18 Ocak 2022 Salı

Günümüz İnsanının Din Algısındaki Değişimi

 

Günümüz İnsanının Din Algısındaki Değişimi

Geçenlerde bir gazete yer alan bir haber özetle şöyleydi: Bir ilahiyatçı profesör, yapılan araştırmalara göre Türkiye’de deist/ateist oranı %6’nın üzerinde. Profesör iyimser bir rakam vermişse de artık Türkiye’nin %99’unun Müslüman olmadığını ilahiyatçılar bile kabul ediyor. Öte yandan gerek ülkemizde gerekse dünyada en ünlü ateistlerin ilahiyatçılar arasından çıkması da şaşırtıcı değil.

Değerli okurlar, bu durum yalnızca Türkiye için değil, tüm dünya için geçerli bir durum.

Michigan Üniversitesi profesörü Ronald F Ingkehart’ın Foreign Affairs Dergisi Eylül/Ekim 2020’de yayımlanan ve Tanrı'dan Vazgeçmek: Dinin Küresel Çöküşü adıyla Türkçeye çevrilebilecek Give Up on God: The Global Decline of Religion adlı ilginç çalışması bulgularına değinmek istiyorum (Not 1). R. F. Ingkehart, 1981'den 2007'ye kadar anket kanıtlarının mevcut olduğu ve dünya nüfusunun yüzde 60'ını içeren 49 ülkedeki dini eğilimler üzerine verileri analiz ederek bazı sonuçlara ulaşmış. Bu yöndeki savlara karşın -yüksek gelirli ülkelerin çoğu daha az dindar hale gelmiş- dinde evrensel bir dirilişin söz konusu olmadığını belirtmiş. Ancak 2007 istatistiğinde incelenen 49 ülkenin 33'ünde insanların daha dindar hale geldiği görülmüş. Bu durum çoğu eski komünist ülkelerde, çoğu gelişmekte olan ülkede ve dahası bir dizi yüksek gelirli ülkede geçerliydi. 2007 yılı bulguları, kimi bilginlerin bir zamanlar varsaydığı gibi, sanayileşmenin ve bilimsel bilginin yayılmasının dinin yok olmasına neden olmadığını açıkça ortaya koyuyordu.

Ancak 2007'den beri işler şaşırtıcı bir hızla değişti. Yaklaşık 2007'den 2019'a kadar, incelenen ülkelerin ezici çoğunluğu (49 ülkeden 43'ü) daha az dindar bir duruma geldi. İnançtaki düşüş, yüksek gelirli ülkelerle sınırlı değildi, dünyanın çoğu yerinde görülüyordu.

Giderek artan sayıda insan artık din’i, yaşamlarında gerekli bir destek ve anlam kaynağı olarak görmüyordu. Bu eğilim çeşitli etmenlerden kaynaklanıyor. Bunların en güçlüsü, yüksek doğum oranlarını koruma zorunluluğuyla yakından bağlantılı bir dizi inancın azalan etkisiydi. Modern toplumlar bir ölçüde daha az dindar duruma geliyordu, çünkü artık büyük dünya dinlerinin yüzyıllardır aşıladığı toplumsal cinsiyet ve cinsel normları desteklemeye gereksinimleri kalmamıştı. Kimi dini tutucular, inançtan uzaklaşmanın toplumsal uyumun ve genel ahlakın çöküşüne yol açacağı konusunda uyarsalar da kanıtlar bu savı desteklemiyor. Bulgular, daha az dindar olan ülkelerin, daha dindar olanlardan daha az yolsuzluğa ve daha düşük cinayet oranlarına sahip olma eğiliminde olduğunu gösteriyor. Elbette din, yolsuzluğu ve suçu özendirmez. Bu olgu, toplumlar geliştikçe hayatta kalmanın daha güvenli duruma geldiği gerçeğini yansıtır: Bir zamanlar yaygın olan açlık artık söz konusu değildir; yaşam beklentisi artmış; cinayet ve diğer şiddet türleri azalmıştır. Ulaşılan bu güvenlik düzeyi yükseldikçe, insanlar daha az dindar olma eğilimindedir.

İnancın Yükselişi, Düşüşü

1981 ve 2007 yıllarında yapılan her iki ankette, katılımcılardan, 1’den "Hiç önemli değil" ile 10 "Çok önemli" arasında bir değer seçerek Tanrı'nın yaşamlarında ne kadar önemli olduğunu belirtmeleri istenmişti. Bir ülkenin dindarlık düzeyinin zaman içinde nasıl değiştiğini incelemek, bazı çarpıcı bulgulara yol açtı. Ankete katılan ülkelerin çoğu, Tanrı'nın önemine olan inançta artış gösteriyordu. Ancak, 2007'den bu yana, dinden keskin bir uzaklaşma eğilimi var. Hemen hemen her yüksek gelirli ülkede dinden uzaklaşma eğilimi sürüyordu.

Karl Marx'tan Max Weber'e ve Émile Durkheim'a kadar etkili düşünürler, bilimsel bilginin yayılmasının dini dünya çapında dağıtacağını tahmin etmişlerdi, ancak bu gerçekleşmemişti. Çoğu insan için dini inanç, bilişsel olmaktan çok duygusaldı. İnsanlık tarihinin çoğu için, özellikle tarım devrimi öncesi çağlarda, hayatta kalma tümüyle belirsizdi. Din, dünyanın, adına “Tanrı” denilen yanılmaz bir yüksek gücün (ya da güçlerin) elinde olduğuna ilişkin güvence veriyordu; bu, eğer biri kurallara uyarsa, her şeyin eninde sonunda en iyi şekilde yürüyeceğine söz veriyordu. İnsanların genellikle açlığın eşiğinde yaşadığı bir dünyada, din onların tam belirsizlik ve gerilimlerle başa çıkmalarına yardımcı oluyordu. Ancak ekonomik ve teknolojik gelişme gerçekleştikçe, insanlar giderek açlıktan kaçabilir, hastalıklarla baş edebilir, şiddeti bastırabilir duruma geldi. İnsanlar, varoluşsal güvensizlik azaldıkça, yaşam beklentisi yükseldikçe, dine daha az bağımlı duruma geliyorlar ve kadınları mutfakta ve eşcinselleri dolapta tutmak da içinde olmak üzere kısıtlamaları kabul etmeye daha az istekli oluyorlar.

Dini Kaybetmek

Yükselen ekonomik ve teknolojik gelişme düzeylerinin ötesindeki diğer birkaç etmen, dinin zayıflamasını açıklamaya yardımcı olur. Düşüşün bir bölümünü açıklama da politika başta geliyor. Bir zamanlar genellikle dini inançların politik görüşleri biçimlendirdiği, tersinin değil, varsayılırdı. Ancak son kanıtlar, nedenselliğin başka bir yöne gidebileceğini gösteriyor: panel çalışmaları, birçok insanın önce politik görüşlerini değiştirdiğini ve sonra daha az dindar duruma geldiğini ortaya koydu.

Sekülerleşmenin arkasındaki en önemli güç, kadın doğurganlığını yöneten normlarla ilgili bir dönüşümdür. Yüzyıllar boyunca, çoğu toplum kadınlara olabildiğince çok çocuk yapma rolü veriyordu; boşanma, kürtaj, eşcinsellik, doğum kontrolü, üreme ile bağlantılı olmayan herhangi bir cinsel davranıştan caydırıyordu. Dünyanın belli başlı dinlerinin kutsal yazıları büyük ölçüde farklılık gösterir, ancak söz konusu çalışmanın gösterdiği gibi, neredeyse tüm dünya dinleri bu doğurganlık yanlısı normları izleyicilerine aşılamıştı. Yakın zamana kadar hüküm süren yüksek bebek ölümleri, düşük yaşam beklentisi dünyasında, nüfusun yerini almak için ortalama bir kadın beş ila sekiz çocuk doğurmak zorundaydı.

Yirminci yüzyıl boyunca, giderek artan sayıda ülke, önemli ölçüde azaltılmış bebek ölüm oranlarına, daha yüksek yaşam beklentilerine ulaştı. Bu durum geleneksel kültürel normlarını artık gereksiz duruma getirdi. Elbette bu süreç bir gecede gerçekleşmedi. Büyük dünya dinleri, doğurganlık yanlısı normları mutlak ahlaki kurallar olarak sunmuş ve değişime şiddetle direnmişti. İnsanlar toplumsal cinsiyet ve cinsel davranışla ilgili çocukluktan beri bildikleri inanışlardan ve toplumsal rollerden yavaş yavaş vazgeçtiler. Ancak bir toplum yeterince yüksek bir ekonomik ve fiziksel güvenlik düzeyine ulaştığında, genç kuşaklar bu güvenliği sorgusuz kabul ederek büyüdü, doğurganlık ile ilgili normlardan uzaklaşıldı. Cinsiyet eşitliği, boşanma, kürtaj ve eşcinsellik ile ilgili fikirler, uygulamalar ve yasalar artık hızla değişiyor.

Bu eğilim, büyük bir istisna dışında dünyanın geri kalanına yayılıyor. Dünya Değerler Araştırması'nda verileri bulunan nüfus çoğunluğu Müslüman 18 ülke, ekonomik kalkınmayı kontrol altında tutsalar bile ortalamadan biraz daha dindar ve kültürel olarak tutucu olma eğilimindedir.

Telkinlere Karşı

Yüzyıllar boyunca din, toplumsal uyum için bir güç olarak hizmet etmişti, suçu azaltmış, yasalara uyumu özendirmişti. Her büyük din, İncil'de yer aldığı üzere “Çalmayacaksın” ve “Öldürmeyeceksin” emirlerinin bazı versiyonlarını telkin ediyordu. Dolayısıyla dindar tutucuların, dinden uzaklaşmanın artan yolsuzluk ve suçla birlikte toplumsal kargaşaya yol açacağından korkmaları anlaşılabilirdi. Ancak şaşırtıcı bir ölçüde, dindar ülkelerin kanıtları bu endişeyi desteklemiyor.

Uluslararası Şeffaflık Örgütü 1993 yılından bu yana, dünya çapındaki hükümet yetkililerinin ve iş adamlarının göreceli yolsuzluklarını ve dürüstlüklerini izliyor. Bu izleme örgütü her yıl 180 ülke ve bölgede kamu sektöründeki yolsuzlukları sıralayan Yolsuzluk Algıları Endeksi'ni yayınlıyor. Bu veriler, dindarlık ve yolsuzluk arasındaki gerçek ilişkiyi test etmeyi olanaklı bir duruma getirdi: Yolsuzluk, dindar ülkelerde, daha az dindar olan ülkelerden daha mı az yaygındı? Yanıt kesin bir hayırdır: Dindar ülkeler aslında laik olan ülkelerden daha fazla yolsuzluğa eğilimlidir. Yolsuzluk düzeyi, son derece laik İskandinav ülkelerinde, dünyanın en düşük düzeyindeyken Bangladeş, Guatemala, Irak, Tanzanya ve Zimbabve gibi oldukça dindar ülkelerde en yüksek düzeylerde gerçekleşiyor.

Her ne kadar şaşırtıcı görünse de cinayet oranı da “en dindar ülkelerde”, “en az dindar ülkelerde” olduğundan on kat daha yüksek.

Dinler, aslında toplumlarının tarihlerini ve sosyoekonomik özelliklerini yansıtmalarına karşın, doğası gereği normlarını mutlak değerler olarak sunma eğilimindedir. Herhangi bir mutlak inanç sisteminin katılığı, Katolikler ve Protestanlar ile Hıristiyanlar ve Müslümanlar arasındaki tarihsel çatışmaların gösterdiği gibi, fanatik hoşgörüsüzlüğe yol açabiliyor.

Toplumlar tarımdan endüstriye ve bilgiye dayalı duruma geldikçe, artan varoluşsal güvenlik, dinin insanların yaşamlarındaki önemini azaltma eğiliminde olup, insanlar geleneksel dini önderlere ve kurumlara daha az itaatkar hale gelir. Bu eğilimin sürmesi olası görünüyor, ancak gelecek her zaman belirsizdir.

Esenlik dileklerimle,

Kaynak: Ingkehart, Ronald F., Give Up on God: The Global Decline of Religion, Foreign Affairs, 2020. No. 5. S. 110-118

Not 1: Daha ayrıntılı bilgi için bknz., Ronald F. Inglehart’ın Religion's Sudden Decline: What's Causing it, and What Comes Next, OUP USA, 2021

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder