12 Eylül 2022 Pazartesi

Kamuya Yazmanın Dürüstlüğü Üzerine

 Kamuya Yazmanın Dürüstlüğü Üzerine

Değerli okuyucular,

Günlük gazete köşe yazıları, dergi makaleleri, kitap ya da sosyal medyada olsun kamuda okunmak üzere yazılan yazılar her şeyden önce dürüst olmalıdır. Gerçekleşmiş bir olay üzerine politik ya da ideolojik görüşleri doğrultusunda değerlendirme yapan bir yazarın görüşüne, benimsemesem de saygı duyarım. Öte yandan, bir olayı ekleme ya da eksik anlatımla olduğundan farklı biçimde okuyucuya sunmak, olayı saptırmak, diğer bir deyişle YALAN yazmak dürüstçe olmadığı gibi saygısızlık, sorumsuzluk, dahası ahlaksızlıktır. Aynı sorumsuzluk TV ekranlarında açık oturum tartışmaları ya da başka türlü kamu bilgilendirmeleri için de geçerlidir. Ne yazık ki böylelerine ülkemizde sıkça rastlanıyor.

Bir konuyu ya da olayı saptırarak okuyucuya sunmak, toplum bilincini zehirleyen bir davranıştır; toplumda ayrışmalara, toplum değerlerinin yozlaşmasına neden olur. Toplumda birbirine düşman kesimler oluşturur. Kamuda okunması için yazılan yazılar ya da kamuyu bilgilendirmek için yapılan konuşmalar, kahvehane sohbeti niteliğinde değildir, sorumluluk gerektiren ciddi bir iştir. Eli kalem tutan, ağzı laf yapan biri gerekli araştırmayı yapmadan, aklına gelen her konuda yazarsa, konuşursa, bilgi kirlenmesini ötesinde kargaşaya, yozlaşmaya yol açar. Burada yazan ya da koşuna kadar ona aracılık eden, paylaşanın da sorumluluğu vardır. Özellikle sosyal medyada gerçek olup olmadığı araştırılıp doğrulanmadan paylaşılan yazılar büyük bir sorumsuzluk örneğidir. Böylesi davranış toplumda kapanmayan yaralar açar.

Değerli okurlar, saptırma ya da yalan üzerine iki örnek vermek istiyorum. Bunlardan ilki geçenlerde bir rastlantı olarak elime geçen bir kitapta (Not 1) yer alıyor.

Kitabın 12. sayfasında şunları yazıyor: "Ülkemizde 1928- 1948 yılları arasında yirmi yıl süreyle din adamı yetiştirilmedi ve Müslüman halkın din eğitimiyle Kuran ı okumayı öğrenme ihtiyacı karşılanmadı." Bu savı, TÜSİAD’ın 1990 yılında Zekai Baloğlu (eski bakan) yazdırdığı bir rapordan alıyor ve şöyle diyor "Din alanında bu önemli bir boşluktu."

Oysa gerek raporu yazan eski bakan gerekse bu prof! şu gerçeği bilmiyor olamaz:

"İmam hatip mektepleri (1924-1930)

Kanunda öngörülen bu okullar, 1924 yılında İmam Hatip Mektepleri adı altında 29 merkezde açıldı. Okullar, dört yıllık ortaöğrenim seviyesindeydi. ..."

Ülkemizde 1928- 1948 yılları arasında yirmi yıl süreyle” ifadesinin arkasında ilk ilahiyat fakültesinin 1949 yılında açılabilmiş olması yatıyor. Henüz, Kurtuluş Savaşı’ndan çıkmış, kaynakları kıt bir ülkenin daha en başta 29 merkezde İmam Hatip okulları açması büyük bir özveridir. Ulus devlet kurmada Avrupalılara göre yüzyılı aşan bir süre geri kalmış bir ülkede, ulus devlet inşa etmenin önceliği din üzerine değil, dil, tarih ve coğrafya üzerine olmalıydı. Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi’nin kuruluşu ancak 1935 yılında gerçekleştirilebilmiş. Dolayısıyla ilahiyat fakültelerinin açılmasındaki bir gecikme söz konusu olamaz.

Bu kadar yalancılık ne bir akademisyene ne de bakanlık yapmış bir politikacıya yakışmıyor.

İkinci örnek bana ulaşan bir makalede (Not 2) şöyle deniyor:

Batı’ya açılma isteği sadece kıyafetlerimizi değil, tüm kültürümüzü etkilediği gibi tarih anlayışımızı da etkilemiştir. Batılıların etkisiyle tarihimiz de birçok çelişkili durumla karşı karşıya bırakılmışız. Tarihin babası olan İbni Haldun Müslüman olduğu için tarihte bahsedilmezken ‘Homeros dan tarihin babası’ diye söz edilmesi bu kitaplar üzerinden insanlarımıza Batı’ya ait değerleri benimsetmek gayretini ortaya koymaktadır.”

Anlaşılan yazar Herodotos (MÖ 480-425) ile Homeros (MÖ 8. yüzyıl)’u karıştırmış. Ortaokul öğrencileri bile tarihin babası olarak Herodotos’u biliyor, bu unvan Romalı Cicero (MÖ 146-43)’dan beri iki binyılı aşkın bir süredir biliniyor. Homeros tarihçi değil bir ozandır. Bilinen iki eseri Odisseia ve İlyada olup bunlar Gılgamış Destanı’ndan etkilenmiş, sözlü olarak yüzlerce yıl kuşaktan kuşağa aktarılmış (elbette bazı ekleme çıkarmalarla) ancak Atina’nın altın çağında MÖ 403 yılında yazıya geçirilmiştir. Bu eserler tarihi konular içerirse de Atinalıların görüşleri doğrultusunda tahrifata uğradığı kesindir; tarihi belge olarak değeri tartışmalıdır. Bu iki ünlünün ortak yönü Anadolulu, yani bu toprakların insanı olmalarıdır. Homeros, İzmir yöresinden, Herodotos ise Bodrum (Halikarnas) yöresindendir. Zamanın lingua franca’sı olan eski Yunanca ile konuşup yazması onların Yunan olduğu anlamına gelmez, kaldı ki öyle olsa da onların önemini azaltmaz. Anadolu’da tarihöncesinden günümüze kadar çok değişik etnik kökenden gelen insanların birikimi olan bir çok-kültürlülük gerçeği var. Bu topraklarda yaşayan bizlerin bu çok kültürlüğü benimsemesi tarihi sorumluluğumuzdur; onları ötekileştiremeyiz.

Öte yandan toplumbilim (sosyoloji bilimi) öncülerinden İbn Haldun (1332-1406) Tunusludur. Tunus halkı Araplaşmış Berberi bir halktır. Ancak İbn Haldun, bizdeki Araplaşmış Türklerin tersine Araplaşmamış bir Berberidir. Osmanlı yazarlarının çok etkilendiği İbn Haldun, Batılılarca da değeri bilinen çok yönlü bir bilgindir. Tarih eserleri de vermiştir, ancak ona kadar tarihe katkı yapan daha onlarca büyük tarihçi olduğundan, ona tarihin babası demek abartılı bir savdır.

İkinci örnekteki yazarın ileri sürdüğü, birer zırva olduğunu değerlendirdiğim savlarına değinmek bile istemiyorum; onları paylaşırsam zırvalara da ortak olmuş olurum.

Yazılı ve görsel basın ve sosyal medyamızda sağduyulu yazı, konuşma ve tartışmaların olabilmesi dileğiyle.

NOTLAR

Not 1: Prof. Dr. Orhan Türkdoğan, Milli Kültür Modernleşme ve İslam, Çizgi Kitabevi, 2004

Not 2: Raşit Anaral, Toplum Mühendisliği – Ulusalcılık – Serüveni ve Dilimizi Bekleyen Tehlikeler, Dikgazete, 12 Nisan 2016

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder