllar boyunca din, toplumsal uyum için bir güç olarak hizmet etmişti, suçu azaltmış, yasalara uyumu özendirmişti. Her büyük din, İncil'de yer aldığı üzere “Çalmayacaksın” ve “Öldürmeyeceksin” emirlerinin bazı versiyonlarını telkin ediyordu. Dolayısıyla dindar tutucuların, dinden uzaklaşmanın artan yolsuzluk ve suçla birlikte toplumsal kargaşaya yol açacağından korkmaları anlaşılabilirdi. Ancak şaşırtıcı bir ölçüde, dindar ülkelerin kanıtları bu endişeyi desteklemiyor.

Uluslararası Şeffaflık Örgütü 1993 yılından bu yana, dünya çapındaki hükümet yetkililerinin ve iş adamlarının göreceli yolsuzluklarını ve dürüstlüklerini izliyor. Bu izleme örgütü her yıl 180 ülke ve bölgede kamu sektöründeki yolsuzlukları sıralayan Yolsuzluk Algıları Endeksi'ni yayınlıyor. Bu veriler, dindarlık ve yolsuzluk arasındaki gerçek ilişkiyi test etmeyi olanaklı bir duruma getirdi: Yolsuzluk, dindar ülkelerde, daha az dindar olan ülkelerden daha mı az yaygındı? Yanıt kesin bir hayırdır: Dindar ülkeler aslında laik olan ülkelerden daha fazla yolsuzluğa eğilimlidir. Yolsuzluk düzeyi, son derece laik İskandinav ülkelerinde, dünyanın en düşük düzeyindeyken Bangladeş, Guatemala, Irak, Tanzanya ve Zimbabve gibi oldukça dindar ülkelerde en yüksek düzeylerde gerçekleşiyor.

Her ne kadar şaşırtıcı görünse de cinayet oranı da “en dindar ülkelerde”, “en az dindar ülkelerde” olduğundan on kat daha yüksek.

Dinler, aslında toplumlarının tarihlerini ve sosyoekonomik özelliklerini yansıtmalarına karşın, doğası gereği normlarını mutlak değerler olarak sunma eğilimindedir. Herhangi bir mutlak inanç sisteminin katılığı, Katolikler ve Protestanlar ile Hıristiyanlar ve Müslümanlar arasındaki tarihsel çatışmaların gösterdiği gibi, fanatik hoşgörüsüzlüğe yol açabiliyor.

Toplumlar tarımdan endüstriye ve bilgiye dayalı duruma geldikçe, artan varoluşsal güvenlik, dinin insanların yaşamlarındaki önemini azaltma eğiliminde olup, insanlar geleneksel dini önderlere ve kurumlara daha az itaatkar hale gelir. Bu eğilimin sürmesi olası görünüyor, ancak gelecek her zaman belirsizdir.

Esenlik dileklerimle,

Kaynak: Ingkehart, Ronald F., Give Up on God: The Global Decline of Religion, Foreign Affairs, 2020. No. 5. S. 110-118

Not 1: Daha ayrıntılı bilgi için bknz., Ronald F. Inglehart’ın Religion's Sudden Decline: What's Causing it, and What Comes Next, OUP USA, 2021