Günümüz İnsanının Din Algısındaki Değişimi
Geçenlerde
bir gazete yer alan bir haber özetle şöyleydi: Bir ilahiyatçı profesör, yapılan
araştırmalara göre Türkiye’de deist/ateist oranı %6’nın üzerinde. Profesör
iyimser bir rakam vermişse de artık Türkiye’nin %99’unun Müslüman olmadığını
ilahiyatçılar bile kabul ediyor. Öte yandan gerek ülkemizde gerekse dünyada en
ünlü ateistlerin ilahiyatçılar arasından çıkması da şaşırtıcı değil.
Değerli
okurlar, bu durum yalnızca Türkiye için değil, tüm dünya için geçerli bir
durum.
Michigan
Üniversitesi profesörü Ronald F Ingkehart’ın
Foreign Affairs Dergisi Eylül/Ekim 2020’de yayımlanan ve Tanrı'dan
Vazgeçmek: Dinin Küresel Çöküşü adıyla Türkçeye çevrilebilecek Give Up
on God: The Global Decline of Religion adlı ilginç çalışması bulgularına değinmek
istiyorum (Not 1). R. F. Ingkehart, 1981'den 2007'ye kadar anket kanıtlarının mevcut olduğu
ve dünya nüfusunun yüzde 60'ını içeren 49 ülkedeki dini eğilimler üzerine
verileri analiz ederek bazı sonuçlara ulaşmış. Bu yöndeki savlara karşın
-yüksek gelirli ülkelerin çoğu daha az dindar hale gelmiş- dinde evrensel bir
dirilişin söz konusu olmadığını belirtmiş. Ancak 2007 istatistiğinde incelenen
49 ülkenin 33'ünde insanların daha dindar hale geldiği görülmüş. Bu durum çoğu
eski komünist ülkelerde, çoğu gelişmekte olan ülkede ve dahası bir dizi yüksek
gelirli ülkede geçerliydi. 2007 yılı bulguları, kimi bilginlerin bir zamanlar
varsaydığı gibi, sanayileşmenin ve bilimsel bilginin yayılmasının dinin yok
olmasına neden olmadığını açıkça ortaya koyuyordu.
Ancak 2007'den beri işler şaşırtıcı bir hızla değişti.
Yaklaşık 2007'den 2019'a kadar, incelenen ülkelerin ezici çoğunluğu (49 ülkeden
43'ü) daha az dindar bir duruma geldi. İnançtaki düşüş, yüksek gelirli
ülkelerle sınırlı değildi, dünyanın çoğu yerinde görülüyordu.
Giderek artan sayıda insan artık din’i,
yaşamlarında gerekli bir destek ve anlam kaynağı olarak görmüyordu. Bu eğilim
çeşitli etmenlerden kaynaklanıyor. Bunların en güçlüsü, yüksek doğum oranlarını
koruma zorunluluğuyla yakından bağlantılı bir dizi inancın azalan etkisiydi.
Modern toplumlar bir ölçüde daha az dindar duruma geliyordu, çünkü artık büyük
dünya dinlerinin yüzyıllardır aşıladığı toplumsal cinsiyet ve cinsel normları
desteklemeye gereksinimleri kalmamıştı. Kimi dini tutucular, inançtan uzaklaşmanın
toplumsal uyumun ve genel ahlakın çöküşüne yol açacağı konusunda uyarsalar da
kanıtlar bu savı desteklemiyor. Bulgular, daha az dindar olan ülkelerin, daha
dindar olanlardan daha az yolsuzluğa ve daha düşük cinayet oranlarına sahip
olma eğiliminde olduğunu gösteriyor. Elbette din, yolsuzluğu ve suçu
özendirmez. Bu olgu, toplumlar geliştikçe hayatta kalmanın daha güvenli duruma
geldiği gerçeğini yansıtır: Bir zamanlar yaygın olan açlık artık söz konusu
değildir; yaşam beklentisi artmış; cinayet ve diğer şiddet türleri azalmıştır. Ulaşılan
bu güvenlik düzeyi yükseldikçe, insanlar daha az dindar olma eğilimindedir.
İnancın Yükselişi, Düşüşü
1981 ve 2007 yıllarında yapılan her iki ankette,
katılımcılardan, 1’den "Hiç önemli değil" ile 10 "Çok
önemli" arasında bir değer seçerek Tanrı'nın yaşamlarında ne kadar önemli
olduğunu belirtmeleri istenmişti. Bir ülkenin dindarlık düzeyinin zaman içinde
nasıl değiştiğini incelemek, bazı çarpıcı bulgulara yol açtı. Ankete katılan
ülkelerin çoğu, Tanrı'nın önemine olan inançta artış gösteriyordu. Ancak, 2007'den
bu yana, dinden keskin bir uzaklaşma eğilimi var. Hemen hemen her yüksek
gelirli ülkede dinden uzaklaşma eğilimi sürüyordu.
Karl Marx'tan Max Weber'e ve Émile Durkheim'a kadar
etkili düşünürler, bilimsel bilginin yayılmasının dini dünya çapında
dağıtacağını tahmin etmişlerdi, ancak bu gerçekleşmemişti. Çoğu insan için dini
inanç, bilişsel olmaktan çok duygusaldı. İnsanlık tarihinin çoğu için, özellikle
tarım devrimi öncesi çağlarda, hayatta kalma tümüyle belirsizdi. Din, dünyanın,
adına “Tanrı” denilen yanılmaz bir yüksek gücün (ya da güçlerin) elinde
olduğuna ilişkin güvence veriyordu; bu, eğer biri kurallara uyarsa, her şeyin
eninde sonunda en iyi şekilde yürüyeceğine söz veriyordu. İnsanların genellikle
açlığın eşiğinde yaşadığı bir dünyada, din onların tam belirsizlik ve gerilimlerle
başa çıkmalarına yardımcı oluyordu. Ancak ekonomik ve teknolojik gelişme
gerçekleştikçe, insanlar giderek açlıktan kaçabilir, hastalıklarla baş edebilir,
şiddeti bastırabilir duruma geldi. İnsanlar, varoluşsal güvensizlik azaldıkça,
yaşam beklentisi yükseldikçe, dine daha az bağımlı duruma geliyorlar ve
kadınları mutfakta ve eşcinselleri dolapta tutmak da içinde olmak üzere
kısıtlamaları kabul etmeye daha az istekli oluyorlar.
Dini Kaybetmek
Yükselen ekonomik ve teknolojik gelişme düzeylerinin
ötesindeki diğer birkaç etmen, dinin zayıflamasını açıklamaya yardımcı olur. Düşüşün
bir bölümünü açıklama da politika başta geliyor. Bir zamanlar genellikle dini
inançların politik görüşleri biçimlendirdiği, tersinin değil, varsayılırdı.
Ancak son kanıtlar, nedenselliğin başka bir yöne gidebileceğini gösteriyor:
panel çalışmaları, birçok insanın önce politik görüşlerini değiştirdiğini ve
sonra daha az dindar duruma geldiğini ortaya koydu.
Sekülerleşmenin arkasındaki en önemli güç, kadın
doğurganlığını yöneten normlarla ilgili bir dönüşümdür. Yüzyıllar boyunca, çoğu
toplum kadınlara olabildiğince çok çocuk yapma rolü veriyordu; boşanma, kürtaj,
eşcinsellik, doğum kontrolü, üreme ile bağlantılı olmayan herhangi bir cinsel
davranıştan caydırıyordu. Dünyanın belli başlı dinlerinin kutsal yazıları büyük
ölçüde farklılık gösterir, ancak söz konusu çalışmanın gösterdiği gibi,
neredeyse tüm dünya dinleri bu doğurganlık yanlısı normları izleyicilerine
aşılamıştı. Yakın zamana kadar hüküm süren yüksek bebek ölümleri, düşük yaşam
beklentisi dünyasında, nüfusun yerini almak için ortalama bir kadın beş ila
sekiz çocuk doğurmak zorundaydı.
Yirminci yüzyıl boyunca, giderek artan sayıda ülke,
önemli ölçüde azaltılmış bebek ölüm oranlarına, daha yüksek yaşam
beklentilerine ulaştı. Bu durum geleneksel kültürel normlarını artık gereksiz duruma
getirdi. Elbette bu süreç bir gecede gerçekleşmedi. Büyük dünya dinleri,
doğurganlık yanlısı normları mutlak ahlaki kurallar olarak sunmuş ve değişime şiddetle
direnmişti. İnsanlar toplumsal cinsiyet ve cinsel davranışla ilgili çocukluktan
beri bildikleri inanışlardan ve toplumsal rollerden yavaş yavaş vazgeçtiler.
Ancak bir toplum yeterince yüksek bir ekonomik ve fiziksel güvenlik düzeyine
ulaştığında, genç kuşaklar bu güvenliği sorgusuz kabul ederek büyüdü,
doğurganlık ile ilgili normlardan uzaklaşıldı. Cinsiyet eşitliği, boşanma,
kürtaj ve eşcinsellik ile ilgili fikirler, uygulamalar ve yasalar artık hızla
değişiyor.
Bu eğilim, büyük bir istisna dışında dünyanın geri
kalanına yayılıyor. Dünya Değerler Araştırması'nda verileri bulunan nüfus
çoğunluğu Müslüman 18 ülke, ekonomik kalkınmayı kontrol altında tutsalar bile
ortalamadan biraz daha dindar ve kültürel olarak tutucu olma eğilimindedir.
Telkinlere Karşı
Yüzyıllar boyunca din, toplumsal uyum için bir güç olarak
hizmet etmişti, suçu azaltmış, yasalara uyumu özendirmişti. Her büyük din,
İncil'de yer aldığı üzere “Çalmayacaksın” ve “Öldürmeyeceksin” emirlerinin bazı
versiyonlarını telkin ediyordu. Dolayısıyla dindar tutucuların, dinden uzaklaşmanın
artan yolsuzluk ve suçla birlikte toplumsal kargaşaya yol açacağından
korkmaları anlaşılabilirdi. Ancak şaşırtıcı bir ölçüde, dindar ülkelerin
kanıtları bu endişeyi desteklemiyor.
Uluslararası Şeffaflık Örgütü 1993 yılından bu yana, dünya çapındaki hükümet
yetkililerinin ve iş adamlarının göreceli yolsuzluklarını ve dürüstlüklerini
izliyor. Bu izleme örgütü her yıl 180 ülke ve bölgede kamu sektöründeki
yolsuzlukları sıralayan Yolsuzluk Algıları Endeksi'ni yayınlıyor. Bu
veriler, dindarlık ve yolsuzluk arasındaki gerçek ilişkiyi test etmeyi olanaklı
bir duruma getirdi: Yolsuzluk, dindar ülkelerde, daha az dindar olan ülkelerden
daha mı az yaygındı? Yanıt kesin bir hayırdır: Dindar ülkeler aslında laik olan
ülkelerden daha fazla yolsuzluğa eğilimlidir. Yolsuzluk düzeyi, son
derece laik İskandinav ülkelerinde, dünyanın en düşük düzeyindeyken Bangladeş,
Guatemala, Irak, Tanzanya ve Zimbabve gibi oldukça dindar ülkelerde en
yüksek düzeylerde gerçekleşiyor.
Her ne kadar şaşırtıcı görünse de cinayet oranı da
“en dindar ülkelerde”, “en az dindar ülkelerde” olduğundan on kat daha yüksek.
Dinler, aslında toplumlarının tarihlerini ve
sosyoekonomik özelliklerini yansıtmalarına karşın, doğası gereği normlarını
mutlak değerler olarak sunma eğilimindedir. Herhangi bir mutlak inanç
sisteminin katılığı, Katolikler ve Protestanlar ile Hıristiyanlar ve
Müslümanlar arasındaki tarihsel çatışmaların gösterdiği gibi, fanatik
hoşgörüsüzlüğe yol açabiliyor.
Toplumlar tarımdan endüstriye ve bilgiye
dayalı duruma geldikçe, artan varoluşsal güvenlik, dinin insanların
yaşamlarındaki önemini azaltma eğiliminde olup, insanlar geleneksel dini
önderlere ve kurumlara daha az itaatkar hale gelir. Bu eğilimin sürmesi olası
görünüyor, ancak gelecek her zaman belirsizdir.
Esenlik dileklerimle,
Kaynak: Ingkehart, Ronald F., Give Up on God: The Global Decline of
Religion, Foreign Affairs, 2020. No. 5. S. 110-118
Not 1: Daha ayrıntılı bilgi için bknz., Ronald F. Inglehart’ın Religion's
Sudden Decline: What's Causing it, and What Comes Next, OUP USA, 2021
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder