Kamuya Yazmanın Dürüstlüğü Üzerine
Değerli okuyucular,
Günlük gazete köşe yazıları, dergi makaleleri, kitap ya
da sosyal medyada olsun kamuda okunmak üzere yazılan yazılar her şeyden önce
dürüst olmalıdır. Gerçekleşmiş bir olay üzerine politik ya da ideolojik
görüşleri doğrultusunda değerlendirme yapan bir yazarın görüşüne,
benimsemesem de saygı duyarım. Öte yandan, bir olayı ekleme ya da eksik
anlatımla olduğundan farklı biçimde okuyucuya sunmak, olayı saptırmak, diğer bir deyişle YALAN
yazmak dürüstçe olmadığı gibi saygısızlık, sorumsuzluk, dahası ahlaksızlıktır. Aynı
sorumsuzluk TV ekranlarında açık oturum tartışmaları ya da başka türlü kamu
bilgilendirmeleri için de geçerlidir. Ne yazık ki böylelerine ülkemizde sıkça
rastlanıyor.
Bir konuyu ya da olayı saptırarak okuyucuya sunmak,
toplum bilincini zehirleyen bir davranıştır; toplumda ayrışmalara, toplum
değerlerinin yozlaşmasına neden olur. Toplumda birbirine düşman kesimler
oluşturur. Kamuda okunması için yazılan yazılar ya da kamuyu bilgilendirmek
için yapılan konuşmalar, kahvehane sohbeti niteliğinde değildir, sorumluluk
gerektiren ciddi bir iştir. Eli kalem tutan, ağzı laf yapan biri gerekli
araştırmayı yapmadan, aklına gelen her konuda yazarsa, konuşursa, bilgi
kirlenmesini ötesinde kargaşaya, yozlaşmaya yol açar. Burada yazan ya da koşuna
kadar ona aracılık eden, paylaşanın da sorumluluğu vardır. Özellikle sosyal
medyada gerçek olup olmadığı araştırılıp doğrulanmadan paylaşılan yazılar büyük
bir sorumsuzluk örneğidir. Böylesi davranış toplumda kapanmayan yaralar açar.
Değerli okurlar, saptırma ya da yalan üzerine iki örnek
vermek istiyorum. Bunlardan ilki geçenlerde bir rastlantı olarak elime geçen
bir kitapta (Not 1) yer alıyor.
Kitabın 12. sayfasında şunları yazıyor: "Ülkemizde 1928- 1948
yılları arasında yirmi yıl süreyle din adamı yetiştirilmedi ve Müslüman halkın
din eğitimiyle Kuran ı okumayı öğrenme ihtiyacı karşılanmadı." Bu savı,
TÜSİAD’ın 1990 yılında Zekai Baloğlu (eski bakan) yazdırdığı bir rapordan
alıyor ve şöyle diyor "Din alanında bu önemli bir boşluktu."
Oysa gerek raporu yazan eski bakan gerekse bu prof! şu gerçeği bilmiyor
olamaz:
"İmam hatip mektepleri (1924-1930)
Kanunda öngörülen bu okullar, 1924 yılında İmam Hatip Mektepleri adı
altında 29 merkezde açıldı. Okullar, dört yıllık ortaöğrenim seviyesindeydi. ..."
“Ülkemizde 1928- 1948 yılları arasında yirmi yıl süreyle” ifadesinin
arkasında ilk ilahiyat fakültesinin 1949 yılında açılabilmiş olması yatıyor. Henüz,
Kurtuluş Savaşı’ndan çıkmış, kaynakları kıt bir ülkenin daha en başta 29
merkezde İmam Hatip okulları açması büyük bir özveridir. Ulus devlet kurmada
Avrupalılara göre yüzyılı aşan bir süre geri kalmış bir ülkede, ulus devlet
inşa etmenin önceliği din üzerine değil, dil, tarih ve coğrafya üzerine olmalıydı.
Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi’nin kuruluşu ancak 1935 yılında
gerçekleştirilebilmiş. Dolayısıyla ilahiyat fakültelerinin açılmasındaki bir
gecikme söz konusu olamaz.
Bu kadar yalancılık ne bir akademisyene ne de bakanlık yapmış bir
politikacıya yakışmıyor.
İkinci örnek bana ulaşan bir makalede (Not 2) şöyle deniyor:
“Batı’ya açılma isteği sadece kıyafetlerimizi değil, tüm kültürümüzü
etkilediği gibi tarih anlayışımızı da etkilemiştir. Batılıların etkisiyle
tarihimiz de birçok çelişkili durumla karşı karşıya bırakılmışız. Tarihin
babası olan İbni Haldun Müslüman olduğu için tarihte bahsedilmezken ‘Homeros
dan tarihin babası’ diye söz edilmesi bu kitaplar üzerinden insanlarımıza
Batı’ya ait değerleri benimsetmek gayretini ortaya koymaktadır.”
Anlaşılan yazar Herodotos (MÖ 480-425) ile Homeros (MÖ 8. yüzyıl)’u
karıştırmış. Ortaokul öğrencileri bile tarihin babası olarak Herodotos’u
biliyor, bu unvan Romalı Cicero (MÖ 146-43)’dan beri iki binyılı aşkın bir
süredir biliniyor. Homeros tarihçi değil bir ozandır. Bilinen iki eseri Odisseia ve İlyada olup bunlar
Gılgamış Destanı’ndan etkilenmiş, sözlü olarak yüzlerce yıl kuşaktan
kuşağa aktarılmış (elbette bazı ekleme çıkarmalarla) ancak Atina’nın altın
çağında MÖ 403 yılında yazıya geçirilmiştir. Bu eserler tarihi konular içerirse
de Atinalıların görüşleri doğrultusunda tahrifata uğradığı kesindir; tarihi
belge olarak değeri tartışmalıdır. Bu iki ünlünün ortak yönü Anadolulu, yani bu
toprakların insanı olmalarıdır. Homeros, İzmir yöresinden, Herodotos ise Bodrum
(Halikarnas) yöresindendir. Zamanın lingua franca’sı olan eski Yunanca
ile konuşup yazması onların Yunan olduğu anlamına gelmez, kaldı ki öyle olsa da
onların önemini azaltmaz. Anadolu’da tarihöncesinden günümüze kadar çok
değişik etnik kökenden gelen insanların birikimi olan bir çok-kültürlülük
gerçeği var. Bu topraklarda yaşayan bizlerin bu çok kültürlüğü benimsemesi
tarihi sorumluluğumuzdur; onları ötekileştiremeyiz.
Öte yandan toplumbilim (sosyoloji bilimi) öncülerinden İbn Haldun (1332-1406) Tunusludur.
Tunus halkı Araplaşmış Berberi bir halktır. Ancak İbn Haldun, bizdeki
Araplaşmış Türklerin tersine Araplaşmamış bir Berberidir. Osmanlı yazarlarının
çok etkilendiği İbn Haldun, Batılılarca da değeri bilinen çok yönlü bir
bilgindir. Tarih eserleri de vermiştir, ancak ona kadar tarihe katkı yapan daha
onlarca büyük tarihçi olduğundan, ona tarihin babası demek abartılı bir
savdır.
İkinci örnekteki yazarın ileri sürdüğü, birer zırva olduğunu
değerlendirdiğim savlarına değinmek bile istemiyorum; onları paylaşırsam
zırvalara da ortak olmuş olurum.
Yazılı ve görsel basın ve sosyal medyamızda sağduyulu yazı, konuşma ve tartışmaların
olabilmesi dileğiyle.
NOTLAR
Not 1: Prof. Dr. Orhan Türkdoğan, Milli Kültür Modernleşme ve İslam, Çizgi Kitabevi, 2004
Not 2: Raşit Anaral, Toplum Mühendisliği – Ulusalcılık – Serüveni ve
Dilimizi Bekleyen Tehlikeler, Dikgazete, 12 Nisan 2016