Cumhuriyete Giden Yol-Türk
Ulusalcılık İdeolojisinin Doğuşu
Tarih:02-10-2021 16:11:00
Güncelleme:21-10-2022
“Güneşin doğduğu her gün kutsaldır; başka
kutsal bir gün belirlemeye gerek yoktur. Türkler için kutsal bir gün belirlemek
gerekirse, o kutsal gün 29 Ekim günüdür.” – Osman Karadağ (Not 1)
Değerli okurlar, bu ay Cumhuriyetimizin
99. yılını kutlayacağız; Türklerin çağdaş dünya ulusları arasında yerini aldığı
bu eşsiz noktaya ulaşmanın düşünsel altyapısını iyi anlamak gerekir. Burada kısa
da olsa ona değinmeye çalışıyorum.
Ulus kavramı Batı'da
geliştirildi
Ulus devletin büyümesi, önce Batı Avrupa'da
ve sonra başka yerlerde, uzun zamandan beri kilit politik gelişimi olarak görülüyor.
16. yüzyılda hükümdarlar, ya İngiltere ve İskoçya örneğinde olduğu gibi topraklarını
papaya bağlılıktan çıkararak ya da Fransa ve İspanya örneğinde olduğu gibi kilise
üzerinde kraliyet gücü öne sürerek kilisenin bağımsız gücünü sınırladılar. Böylece,
16. yüzyıldan beri ulus devletlerin oluşturulmasında
sonraki monarşilere model oldular (Not 2).
16. yüzyılın başlarında, Niccolò Machiavelli
(1469–1527), şöyle yazıyordu: "... bir prensin, savaş ve onun organizasyonu
ve disiplini dışında başka bir amacı veya düşüncesi olmamalı, çalışması için başka
bir şey olmamalı". Birkaç on yıl sonra, İngiliz bilgin ve tarihçi
Polydore Vergil (1470 –1555), zenginlikle ilgili çok büyük bir endişenin yöneticiler
için yıkıcı olduğu konusunda Machiavelli ile aynı düşüncedeydi.
İsviçreli tarihçisi Jacob Burckhardt (1818-1897),
Rönesans üzerine yaptığı çalışmasında, devleti ‘bir sanat eseri ... yansıtma ve
hesaplamanın sonucu’ olarak gören hükümdarları ve yetkililerini, basitçe değil,
yaratılması, biçimlendirilmesi ve genişletilmesi gereken bir şey olarak değerlendirdi.
Machiavelli ve Vergil gibi o da yöneticilerin eylemlerini ve düşüncelerini
ulus-devletlerin yaratılmasındaki en önemli etmenler olarak görüyordu. Bu bilginlere
göre politik gelişmede uluslar kaçınılmaz bir son aşama oluyordu. 20. yüzyılın olayları
bu düşünceyi pekiştirir. Bu tarihsel ve çağdaş hareketler, ayrı uluslardan oluşan
bir dünyayı neredeyse doğal gibi gösterir.
“Ulus yapan nedir” sorusuna, bu konudaki en etkili kuramcılardan biri, Düşsel Topluluklar: Ulusalcılığın Kökeni ve Yayılmasının Yansımaları
(1991) adlı çalışmasında ulusu düşsel bir politik topluluk
olarak tanımlayan Benedict Anderson olmuştur. Anderson düşlenmiş ile sahte ya da yapay değil, entelektüel ve
kültürel olarak oluşmuş demek ister. Bu nedenle tanımı, Burckhardt’ın devleti ‘sanat eseri… yansıma ve hesaplama sonucu’ olarak tanımlamasıyla
çok iyi uyuşuyorsa da çok farklı süreçlere ve aktörlere odaklanıyorlar. Burckhardt
ve o zamandan beri birçok politik tarihçi yöneticilere odaklanırken,
Anderson yazarların ve bürokratların yerel dili yazılı dili kullanma yöntemlerini araştırıyor. Bu yerel dil hem ulusal birleşme hem de
diğer uluslardan farklılıkları yaratmada daha sonraki devrimcilerin önemli bir aracı
oldu.
Modern ulusalcılığın tarihçileri, ulusalcılığı
ikiye ayırır; biri sivil-ideolojik (Fransız modelinde
olduğu gibi, yazılı anayasalarda somutlaştırılmış soyut ideallere sadakati vurgulayan),
diğeri ırksal-ata-coğrafi (belirli bir topraktaki ortak kökenini
vurgulayan). Modern ulusalcılık, genellikle yurttaşları fiziksel özellikleri (ırk) ve / veya politik ilkeler, dil, kültür (genellikle
dinle karışmış) ve tarihsel deneyim bakımından ortak bir kimlik duygusuyla birbirine
bağlanan egemen bir ulus-devlet olarak tanımlanır. 19. yüzyıldaki Avrupalı ulusalcılar,
atalarının gömüldüğü belirli bölgeleri kendilerine ait oldukları ileri sürdüler.
Santa Barbara, California Üniversitesi profesörü, Albert S. Lindemann, 19. yüzyılda
Avrupa'da ortaya çıkan biçimleriyle tüm izmlerin en güçlüsü
olarak gördüğü ulusalcılık için “21. yüzyıla kadar Avrupa'nın düş
gücüne musallat olmayı sürdürüyor” der ve Lenin’den şöyle bir alıntı
yapar: “bir komünisti kazıdığında büyük bir Rus ulusalcısı bulacaksın”.
(Not 3)
Bütün ulusal konularda anahtar
öğe bilinçtir. Hollandalı tarihçi G. J. Renier’in açıkladığı
gibi, ulusallık ne kanda ne toprakta dahası ne de dildedir(Not 4):
Ulusallık insanların zihnindedir, tek ayırt edilebildiği
yer. İnsanların zihniyeti dışında ulusallık olamaz, çünkü ulusallık insanının kendine
bakış biçimidir an sich (kendinde) bir varlığa değil. Ortak duygu bunu keşfedebilir
ve onu tanımlayıp çözümleyebilecek tek beşeri disiplin psikolojidir. Bu bilinç,
ulusallık duygusu, bu ulusal duyarlılık, ulusal karakteristikten daha ötededir.
Bu ulusallığın kendidir.
Türkçülük, Osmanlı’da
değil, Rusya’da başladı
Rusya’da kapitalizmin gelişmesiyle, özellikle
Kazan Türkleri arasında İslam burjuvazisi ortaya çıkmıştı. Orta Asya ticaretinin
tekelini eline geçiren bu burjuvazi, hızla zenginleşmiş, büyük ticaret ve sanayi
şirketleri kurmuştu. Önde gelen Türkçülerden Yusuf Akçura, bir fabrikatör ailesinden
geliyordu. Bu burjuvazi, Rusya içinde Türk ve İslam birliği akımının gelişmesinde
önayak olmuştu. Petrol bölgesi Azerbaycan’da da bir sanayi burjuvazisi gelişmişti.
Toprak soyluları ile işbirliği içindeki bu burjuvazi, Osmanlı ile yakından ilgiliydi.
Rusya’daki Türkçüler, daha çok İslam birliği sloganı
kullanmakla birlikte, Batı kültürü içinde yetişmiş olduklarından İslamcılıktan çok uzaktılar. Bu yüzden panislamist Abdülhamit II, bunlardan hiç hoşlanmıyordu.
Rusya’daki 1905 hareketinin başarısızlığa uğraması, Osmanlı’da 1908’de İttihatçıların
iktidara gelmesi üzerine, Rusya Türkçüleri, İstanbul’a akmaya başladılar. Osmanlıcılığın yerini de Türkçülük, Turancılık almaya başladı.
Türkiye Türkçülüğü ile Turan Türkçülüğü arasında bocalayan bu akım, Türk Kurtuluş
Savaşı kazanıldıktan sonra açıklık kazandı, Milli Misak sınırları
içinde yaşayan Türkiye halkı, Türk Ulusu ilan edildi.
Türklerin Orta Asya’dan ulus olarak gelmediği,
Anadolu’da yerli topluluklarla karışarak ulus olduğu açıktır. Bu ulusun oluşumunda,
Selçuklu, Osmanlı devletlerini kuran Türkmen (Oğuz) boylarının
katkısı büyüktür. Türkçe konuşan topluluklar, Farsça ve Moğolca konuşan topluluklarla
uzun bir süreç içinde epey karışmışlardı. Farslaşan Türkler, Türkleşen Farslar,
Moğollaşan Türkler, Türkleşen Moğollar vardır. Moğol yayılması öncesinde Türkmenler
arasında bile Türkmenleşmiş Araplar ile Oğuz kökenli olmayan göçebe toplulukları
yer alıyordu. Bir araştırmaya göre, günümüzdeki Anadolu Türkmen’i, 11. yüzyıl Türkmen’inin
kültür özelliklerinin yüzde 39’unu koruyorken, Merv Türkmen’inde bu oran yüzde 69’dur
(Not 5).
Türk Ulusalcılığı
Türk ulusalcılığını 19 ve 20. yüzyılların
dönemecinde başlatanlardan birkaçı Ahmet Midhat, Yusuf Akçura, Ahmet Ağaoğlu, Ziya
Gökalp idi. Önce Balkanların Hıristiyan halkları ulus bilincine varır, merkezi yetkeye
karşı ayaklanmaya başlar (Not 6). İlk ayaklanan Yunanlar ve Sırpları, Bulgar, Makedon
ve Ermeni ulusalcıları izler. Bunların ortak özellikleri, kendi tarihi ve milliyetiyle
ilgili bilincini korumuş, varlığını bir ölçüde de Kiliseye borçlu olan bir etnik çekirdek ile bir ulusal burjuvazinin varlığına
dayanmalarıdır. Önderliği de kültürel özerklik ya da bağımsızlık isteyen ulusal
burjuvazi üstlenmişti. 19. yüzyılın sonuna doğru, sıra imparatorluğun Müslüman halklarına
gelir: Önce Arnavutlar, sonra Araplar, Kürtler, en sonunda da Türkler.
Türklerin uyanmada en sona kalmasını belirleyen
etmenler, İslam’da ulusalcılığın ortaya çıkışıyla ilgilidir. Osmanlı
toplumu, yarı-özerk dini, kültürel cemaatler olan milletler olarak sınıflandırılıyordu
Bunlar, Ortodoks milleti, Yahudi milleti, Müslüman milleti idi. Bir Türk kendini öncelikle Müslüman
milletinin bir parçası olarak görüyordu.
Müslüman halklar, ortak bir tarihi paylaşıyor
olsalar da DİL somut bir farklılaştırıcı öğe olarak kalmıştı. Türkler
İslam’ı benimseseler de özellikle askeri ve kırsal alanda kendi dillerini korumuşlardı.
Yönetim ve saray dili olan Osmanlıcada bolca Arapça, Farsça sözcükler kullanılmakla
birlikte, yine de bir Türk diliydi. Anadolu köylüsü daha arı bir Türkçe konuşuyordu.
Türkler ile Araplar arasındaki farklılaşmanın ana öğesi olan dilin, Türk ulusalcılığında
çok önemli bir yeri vardır. O nedenle günümüzde kimi İslamcı Türk yazarları dilde
arılaşmaya karşıdır. Ayrıca, Osmanlı ülkelerini dolaşan Türklerde (özellikle gezgin,
tüccar, memur, asker olarak) ilkel bir etnisite duygusu vardı;
bu kişiler, kullandıkları dil, giysiler, töreler vb. aracılığıyla bir farklılık
duygusuna erişirler. Bu Türk kimliği duygusu Türkoloji
(Not 7) incelemelerinin katkısıyla imparatorluğun aydın, politik sınıfları arasında
da güçlenir. Türkoloji hem Türk kültürünün eskiliğini hem de Balkanlardan, Orta
Asya’ya, Sibirya’ya kadar yayılmış Türk dili konuşan halklar
arasındaki kültür birlikteliğini ortaya çıkarıyordu. Böylelikle Türkoloji, Türk
halklarının tarihindeki İslam öncesi dönemin önemini ortaya koyarken, önemli bir
sonuca da yol açıyordu: Türk halklarının tarihi içinde,
İslam artık diğerlerinden farklı olmayan bir dönem olarak görülür. Bu
bakımdan Türkoloji, Türk halklarının İslam dışında geçmişine yönelik
tarihsel bakışı laikleştirmeye katkı yapar.
Türk ulusalcılığı ile diğer Avrupa ulusalcılıkları
arasındaki fark yalnızca kültürel değil, aynı
zamanda toplumsal düzeydedir. Türk örneğinde, ulusalcılık ulusal
gelenekleri sürdürmüş bir ruhban kesiminden destek alamamıştı;
tam tersine Türk ulusalcılığı bir ölçüde dine ve özellikle de
ulemanın Müslüman ümmetinin birliğini sürdürme savına karşı çıkarak biçimlenmek
zorunda kalmıştı. Üstelik başka köylü dünyalarında görüldüğü gibi, Türk köylülüğünün
bir milliyet bekçiliği değil her Türk köyünde bir bir din bekçisi vardır (Not 8): Türk köylüsü, Süleyman I döneminde her köye bir cami, bir imam uygulaması
sonucu kendini İslam’la özdeşleştirmeye mahkûm edilmişti. İslam öncesi
Türk inançlarını yalnızca kimi Oğuz topluluklar korumuştu, ama bu toplulukları merkezi
iktidar hor görüyordu. Türk ulusalcılığı tasarısını destekleyenler, göreli
olarak soyutlanmış ve kitleden kopuk bir avuç bilgin ve aydındır yalnızca.
Türk ulusalcılığının ilk formülasyonunu pantürkistler
yapar, özellikle de Rusya’dan gelen Türk göçmenler bunda önemli bir rol oynarlar
(Not 9). Türk dilini kullanan
halkların birleştirilmesi düşüncesi de Çarlık dönemi Rusya’nın Türk halkları içinde
doğar. Başlangıçta pantürkizm, Rusların Kafkasya ve
Orta Asya’da giriştikleri, Rusya Türklerinin ekonomik etkinliklerini, kültürel kimliklerini
tehdit eden adına panslavizm denilen yayılma politikasına
karşı bir tepki olarak görünür. Hareketin başında Tatar büyük burjuvazisi vardır,
girişimlerin çoğu, hedefi dil birliği, eylem birliği, düşünce
birliği olarak özetlenebilecek, İsmail Gasprinski (Gaspıralı)’nin düşüncelerinden
kaynaklanır.
Bu hareket Osmanlı’da etkisini, temelde
1908’deki Jöntürk Devrimi’nden sonra Çarlık baskısından kaçıp Türkiye’ye sığınan
göçmenler aracılığıyla duyurur. Bunların en tanınmışları, Hüseyinzade Ali, Yusuf
Akçura ve Ahmet Ağaoğlu idi.
Türk ulusalcılığı, Yunanlara ve onların
arkasındaki İngiliz yayılmacılığına karşı yürütülen “1920 - 22 Türk Kurtuluş Savaşı”,
Büyük Güçler’in dayattığı Sevr Antlaşması’na karşı başkaldırı ve Avrupa dışındaki
halkların ilk kurtuluş hareketi olarak değerlendirilir. 20. yüzyılın yayılmacılık karşıtı, silahlı savaşıma dayalı, tarafsız,
ekonomik bağımlılığı yadsıyan, ulusal bir ekonomi kurmaya çalışan, yerli ulusalcılıkların
ilk örneği olarak kabul edilir. Osmanlı’nın en güçlü olduğu dönemde verdiği kapitülasyonlar, Avrupa’nın ekonomik ve ticari sızmasına
yol açmış; toprakları işgal edilmeye başlanmıştı.
Sanayi Devrimi ile birlikte ve 1838’de İngiltere
ile yapılan ticaret antlaşmasının ardından, Avrupa ürünleri Osmanlı ülkesine akmaya
başlamıştı. Tanzimat döneminde Avrupa’dan gelen baskılar daha da artmıştı. Sonra,
Osmanlı İmparatorluğu’nun yarı-sömürgeleştirilmesi adı
verilen süreç başlamıştı. Bu süreç, tıpkı günümüzde İslamcı iktidarın benimsediği,
mali kurumlara (Düyun-u Umumiye, Tütün Rejisi), ülke
içinde Avrupalı şirketlerin gelişmesine (bayındırlık işleri, demiryolları, liman
inşaatları vb.) dayanıyordu. Eski bir tema olan Hıristiyanların korunması, çoğalan
yabancı okullar da sürecin diğer dayanaklarıydı. Sonunda Avrupa’nın varlığı, büyük
kentlerde, kıyı bölgelerinde, ülke ekonomisinin, toplumsal ve kültürel yaşamının
tüm alanlarını kapsayacak kadar genişlemişti.
Türklerin toplu belleğinde asıl yer tutan
İstanbul’un İtilaf güçlerince işgalinden çok, ayrıcalık (kapitülasyon)ların, yaşayabilecek bir Türkiye oluşturma
umutlarını yok eden Sevr Antlaşması’nın anıları, kısacası yabancı müdahaleler denebilecek şeylerdi. Eylül 1922’de,
Mustafa Kemal Türkiye’de yabancı müdahalelerin sona erdiğini açıklıyordu
(Not 10).
Laiklik ve Eğitim
Kemalist laiklik hareketi teoloji
uzmanlarının ebedi İslam’ına karşı çıkmıyordu. Osmanlı İslam’ı, hukuki düzenlemeler
açısından, Hanefi İslam anlayışıydı. Hanefilik, gevşek bir İslam anlayışıdır, ama aynı zamanda tarihsel
açıdan yeniliğe en kapalı eğilimdir. Dolaysıyla resmi Osmanlı İslam’ı evrime hiç
açık olmayan bir anlayıştı. Laiklik, en katı Müslüman olan bir
ülkede ortaya çıkıyordu.
Tanzimat döneminde imparatorluğun politik
ve yönetsel modernleştirilmesi, İslam’ın yetke alanının daha da
daraltılmasına yol açmıştı. Mahmut II’den beri girişilen reformlar aslında
devlet kurumlarının Batılılaştırılmasına yöneliktir, ulemanın yetkilerini sınırlıyordu;
padişah, ulemanın yetkilerini mali kaynakları (vakıf sistemi) üzerindeki denetimi
ve Batı usulü bir bürokrasinin gelişmesiyle zayıflıyordu. Dini değerlerden kopuk
bu yeni bürokrasi, geleneksel olarak ulemaya ait konumları yavaş yavaş ele geçirmeye
başlıyordu. Gülhane Hatt-ı Hümayunu’ndan sonra, devletin sekülerleştirilmesi, dini
kurumların zararına sürer (Not 11). Dini kurumlar özellikle
yasama ve hukuk alanlarında geriliyordu.
Geleneksel İslam hukukunun yanında, önce ticari, sonra da ceza davalarında Batı
türü hukuk düzeni gelişiyordu. Eğitim alanında ise,
bütün gelişmelere kapalı medreselerin yanında, yavaş yavaş yerleşen bir modern kamu
eğitimi sistemi ortaya çıkıyordu.
Jöntürk Devrimi
Jöntürk Devrimi genellikle, Osmanlı İmparatorluğu’nda Abdülhamit II’nin baskıcı yönetimi ile
askıya alınmış meşruti düzeni geri getirmeye yönelik liberal bir harekettir. Bu
olay aynı zamanda Abdülhamit rejiminin imparatorluğun dağılmasına, parçalanmasına
yol açması nedeniyle, imparatorluğun birliğini ve bütünlüğünü korumak, modernleşmesini
sağlamak amacıyla eyleme geçen subaylarca yürütülen yurtsever bir devrimdir. Rus-Japon
Savaşı (1905) sonrasında Asya’yı sarsan, bir dizi devrimci hareket (Hindistan, İran,
Çin) içinde yerini almıştı. Makedonya’dan başlayan bu devrim,
başkentin kozmopolitizmine taşranın tepkisidir. Devrimin aktörleri içlerinde
Türklerin ağırlıkta olduğu, ama Arnavutların da yer aldığı Müslümanlardır. Ağırlık
merkezini Avrupa başkentlerindeki sürgünlerden Makedonya Ordusu’na kaydıran Jöntürk hareketi, başlangıçta kozmopolit bir yapı gösterirken,
sonra İslamlaşır, belli bir ölçüde Türkleşir.
Devrim aynı zamanda Abdülhamit’in çevresine, özellikle de Ebulhuda ve Arap İzzet
gibi Arap kökenli danışmanlarına bir tepkidir. Bu adamlar Yıldız’daki Arap lobisini oluşturuyorlardı (Not 12).
Ulusal hareketin örgütlenme
aşaması
Avrupa’daki toprakların büyük bölümü, Afrika’daki
son yerlerin yitirilmesi olayları Türk kimliği sorunu üzerinde birçok açıdan etki
yapar. Birincisi, parçalanmaya doğrudan katılan ya da buna göz yuman Avrupa’ya karşı
yöneticilerde ve kamuoyunda giderek büyüyen bir düşmanlık oluşur. İkincisi, savaşların
(Trablusgarp Savaşı, Balkan Savaşları, Arnavutluk başkaldırısı, Yemen başkaldırısı)
ağırlığı temel olarak Anadolu Türklerinin omuzlarına binmişti. Üçüncüsü, bu olaylar
sonucu bir Osmanlı ulusu düşü olan Osmanlıcılık yıkılmış,
Arnavutluk başkaldırıları ve Arap ulusalcılığının yükselişiyle zayıflayan panislamizm; Avrupa’nın saldırgan politikası nedeniyle
zor durumda kalan Batıcılık bu darbelerden paylarına
düşeni almıştı.
Tanzimat’tan beri, devletin modernleştirilmesi
ve modern eğitimin yaygınlaştırılması bir Müslüman Türk orta sınıfının oluşmasına
yol açmıştı; ama Avrupa sermayesinin ülkeye girişinin yol açtığı ekonomik gelişme özellikle gayrimüslim azınlıklara yaramıştı (Not
13). 1913-1915 sanayi sayımı, sanayi sermayesinin %50’sinin
Rumların, %20’sinin Ermenilerin, %5’inin Yahudilerin, %10’unun yabancıların
elinde olduğunu gösterir (Not 14). Bir araştırmada imparatorluğun son döneminde
İstanbullu tüccarların (ithalat-ihracat, ticaret) yalnızca %5-%10’unu Türklerin
oluşturduğunu gösterir (Not 15).
1908 Devrimi’ni izleyen döneme, ulusal hareketin örgütlenme aşaması adı
verilir, bazı dernekler kurulur. Bu örgütlerden biri Osmanlı Devleti’nin politik
formülüne bağlı kalan Osmanlı Türk aydınlarının bakış açısı,
diğeri de gözlerini Orta Asya’ya dikmiş Rusya Türklerinin bakış
açısıdır. Derneklerin en önemlilerinden biri, bir küme Tıbbiye öğrencisinin girişimi
ile Mart 1912’de kurulan Türk Ocağı idi.
Türk ulusalcılık akımı iki cephede (din,
devlet) direnişlere yol açıyordu. Ulusalcılığı bir kanser olarak gören İslamcılar
ümmet içinde bir yörecilik (partikülarizm)
doğuşunu iyi karşılamıyorlardı. Osmanlıcılar ile olan tartışmaların kaynağındaysa,
ulusalcılığın devleti zayıflattığı suçlamaları yatıyordu. Türkçülerin saflarında
da dinin yeri, dil sorunu gibi bazı noktalarda tartışmalar çıkıyordu. Ulusun tanımı
olarak kimileri eğitim ve kültürü önerirken, Alman anlayışının daha çok etkisinde
olan diğerleri (özellikle Rusya Türkleri) ırk ya da kavim kavramına dayanıyorlardı.
Andre Malraux, pantürkizmi şöyle tanımlar (Not 16): “Edirne’den Orta Asya’ya, oradan İpek Yolu’nun Çin vahalarına kadar
bütün Türk halklarının birliği...” Osmanlı’nın Balkanları artık yitirdiğine
inanan Enver Paşa, Turancılığı gerçekleştirmek, başkenti
Semerkant olacak Jöntürk İmparatorluğu’nu kurmak için
Doğu’ya yönelir. Almanların da özendirmesiyle, keşif göreviyle gönderdiği Vincent
Berger orada beklenmedik bir gerçeklikle karşılaşır (Not 17): Orada kabile ve din kimliği, Türk etnik topluluğuna aidiyetten daha
önemliydi.
Türk Kimliğinin oluşması
Avrupalı bilginlerin çabalarına dayanır
Pantürkist kimliği duygusunun gelişmesinde Türkoloji incelemelerinin ilerlemesi belirleyici
bir rol oynamıştı. Fransız Joseph de Guignes’in Türklerin Asya tarihindeki rolünü
incelediği Hunlar, Türkler, Moğollar ve Batı Tatarlarının Genel Tarihi (1756-58)
adlı yapıtından beri, Arthur Lurnley, Arminius Vambery, Radloff ve Thornsen’e kadar
Avrupalı bilginler, filologlar, gramerciler, tarihçiler Türk halklarının eski tarihleri,
sonraki evrimleri üzerine bilgileri derinleştirmişlerdi. Onların araştırmaları bazı
olguları gün ışığına çıkartır: Özellikle Çin yıllıkları aracılığıyla öğrenilen İslam
öncesi Türk tarihinin (Osmanlı tarihyazımı geleneğinde bu dönem bütünüyle unutturulur)
önemi; 8. yüzyılın ortasına ilişkin Orhon Yazıtları’nın çözülmesiyle anlaşılan Türk
dilinin eskiliği; Türk halklarının bütününde görülen dil ve uygarlık birliği. Türkolojinin tüm bu yeni verileri, Ahmet Vefik Paşa, Necip
Asım kültürlü Osmanlı kamuoyunun bilgisine sununca, bir TÜRK KİMLİĞİ duygusu yavaş yavaş yerleşir. 1897’de ozan
Mehmet Emin, Türkçe Şiirler (Osmanlıca değil) derlemesi yayımlayarak
küçük çaplı bir yazınsal devrime yol açar; bunu büyük çaplı bir politik devrim izler.
Kültürel bir birlik
mi, yoksa politik bir birleşme mi?
Türk halkları arasında kültürel bir birlik olduğu
düşüncesi Osmanlı İmparatorluğu’nda yavaş yavaş doğarken, Rusya’da giderek öne çıkan
düşünce, politik bir birleşmenin gerekli olduğuydu. Bu isteği,
İsmail Gaspıralı (Gasprinski) seslendiriyordu. Bunların panslavizme bir yanıt olarak geliştirdikleri “politik” pantürkizmi ile kimlik sorununa bir yanıt olarak geliştirilen
Osmanlı’daki “kültürel” pantürkizm, 1905 Jöntürk
Devrimi’nden sonra buluşur.
Pantürkist ideolojinin tarihindeki bir diğer
kilit an, 1911-13 yılları arasıdır. İtalyanların Trablusgarp’ı işgal etmesi, Rumeli’nin
Balkan devletleri koalisyonunun eline geçmesi, İstanbul kapılarına dayanan Bulgar
ordularının tehdidi, Osmanlı seçkinlerinde tam bir sarsıntı yaratır, ülkeyi uçurumun
kıyısına sürüklediği düşünülen politik yönelimleri sorgulamaya başlarlar: Jöntürklerin Osmanlıcılığı, liberalizmi, Osmanlı aydınları
ve yöneticilerinden bazıları yeni bir politik formüle yönelir. Nasıl ki, 1877-78
Osmanlı-Rus Savaşı sonrası durum Osmanlı Sarayı’nı panislamizm’e yöneltmişse, 1912-13 yenilgileri de, Osmanlı
seçkinlerinin bir bölümünü pantürkizm’e yöneltmişti.
Pantürkizm o dönemde örgütlü bir harekete dönüşmüş; imparatorluğun
yıkıntıları üstünde, yeni bir imparatorluk düşüncesi biçimlenmişti: Türk İmparatorluğu. Ama bu düşün gerçekleşebilmesi için
önce çok büyük bir engeli aşmak gerekiyordu: Tarihin, İpek Yolu boyunca dağıttığı
Türk halklarının birliğini gerçekleştirmek için Rus engeli vardır. Böylece,
pantürkizm, Osmanlı ve Rus imparatorlukları arasındaki kabarık
anlaşmazlıklar dosyasına yeni bir öğe olarak eklenir. Rus politikasının hiç değişmeyen öğelerinden biri, Kafkasya ve Orta
Asya’nın Türk dili konuşan halklarını olabildiğince bölmek, onları Türkiye’nin olası
çekim gücünden uzak tutmak idi (Not 18). Osmanlı da, Rusya Türkleri
kartını oynar, ama düş kırıklığına uğrar(Not 19).
Osmanlıcıların görüşleri
Balkan Savaşı bir dincilik havası getirmekle
birlikte, politikada ulusçuluğun etkisini de artırmaya başlamıştı (Not 20). Bu dönemde
ilk kez olarak Türk hükümeti, Türk ordusu, Türk hakanı gibi
terimlerin kullanılmaya başlanması, İslamcıları Türk olmayan kişilerin yanına koyuyordu.
İslamcılar, liberal ve demokratik rejim kadar, ulusçu bir rejime de karşıydılar.
1912’de Süleyman Nazif soruyordu (Not 21): Türk ne demek oluyor? Türk, Osmanlı
Saltanatı ve İslam Hilafeti adını taşıyan siyasal bir şirketin üyelerinden yalnız
biridir. Türk ulusalcılığı karşısında, bir zamanlar Abdülhamit II dönemindeki
Arapçılık akımını da aşan yeni bir Arap kavmiyeti modası
başlamıştı. Bu akım İslam’da Davayı Kavmiyet adlı bir kitapta
en aşırı derecesine varır; kitabın yazarı olan Ahmet Naim (1872-1934), Babanoğulları
denen ve Abdülhamit II döneminde büyük bir etki kazanan Doğulu bir soylu ailedendi.
Yazdığı kitap, İslamcıların ulusalcılık akımına karşı kutsal savaş ilanı gibidir.
Onun bu konudaki yaklaşımı günümüzün Osmanlı bağnazlığını anlamak bakımından ibret
vericidir: Şöyle diyor (Not 22):
Ulusalcılık akımı da, dinden ayrılmış bir devlet
isteyen Batıcılık gibi, Batı’dan gelen ve İslam birliğine musallat olan bir mikroptu.
İslamlığın bedeninde insan vücuduna musallat olan kanser kadar korkunç bir hastalıktı.
Hıristiyan dünyasının, İslamlığın göğsüne bıçağını dayadığı bir dönemde Türk ulusçuluğundan
söz etmek, bir çılgınlık, bir ihanetti. Türklük, Rusya’dan gelen Tatar Türkçülerin
icat ettiği bir söylenceydi. İslam tarihinden ayrı bir Türk tarihi yoktu. Güzelim
Müslüman adlarının yerine acayip Türk adları getiriyorlardı; Müslümanları, Türklüğü
ve onun tarihini bilmek değil, İslamlığı, şeriatı, Peygamber’i, İslamlığın kahramanlarını
bilmek kurtarabilirdi. Her Müslüman’ın sevmek ödevinde olduğu Arapların kavmiyeti
bile İslamlıkta yoktur. Arap kavmiyetini öven hadisten, ulusçuluk anlamı çıkarmak
yersizdir, çünkü Arap ırkını övmek, onu her ırkın üstünde tutmak bütün Müslümanların
ödevidir; çünkü İslam Peygamberi’ni veren o ırktır. Bundan ötürü bütün Müslümanlara
Arapları üstün tutmak bir din borcudur. Bir hadis, Peygamber’in ağzından şöyle der:
Ben Arap’ım; Kuran Arapçadır; cennet ehlinin dili Arapçadır. Başka bir hadis, Arap’ı
sevmek imandandır; sevmemek imandan ayrılmaktır, yine başka bir hadis, Arap’a söven
kâfirdir.
İslamcılara göre Türk ulusçuluğu akımı,
Arnavutların, Kürtlerin, Arapların da kavmiyet davasına düşmelerine yol açar, Ermeni,
Yunan, Bulgar ulusçuluğu Osmanlı birliğini nasıl parçalıyorsa, bu da İslam birliğini
parçalar. Bu sava karşı Kırımlı İsmail Gaspirinski, Osmanlı tarihinde uluslaşma
akımının yeni bir şey olmadığını anımsatmak için şunları yazar (Not 23):
Onların ulusçuluğu yeni bir şey değildir. Kürt
ulusçuluğu başlayalı on beş yıl oldu. Arap ulusçuluğu yirmi yıl önce başladı. Arnavut
ulusçuluğu başlayalı otuz yıldan fazla zaman geçti. Ermeni ulusçuluğu en aşağı kırk,
Bulgar ulusçuluğu altmış, Yunan ulusçuluğu seksen yıllık olmuştur.
Türk ulusçuluğu bunların nedeni değil, bir
sonucudur.
Balkan Savaşları’nın arkasından, Y. Akçura’nın
başlattığı pantürkizm propagandası etkili olmaya başlar. Türk Yurdu dergisindeki bir yazısında Ahmet Ağaoğlu (Agayef)
özetle şunlara değinir:
Marakeş’ten Irak’a kadar Arapça konuşan halklar,
aralarındaki birçok farklara karşın, kendilerini aynı ulustan sayarlar. İslamlıktaki
parçalanma ulusçuluk akımlarından doğmaz, bu akımların başladığı zamana kadar bütün
Müslümanların tam bir birlik içinde yaşamadıkları tarihi bir gerçektir. Daha ilk
halifelerin zamanından beri Müslüman devletleri ve ulusları durmadan birbirlerine
karşı savaşırlar. Tarihte diğer bir Müslüman devletine karşı savaş yapmamış tek
bir Müslüman devleti yoktur. Ahmet Naim’in savlarından birinin tersine, Türklük,
İslam tarihinde büyük roller oynar, bin yıl İslamlığın savunuculuğunu yapar. Fakat
Türklük, İslamlığa yapacağı hizmeti yerine getirirken kendi varlığını, kendi dilini,
kendi tarihini feda ederken Arap, Araplığını sürekli olarak bilir. Türkün geçmişteki
varlığı inkâr edilirken, şimdi onun gelecekteki varlığı da inkâr edilmeye başlar.
Türklerin kendileri bile bunu yaparlar.
Ahmet Naim’in Arapçılığı, ulusçuluk düşünüşünde bir dönüm noktasına yol açar:
Z. Gökalp’in, Türk ulusçuluğu ile pantürkistlerin Türk ırkçılığı arasındaki
farkları belirlemesine yol açar. Ona göre İslamcı, Osmanlıcı, Türkçü ulusçuluklar
yanlıştı. Ulusçuluğu birincisi ümmetçilikle, ikincisi
bir politik birleşme ile üçüncüsü ise ırkçılıkla karıştırıyordu. Ulusçuluğun temeli ne ümmet birliği ne Osmanlı birliği ne de
ırktır. Türk ulusçuluğu, İslam ümmet birliği ile Osmanlı
imparatorluk birliğinin dağılma içinde oluşunun bir sonucudur; çünkü bütün modern
uluslar evrensel imparatorlukların ya da evrensel dinlerin dağılışının ürünüdür
(Not 24).
Notlar
Not 1: O. Karadağ, Stratejinin Yazılı Kaynakları: Türkler, Farslar ve Araplar,
s.302
Not 2: Wiesner, Early Modern Europe, 1450–1789, s.88-93
Not 3: Albert S. Lindemann, A History of Modern Europe- From 1815 to the Present, 2013, s. 92-3
Not 4: G. J. Renier, The Criterion of Dutch Nationhood: An Inaugural Lecture at University
College, London, 4 Haziran 1945 (Londra, 1946), 16-17. (Aktaran Davies,
Norman, Euorope: A History, Pimlico, 1997, Divisa et Indivisa note
52; Davies, Norman, Avrupa Tarihi: Doğu’dan Batı’ya Buz Çağı’ndan Soğuk
Savaş’a Urallar’dan Cebelitarık’a Avrupa’nın Panoraması, Çeviri Editörü
Mehmet Ali Kılıçbay, Çev.: Burcu Çığman, Elif Topçugil Kudret Emiroğlu ve Suat Kaya,
IMGE Kitabevi, 1994, s.409
Not 5: D. Avcıoğlu, Türklerin Tarihi, C. 1, s. 86
Not 6: F. Georgeon, Osmanlı-Türk Modernleşmesi 1900-1930, s. 2
Not 7: Türkoloji (Osmanlıca:
Türkiyat, İngilizce: Turcology, Fransızca:
Turcologie) ya da Türklükbilimi; Türk halklarının
filolojisi, antropolojisi, edebiyatı ve tarihi başta olmak üzere genel bir somut
ve somut olmayan kültürel miraslarını sistematik olarak derleyen, araştıran, inceleyen
bilim dalıdır. Bu bilimde uzmanlaşan kişilere Türkolog denir.
Not 8: F. Georgeon, age. s. 4
Not 9: F. Georgeon, age. s. 5
Not 10: F. Georgeon, age. s. 10
Not 11: F. Georgeon, age. s. 13
Not 12: F. Georgeon, age. s. 25
Not 13: F. Georgeon, age. s. 26
Not 14: A. G. Ökçün, 1970, Osmanlı Sanayii 1913-1915 Yılları Sanayi İstatistiki, Ankara,
1970
Not 15: T. Çavdar, Milli Mücadelenin Ekonomik Kökenleri, İstanbul, 1974, s.
128
Not 16: İnsanlık Durumu (La Condition Humaine)
yazarı, 1948’de çıkan Altenburg’un Ceviz Ağaçları adlı garip
otobiyografik romanda, Turancılık adını verdiği olguya değinir.
Not 17: F. Georgeon, age. s. 77
Not 18 Stalin’in 1930’ların sonunda Orta
Asya dillerinin yazımında Latin alfabesinden Kiril alfabesine geçişi buyurmasının
nedeni, hem dilleri kendi içlerinde farklılaştırmak hem de Türkiye Türkçesiyle iletişimi
güçleştirmekti.
Not 19: Birinci Dünya Savaşı sırasında Jöntürkler
Almanya’nın da özendirmesiyle, Rusya Türkleri arasında çarlığa karşı başkaldırılar
örgütlemeye çalışırlar. Türk casuslar Orta Asya ve Kafkasya’da, halkı başkaldırıya
kışkırtarak, para ve silah dağıtarak dolaşırlar. Bütün bu etkinliklerden bir sonuç
çıkmaz. Tam tersine, çarlık ordusunda askerlik yapan Müslüman öğeler Romanovlara
sadık kalır. Bu, İstanbullu Pantürkistler için acı bir dersti! (Aktaran: F. Georgeon,
age. s. 82)
Not 20: N. Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, s. 435
Not 21: Süleyman Nazif’e göre, Türk ulusalcılığı
Balkan Savaşı’nın bütün zararlarının toplamından daha kötü zararlar doğurmaktaydı.
Aslında, Türklük diye bir şey yoktu. Kendini Türk sananların damarlarında akan kan,
Osmanlı kanıdır. Osmanlı dili gibi, Osmanlı milliyeti de yüzyıllar boyu çeşitli
ırkların karışımından ortaya çıkmış bir milliyettir. … (Süleyman Nazif, Ahmet Agayet Bey’e, 74(1329/1913): 1621-1623). (N. Berkes,
Türkiye’de Çağdaşlaşma, s. 435)
Not 22: Ahmet Naim, İslam’da Davayı Kavmiyet, İstanbul, 1332/1916, s. 51-52)
Not 23: İsmail Bey Gaspirinski, Türklük ve Osmanlılık, Türkyurdu, VI, 9(1330/1914): 2291-2
Not 24: Köprülüzade Mehmet Fuat, Türklük, İslamlık, Osmanlılık, Türkyurdu, IV, 9 (1329/1913):
692-702, Cami, Osmanlılığın Atisi (İstanbul, 1331/1915) ve Ziya Gökalp,
“Mültecilik ve Beynelmileliyetçilik”, Yeni Mecmua, II, 35(1918):
162-164
Kaynaklar
Avcıoğlu, Doğan, Türklerin Tarihi, Birinci Kitap (İkinci Basım), Tekin Yayınevi,
İstanbul, 1978
Berkes, Niyazi, Türkiye’de Çağdaşlaşma, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları,
2006
Çavdar, Tevfik, Osmanlıların Yarı-Sömürge Oluşu, Ant Yayınları, İstanbul,
1970
Davies, Norman, Euorope: A History, Pimlico, 1997
Georgeon, François, Osmanlı-Türk Modernleşmesi (1900-1930), çev. Ali Berktay,
İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2006
Karadağ, Osman, Stratejinin Yazılı Kaynakları: Türkler, Farslar ve Araplar, Destek Yayınları, İstanbul, 2020, s.288-96
Lindemann, Albert S., A History of Modern Europe- From 1815 to the Present, John
Wiley & Sons, 2013
Ökçün, A. G., 1970, Osmanlı Sanayii 1913-1915 Yılları Sanayi İstatistiki, Ankara,
1970
Wiesner, Merry E., Early Modern Europe, 1450–1789, Cambridge University Press,
Second edition, 2013, Cambridge History of Europe
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder