17 Ağustos 2021 Salı

26 Ağustos Üzerine

 26 Ağustos Üzerine

Not: Bu yazı 16.08.2021 günü https://aynahaber.org/yazarlar/osman-karadag/26-agustos-uzerine/625/'de yayınlanmıştır 

26 Ağustos Malazgirt ile 26 Ağustos Dumlupınar: Her ikisi de Türk Tarihi açısından önemlidir. İlkinin Türklerin Anadolu’ya yerleşmesine yol açtığı söylenir, ikincisi ise son yurdu Anadolu’nun da elinden alındığı Türklerin yeniden doğuşu olduğu kesindir. Ama Malazgirt, kimilerinin savunduğu gibi Türklerin Anadolu'ya ilk girişi değildir. Türkler çok daha önce (MÖ 7. yüzyıldaki İskitlerin içinde yer alabilecek Türklerin ataları bir yana bırakılırsa) Göktürkler zamanında Sivas'a kadar gelmişlerdir. Daha sonra Bizans döneminde aileleri ile birlikte paralı asker olarak Anadolu'da çeşitli yerlere yerleştirilen Türkler vardır. Bizans yönetiminin, 530 ve 755 yıllarında bir bölüm Bulgar Türklerini, 577 ve 620 yıllarında Avarları, 1048 yılında da Peçenekleri Anadolu’ya geçirerek yerleştirdikleri bilinir.

Belirli bir kesimin (ki bunlar genelde Türk-İslam Sentezcileridir) Malazgirt'e çok önem vermelerinin ardında, Anadolu’ya daha önce gelip yerleşenlerin Müslüman olmaması, ama Malazgirt sonrası gelenlerin Müslüman olmasıdır. Malazgirt’i, öncelikle bir Müslümanlık olayı durumuna getirmek, ümmetçilik yaklaşımının bir sonucudur. Çünkü evrensel olduğu savunulan İslamiyet, ulusalcı değil ümmetçidir. Kaldı ki, İslamiyet evrensel değil, düpedüz bir Arap dinidir, bunun böyle olduğu hem Kuran hem de hadislerde çok açıktır (Not 1).

26 Ağustos Dumlupınar ise işgal edilmiş toprakların yeniden Türk yurdu yapılmasını sağlayan Türk Kurtuluş Savaşı’nın bir simgesidir. Bu gerçeği bir yana bırakıp tarihe yalnızca İslami çerçeve içinde bakmak en azından bir vefasızlıktır. Şimdi kısaca Malazgirt zaferi öncesi ve sonrası üzerine kısa bir değerlendirme yapmak istiyorum.

Değerli okuyucular, toplumumuzda tarihi bilincinin olmadığı söylenir; bu doğrudur. Türklerin tarih bilinci özellikle Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde yok edilmiştir. Bireylerin adlarından tutun da tüm yaşamı boyunca davranışları Arap ve Fars geleneklerine göre düzenlenmeye çalışılmıştır. Bunu en basit olarak “Tanrı” adında görürüz, ülkemizde belir bir kesim yüce yaratıcı adı olarak Arapça “Allah”, Farsça “Mevla”, İbranice “Rab” sözcüğünü kullanırken güzelim Türkçe “Tanrı” sözcüğünü kullanmaktan sakınır. Bu yaklaşım kanımca, Türklerin geçmişine en büyük ihanetlerinden biridir. Bu arada lütfen yaklaşımımı sakın ırkçı olarak almayın. Anadolu’da 40’ın üzerinde etnik yapı var, bunlardan hangisinden geldiğimi bilmediğim gibi öğrenmek gibi de bir kaygım yok. Ancak “Ulusçuluk”, özellikle Fransız Devrimi’nden bu yana bir olgudur, ülke bütünlüğünü sağlamanın en önemli bir ögesidir. Kaldı ki “Türk” adı bir etnik ad değil, politik bir addır, yani Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı anlamındadır.

Şimdi kısaca Selçuklulardan söz etmek istiyorum.

Selçuklu hanedanı üyelerinin, her ne kadar Türk kökenli ise de, aldıkları adlar, kullandıkları unvanlar, devletin kurulması, genişlemesinde bütün yükü taşıyan Oğuz Türklerine karşı davranışlarına bakıldığında Selçuklu İmparatorluğu bir Türk imparatorluğu olmaktan çok bir Fars-Arap imparatorluğudur. Bu her ikisi de kral anlamına gelen Arapça melik ile Farsça şah sözcüklerinden oluşmuş acayip bir ad olan Melikşah adında da saklıdır. Bu adı oğluna veren imparatorluğun ikinci hükümdarı Alparslan’ın yönü Anadolu değil, Suriye ve Mısır’dır. Kimi tarihçilerin çok önem verdikleri Malazgirt Savaşı da Bizans’ın zorlaması ile olmuştur, bu savaş öncesinde Alparslan Suriye işleri ile uğraşıyordu. Onun asıl hedefi amcası Tuğrul Bey’in gerçekleştiremediği Mısır’ı ele geçirip, Abbasilerin düşmanı olan Şii Fatimi devletine son vermekti; kaygısı “Türk” değil “Arap” idi.

Malazgirt Savaşı bir yerde Bizans’ın Ermeni sorunuyla bağlantılıdır. Araplar, 7. yüzyıl ortalarında Kafkaslara doğru yayılmaları sırasında birbiriyle çatışma durumundaki Ermeni ve Gürcü feodal beylerini yerlerinde bırakmış, vergi ve savaş yükümlülüğü ile yetinmişti. Arapların, Hazarlara karşı seferlerinde Gürcü ve Ermeni yerel yöneticiler Arapların yanında dövüşmüşlerdi. Ağır vergiler, yerel yöneticilerin ayaklanmalarına yol açmıştı. Bu karışıklık döneminde kimi yerel yönetici aileleri önemlerini yitirirken kimileri de güçlenmişti. Abbasiler, bu güçlenen ailelere dayanarak ülkeyi yönetmişlerdi.

İlk Türk akınları Azerbaycan bölgesinden Ermeni Vaspurakan Krallığı’na doğru başlamıştı. Kesin kanıtı olmamakla birlikte, Oğuzların 1018-1019 yıllarından başlayarak Anadolu akınlarına başladığı kabul edilir. Kimi tarihçiler ise ilk bu akınların tarihini 1029 yılı olarak düşünürler.

Ermeni kaynaklarına göre Van Kralı, Türk akınları karşısında ürkerek ülkesini Bizans İmparatoru’na bırakır. Bu yıllar Oğuz boylarının Azerbaycan’da yayılmaya başladığı dönemdir. Bizans, Ermeni feodallerini Anadolu içlerine sürmekle kendi sınır savunma gücünü zayıflatır. Ayrıca ağır vergiler koymuş, Ermeni milisini dağıtmıştı (Bu savaşçıların bir bolümü Selçuklu hizmetine geçti). Orta Anadolu’da malikâneler verdiği Ermeni kralını, soylularını da ilk fırsatta ortadan kaldırdı. Ermeni Kilisesi de ağır baskı altında tutulup, vergiye bağlanmıştı. Selçuklular ise tüm kiliseler, manastırlar ve din adamlarına vergi bağışıklığı tanıyorlardı. Bu nedenle Bizans’a ateş püsküren Ermeni tarihçileri, Melikşah’tan Sultan’ın yüreği Hıristiyanlara karşı şefkatle dolu idi. O, geçtiği ülkelerin halkına bir baba gözüyle bakıyordu diye söz ederler.

Alparslan’ın tahtı ele geçirmesinde önemli rol oynayan Selçuklu ailesinden Erbasgan (kız kardeşi Alparslan’ın karısı), Alparslan ile bozuşunca, kendine bağlı Oğuz Türkleri ile birlikte Azerbaycan’dan Anadolu içlerine yürümüştü. Alparslan, onu yakalamak için komutanlarından biri olan Afşin’i onun peşinden yollar. Alparslan’dan kaçan bu Selçuklu prensinin önünü kesen Bizans komutanları Manuel Komnenos ve Nikephoros Melissenos, Erbasgan’ın Oğuz Türklerine (Navekiyye) tutsak düşerler. Erbasgan, Manuel ile uzlaşır, Bizans hizmetine girer. Afşin, batı yönündeki ilerleyişini sürdürerek Marmara kıyılarına kadar ulaşır. Erbasgan, Selçuklu tarihinde Bizans’a sığınan ilk Türk beyi idi; onu yakalayıp Alparslan’a teslim etmekle görevli Afşin de denize ulaşan ilk Türk komutanı olmuştu.

Bizans’ın geleneksel politikalarına göre bir düşman halkı, aynı boydan gelen başka bir halkla savaştırmak üzere Peçenekleri Tuna Irmağı boylarından, Kafkasya’ya getirme çabaları başarısız olmuş, Peçenekler, Bitinya Dağları’ndan (Not 2) daha öte gitmemiş, geri dönmüşlerdi. Anadolu’ya yönelen Türkler, Bizans’taki iç karışıklıklardan da yararlanarak, Doğu Anadolu’da etkili olmaya başlamışlardı. Bu akınlar sırasında Bizans orduları fazla direnç göstermemiş, kentler ve kasabalar kendi yazgılarına terk edilmişti. Türklerin, Honaz (Not 3) kentini ele geçirip yağmalaması, imparatorun bir sefere çıkmasını gerektirmişti. Romen Diyojen, Anadolu’nun Kapadokya bölgesinde görev yapmış ünlü bir komutandı. İmparator Konstantin X ölüp taht dul eşi Eudokia’ya geçince İmparatoriçe, Diyojen ile evlenerek onu saltanatına ortak etmişti. Sefere çıkan Romen Diyojen’in amacı, Türklerin ilelebet ilerlemesini engellemekti.

Bu sırada Alparslan, Halep önlerindedir. Bizans ordusunun Doğu Anadolu’ya doğru ilerlediğini öğrenince, hızla geri dönüp, olası iç ayaklanmaları önlemekle Vezir Nizamülmülk’ü görevlendirmişti.

Romen Diyojen’in Ahlat (Not 4) bölgesine yolladığı paralı askerler olan Frank ve Uz (Oğuz) askeri savaşmadan Malatya’ya doğru geri çekildiler. Alparslan’ın ilerlediğinden habersiz bulunan Romen Diyojen’in bu birliğe katılmak üzere Ahlat’a yolladığı öncü güçler Selçuklu öncü güçleriyle karşılaşınca, komutanlarından biri tutsak düşerken, öbürü yaralanmıştı. İki ordu sonunda 1071 Ağustos ayında Malazgirt Ovası’nda karşı karşıya geldi. Alparslan ovaya egemen tepeleri tutmayı başarmış, sular da denetimindeydi. Öncü savaşlarındaki başarılarına ve konum yeri üstünlüğüne karşın, Alparslan barışa istekliydi.

İki ordu karşı karşıya beklerken, bir bölüm Uzlar (Balkan Oğuzları) şefleri önderliğinde Selçuklu yanına geçerler. Yedek kuvvetlerin başında, İmparator’a düşman büyük topraklar sahibi üvey oğlu Ducas vardı. Alparslan, bozkır savaş tekniğini uyguladı. Ducas, Bizans ordusunun gerilemesi üzerine İmparator’un öldürüldüğünü ve yenildik haberini yayar. Soyluların çoğu, Ducas ile birlikte, kendi askerleriyle çekilirler, Ermeniler ilk ayrılanlardan idi. Yükseklerden bu ayrılışları izleyen Selçuklular saldırıp, İmparator’u tutsak aldı.

Malazgirt Savaşı, Türkiye’nin doğuş nedeni gibi düşünülebilir. Alpaslan’ın Bizans Anadolu’sunu fethetmek gibi bir arzusu yoktu; esir imparatoru yüksek sayılmayacak bir fidye alarak, küçük sınır değişiklikleriyle ve bağlaşık olma vaadiyle serbest bıraktı. “Rum” İmparatorluğu’nu ortadan kaldırmayı düşünmüyordu; bütün bunlara karşın Anadolu’nun fethi gerçekleşti. Bizanslar, Oğuz Türklerinin istemedikleri kadar içerilere girmelerini sağlıyor, içlerindeki çeşitli hizipler yardım karşılığında onlara belki kolaylıkla ele geçiremeyecekleri yerlerin kapısını açıyordu.

Malazgirt Zaferi, Bizans’ın gücünü kırarak Anadolu’ya Oğuz Türklerinin akınını kolaylaştırmıştı, ama kimi Türk tarihçilerinin savlarının tersine, Selçukluların Anadolu’yu fetih planı yoktur. Alparslan, Bizans ile çok yumuşak bir barış yapmış, Anadolu’da toprak isteğinde bulunmamıştı. İslam ülkesinin tek hükümdarı olmak için Bizans’ın değil, daha çok Suriye ve Mısır’ın alınması ile ilgileniyordu. Melikşah elçisi ile Bizans imparatoruna bağlaşma önermiş, Batı Anadolu ile kıyılardan Türkleri geri çekeceğini bildirmişti. Bizans, bundan Türklerin elinde bulunan Sinop’u geri almak için yararlanmış, fakat bağlaşmaya yanaşmamıştı. Bir süre sonra Melikşah, bağlaşma önerisini yenilemişti:Oğluna imparatorun kızını alacak, karşılığında İznik-Antakya arasındaki topraklar geri verilecek, Türkmenleri denetlemek ve bağımlı yapmak için Bizans’a gerekli gördüğü askeri yardımı yapacaktı.” Mektubu şöyledir:

İmparator, senin durumunu biliyorum. Tahta çıkar çıkmaz birçok tehlikelerle karşılaştınız. Latinlerle işi bitirdikten sonra size karşı İskitlerin (Peçenekler) nasıl hazırlandıklarını, Ebulkasım’ın da Süleyman ile aranızda var olan antlaşmayı bozarak nasıl Kadıköy’e kadar yağma ettiğini öğrendim. Eğer Ebulkasım’ın o bölgelerden atılmasını istiyorsan, kızını oğluma gönder. Böylece benimle bağlaşık olacak, hiçbir engel ile karşılaşmayacak ve yalnız Anadolu’da değil, İlirya’ya kadar Avrupa’da da başarıya ulaşacaksın. Bundan böyle göndereceğimiz güçler yüzünden kimse sana karşı koyamayacaktır.” (O. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 86)

Anadolu’nun Türk yurdu durumuna getirilmesini İran’da Farsça dilli devlet kuran, Büyük Selçuklular değil, otlak peşindeki Türkmen boylarından kopmuş boy kümeleri yapar. Kutalmışoğulları (Not 5), bu kendi başlarına Toroslara, Ilgazlara, Ege’ye doğru akan Türkmenlerin (Not 6) sonradan başına geçerek Türkiye Selçuk Devleti’ni kurarlar. Büyük Selçuklular, daha çok rakip bir Selçuklu devletinin kurulmasını engellemek için Anadolu işleriyle ilgilenirler, Porsuk, Bozan gibi büyük komutanları bu işle görevlendirirler.

Türkmenlerin Batı Anadolu’da genişlemesi Bizans feodallerinin desteğiyle kolaylaşır. Berkitilmiş kent ve kaleleri savaşla ele geçirme teknik ve araçlarından o yıllarda yoksun bulunan Türk savaşçıları, dirençle karşılaşmadan kentlere yerleşirler. Bizans ileri gelenleri, ülkelerini yitirebilecekleri kuşkusuna kapılmadan, Şamanist inançlarını sürdüren Türkleri savaşçılarıyla işbirliği yaparlar. Çünkü Bizans’ın Attila döneminden beri Hunlar, Uzlar (Oğuzlar), Peçenekler, Kumanlar ile uzun bir deneyimi vardır. Hıristiyanlaştırma yoluyla bu Türk topluluklarını eritmeyi, özümlemeyi başarmıştı. Türkopoli denilen Hıristiyan Türk asker, 13-14. yüzyıllarda bile, Bizans’ın önemli bir askeri gücüdür. Bizans, bu kez güneyden gelen Türk savaşçılarını öteki Türkler gibi özümleyeceğini sanır.

Anadolu’yu yeniden ele geçireceğini uman Bizans İmparatoru Aleksios Komnenos, Süleymanşah ile yaptığı 1081 antlaşmasıyla, onun Anadolu’da egemenliğini tanımakta sakınca görmez. Marmara kıyılarından Kuzey Suriye’ye değin uzanan belirsiz bir alanı ona bırakır; buralar, zaten onun elinde değildir. Bizans kaynaklarına göre imparator, vasalı saydığı Süleymanşah’ı doğuya yöneltmekle hem kendi topraklarını kurtarmayı hem de Marmara ve Boğazlar üzerindeki Türkmen baskısını azaltmayı umar.

Sonuçta başkenti İznik olan Türkiye Selçuklu Devleti’nin temelleri böylece atılmış olur. Bizans kaynakları, Süleyman’dan sultan diye söz etmeye başlarlar. Sonraki İslam kaynakları ve birçok çağdaş Türk tarihçisi, “Sultan” unvanını Melikşah ve Halife’nin verdiğini ileri sürerlerse de bu bir yakıştırmadır. Çünkü Melikşah ve Nizamülmülk, sultanlığı kimseyle paylaşmazlar. Halife, onların onayı olmadan kimseye sultanlık dağıtamaz. Öte yandan olayların akışı, Melikşah’ın Anadolu’da bir Türk sultanlığının kurulmasını hiç hoş karşılamadığını gösterir. Doğrusu Süleyman’ın orduları birkaç bin atlıyı aşmaz. Bu nedenle bir sultanlıktan çok, O. Turan’ın deyişiyle mütevazı bir uç beyliğinin kurulması söz konusudur.

Birçok Türk tarihçisine göre Anadolu’nun Türkleşmesi Malazgirt Zaferi ile başlamıştır. Bu gerçek değildir; kaldı ki, Anadolu'yu Türkleştirenler Selçuklular değil, hem Selçuklu hem de Osmanlı devletinin kuruluş çilesini çeken, ama ne yazık ki her iki hanedanın da horlanmış olduğu Türkmen/Yörüklerdir.

Günümüzde konuştuğumuz güzel Türkçeyi de Müslümanlık sonrası bugüne aktaranlar ne Selçuklular ne de Osmanlılar değil, horlanan Türkmen / Yörük analarıdır. Bunun nedeni de Arapça eğitim yapılan medreselere kızlar alınmıyordu, onlar da çocuklarına Türkçe öğretiyordu. Medreselerde Türkçe okutulmadığı gibi, Arapça sözlükler bile ezberletiliyordu.

Değerli okuyucular, sanırım Malazgirt ile Dumlupınar arasındaki ayrım anlaşılmıştır.

Esenlikler diliyorum

Notlar:

Not 1: Hadis; Arapları üç nedenden dolayı sevin: Arap olduğum için, Kuran Arapça olduğu için ve Cennet ehlinin Arapça konuştuğu için. Tebrizi. Kuran ayetleri; Yusuf: 2. Biz onu sana, aklınızı çalıştırasınız diye, Arapça bir Kur'an olarak indirdik; Rad 37. İşte biz o Kur'an'ı Arapça bir hüküm kaynağı olarak indirdik; Taha 113. Biz onu işte böyle, Arapça bir Kur'an olarak indirdik…; Suara 195. Açık-seçik Arapça bir dille indirdi; Suara 198. Biz onu Arapça konuşmayanlardan birine indirseydik de, …; Sura 7. İşte böyle! Biz sana Arapça bir Kur'an vahyettik ki, …

Not 2: Kocaeli, Bursa, Sakarya, İznik, Düzce, Yalova, Bolu, Kastamonu, Bartın ve Zonguldak

Not 3: Denizli İlinde eski adı Chonai

Not 4: Bitlis İline bağlı Van görü kıyısında

Not 5: Kutalmışoğlu Süleymanşah, Türkiye Selçuklu Devleti'nin kurucusudur. Selçuk Bey'in oğlu Arslan Yabgu'nun torunudur. Babası Kutalmış Bey'dir.

Not 6: Genel olarak Oğuzların, Kızılırmak yayının batısına yayılanlarına Yörük, doğusuna yayınlarına da Türkmen denir.

Kayna: Karadağ, Osman, Stratejinin Yazılı Kaynakları: Türkler, Farslar ve Araplar, Destek Yayınları, İstanbul, 2020

21 Temmuz 2021 Çarşamba

Uygarlık, ama ne Pahasına

 Uygarlık, ama ne Pahasına (Not 1)

[Bu yazı 21.07.2021 günü aynahaber.org'da yayınlanmıştır ]

En sonunda söyleyeceğimi baştan söyleyeyim: Eğer insanlığın gidişatı denetim altına alınmazsa uygarlığın nihai sonucu, insan soyunun gezegenimizde sona erebilir.

Bu yazıdaki aykırı görüşlere birçok kişinin karşı çıkabileceğini bekliyorum. Onlardan bir hoşgörü de beklemiyorum.

Uygarlık Nedir?

Uygarlığın doğru tanımı, kuşaklar boyunca kazıbilimci (antropolog)leri, insan bilimci (antropolog)leri ve tarihçileri uğraştırmıştır. Türk Dil Kurumu uygarlığı Bir ülkenin, bir toplumun, maddi ve manevi varlıklarının, fikir, sanat çalışmalarıyla ilgili niteliklerinin tümü olarak tanımlarken Oxford English Dictionary'e göre, “bir barbarlık durumundan çıkarmak, yaşam sanatlarını öğretmek; aydınlatmak ve arıtmak için” “uygarlaştırmak”. Uygarlığın barbarlıktan daha üstün bir durum olduğu düşüncesi, 19. yüzyılın ırksal üstünlük öğretilerinin altında yatar. Görkemli anıtlara, güçlü sanat eserlerine hayran olmak belki de doğaldır.

Bugün kazıbilimciler “uygarlık” (İngilizce civilization, Arapça, medeniyet) terimini kentleşmiş, devlet düzeyindeki toplumlar için kullanıyorlar. Bunlara kimileyin "endüstri öncesi uygarlıklar" denir, çünkü kömür gibi fosil yakıtlardan çok el emeğine dayanırlardı. Kimi bilginler, toplumların uygar olarak nitelendirilmesi için sahip olması gerektiğini düşündükleri özelliklerin uzun listelerini bile hazırlamışlardır. Bu tür listeler genellikle yazı ve metalurjiyi içerir.

Uygarlık, avcılık-toplayıcılık düzeninden Tarım Devrimi sonucunda yerleşik düzene geçişler başlamış, Kent Devrimi ve yazının icadıyla serpilmiştir. Bu görüş Avustralya doğumlu İngiliz tarihöncesi uzmanı Gordon Childe’nin görüşüdür. Tarım da zamanımızdan yaklaşık 12.000 yıl önce Güneydoğu Anadolu’da Van Gölü’nün batısında başlamış, buradan Verimli Hilal’e (Not 2) sonra da dünyanın başka bölgelerine yayılmıştır. Avcılık-toplayıcılık herkesin bu etkinliğe katılımı ile nitelendirilir. Çok istisnai durum dışında insan emeğinin başkaları tarafından sömürülmesi söz konusu değildir. Bu dönem, o zamanı yaşayan atalarımızın, bitkisel ilaçlardan astronomik gözlemlere kadar çok önemli verileri topladığı bir dönemdir. Nerdeyse herkes kendi kendine yeterli durumdadır.

Yerleşik düzene geçip, tarımcılık ve hayvan evcilleştirilesi başlayınca, diğer bir deyişle uygarlaşma başlayınca sorunlar da başlamış. Atalarımız ilk virüs hastalıklarını hayvanlardan almaya (günümüzdeki son örneği Corona) başladı. Bütün kötülüklerin anası özel mülkiyet de başladı. Sonra başta yöneticiler ve din adamları gıda üretimine katılmadıkları için bu tarımcı-çoban atalarımızın emeğini gasp etmeye başladı, bugün bunun adına vergi diyoruz.

Yöneticilerin icat ettiği en etkin yönetim aracı din oldu, hiçbir din de tek bir kişi tarafından oluşturulmadı. Yönetici-egemen ailelerin işbirliğinde son biçimini aldı. Böyle olduğu için her dönemde yönetici – din adamı işbirliği hep sürdü. Günümüzde de bu böyledir. Özel mülkiyeti koruma, yeni bölgelere el koyma yarışında olan yöneticiler koca koca ordular oluşturmaya başladı, din adamları da onlara gerekli Tanrısal meşruiyeti sağladı. Bunun için zigguratlar, piramitler, tümülüsler, akropoller, çok büyük tapınaklar, saraylar megaloman firavunlar, hükümdarlar, krallar ve imparatorlar tarafından ben daha büyüğünü yaparım anlayışı içinde yapıldı.

Lidya Kralı Alyattes (ünlü kral Kroisos’un babası)’in mezar anıtı için Hedotos, Tarihi I.93’de bakın ne diyor: “Mısır ve Babil’deki anıtlar bir yana, öyle bir anıt vardır ki, bilinen bütün öbürlerini aşar. Bu, Kroisos’un babası Alyattes’in mezarıdır, etekleri büyük taşlarla örülmüş bir toprak yığınıdır. Küçük esnafın, el işçilerinin ve aşk satıcısı küçük kızların topladıkları paralarla yükseltilmiş bu anıt. … üzerlerine kazılı olan yazıtlarda, buna katılan her meslek dalının ne kadar verdiği yazılıydı, bu rakamlara göre en çoğunu bu küçük kızcağızlar vermiş oluyorlardı.”

Dünyanın yedi harikasından biri olan Babil'in Asma Bahçeleri, Babil Kralı Nebukadnezar II tarafından, ülkesinin yeşil tepelerini ve vadilerini özleyen eşi Kraliçe Amytis’i mutlu etmek için yapılmıştır. Bir kişiyi mutlu etmek için!

Bu anıtların yapımı milyonlarca insanın canına mal olmuştur. MÖ 3. yüzyılda yapımına başlanan Çin Seddi’nde 1,5 milyon köylünün öldüğü tahmin ediliyor. Mısır piramitlerinin yapımında ne kadar insanın öldüğü ya da öldürüldüğü bilinmiyor.

Roma Colesseum’u için bir tarihçi şöyle diyordu: Colosseum, Roma uygarlığının simgesidir. Bilinen sözdür: "Colosseum yıkılırsa Roma, Roma yıkılırsa dünya yıkılır." Koca bir imparatorluğu bir anıtla özdeşleştirmenin çok saçma bir düşünce olduğunu düşünüyorum.

Amerika’da St. Louis kentinde Mississipi Irmağı doğu kıyısında tepesi yukarda, bacakları yerde, yüksekliği 85 metre olan yarım elips biçiminde Arc denilen bir anıt var. Ben de anıtın tepesine çıkmıştım, Amerikalıların batıya ilerleyişini simgeliyor. Rehberin anlattığına gör yapım sırasında 67 insan ölmüştü, acaba değer miydi.

Katolik Kilisesi, büyük katedraller yapmak için Avrupa köylülerini sömürüyordu. Öyle ki kimileyin köylünün ürün üzerinden merkezi yönetim, yerel yönetim ve kiliseye ödediği toplam vergi yükü % 85’lere çıkıyordu. Avrupa’da 16. yüzyıldaki köylü isyanlarının ve reform hareketlerinin bir nedeni de bu. Alman yönetici prenslerinin desteğini alan reformcu Martih Luther başarılı oldu. İşin ilginç yanı aynı dönemde görkeminin doruğunda olan Osmanlı yönetimi bu reformları desteklerken kendi içinde hiçbir şey yapmıyordu. Oysa o zaman İslam dünyasında benzeri reformları gerçekleştirebilecek güçteki tek önder Kanuni Süleyman idi (Not 3). Kanuni Süleyman’dan önce İslam’da bir reformu başlatabilecek güçte bir başka önder Büyük Selçuklu hükümdarı Tuğrul idi; çürümüş olan Abbasi Halifeliği üzerine politik olarak geçince onun da aklına böyle bir reform gelmedi.

Kanuni Süleyman, Süleymaniye’yi kendi cebinden (her ne kadar mesleği kuyumcu idiyse de mücevherleri gözdeleri için yapıyordu) yapmadı, köylünün ve ele geçirdiği yerlerin halklarının birikimlerini kullanarak yaptı. 17. Yüzyılda İstanbul’u gezen bir Avrupalı yazar aşağı yukarı şu anlamda yazıyordu: Üst tabaka dışında Türkler kümes gibi evlerde yaşıyor, ama görkemli camilerde ibadet yapıyor.

Fransa kralı Louis XIV’ün 18. yüzyıl sonlarında Paris yakınlarında yaptırdığı görkemli Versailles Sarayı benzerleri Avrupa’da yayıldı. Bir tarihçi kral için şöyle diyordu: … kendi tasarlayıp yaptığı Versailles sarayı yalnızca gösterişin bir parçası değildi. Soyluları, kralın ve devletin hizmetine bağlıyordu. Görkemli kraliyet baloları, baleleri, konserleri, oyunları ve av şölenleri, Büyük Parktaki ziyafet ve havai fişekler, “bunların hepsi önde gelen uyruğunun itaatini pekiştirmeye ve bir ulusal cemaat duygusu yaratmaya hizmet ediyordu”. Yine bir tarihçinin anlatmasına göre yalnız onun ünlü çeşmelerine su sağlamak amacıyla, üç yıl boyunca 22.000 asker ve 8.000 duvarcı çalıştı. Bu çalışmalar 10.000 insanın yaşamına mal oldu ve bitirilmeden de terkedildi işler.

Louis XIV’ün başlattığı israfçı uygulama kervanına yaklaşık 250 yıl sonra Türkiye’de, bir düzineyi aşan özel uçak ve ülkenin birçok yerinde saraylar yapımıyla İslamcı-Milliyetçi koalisyonu (sorumluluktan kaçınacağını sanan mhp, politik bir görev almadan önemli bürokrasi konumlarını ele geçirmekle hükümetin uygulamalarına ortak olmuştur, bundan kaçınması söz konusu değildir.) katılmıştır.

Bugün huşu içinde seyredilen bu anıtlar insan sömürüsü üzerine, insanın canı ve malı pahasına yapılmıştı. Bu nedenle bu anıtlardan, onların yapımında eziyet çeken, sömürülen, yaşamını yitiren insanlar adına utanç duyuyorum. İnsanlığın uygarlık mirası diye bunların korunması için hala büyük kaynakların ayrılmasını da, turizmciler kızmasın, çok anlamsız bir çaba olarak görüyorum.

Şimdi eskinin hanedanları devasa anıtlar yapımında can kayıplarının Napoleon, Hitler ve Stalin’de ne farkı var ki. Napoleon savaşlarında 1,5 milyon, yarışmacı sanayi ülkelerinin neden olduğu Birinci Dünya Savaşı’nda 20 milyon, Hitler’in yol açtığı İkinci Dünya Savaşı’nda 50 milyon can kaybı oldu.

Megaloman yöneticilerin kaprisli yarışları yüzünden sözde anıt yapımları sırasında acı çeken, yaşamını yitiren insanlar adına utanç duyuyorum.

Kapitalizm ve Sanayi Devrimi

Avrupa 15. yüzyılda başlayan Kuzey ve Güney Amerika kıtaları ile Afrika’nın sömürülmesi ile yükselişe geçti. Bolivya’daki gümüş madenleri, Avrupalıları zengin ederken, o madenlerde çalışan yerlilerin soy kırımına neden oluyordu. 18. yüzyılda özellikle İngiltere, adına üçgen ticareti denilen bir yöntemle hem Afrika’yı hem de Karayipleri sömürdü, sanayi devrimi için sermaye biriktirdi. İngiltere’nin üretilmiş mamullerini (başta silah) gemilerle Afrika’ya taşıyıp, o malları orada yerli işbirlikçilerine satıp, yine bu işbirlikçilerinden köle satın alıp, aynı gemilerle Karayiplere gidip, köleleri oradaki şeker ile takas yaptıktan sonra kalktığı limana geri dönüyordu. Bu yolla, milyonlarca Afrikalı yurtlarında edilip köle durumuna getiriliyor, çok ilkel koşullarda yaşatılıyordu.

Sanayi Devrimi ile eskinin kral hanedanlıkları ve aristokratik ailelerin yerini ticaret ve sanayi ile zenginleşmiş büyük aileler alınca eskinin büyük anıtlar yapma dönemi de sona erdi. Çünkü kapitalizm için öyle şeylerin bir anlamı yoktu, onların kutsalı para idi. Öyle olduğu için bu aileler de eskinin hanedanları ve aristokratik aileleri gibi bir yarışa, ama bu sefer daha çok kazanma yarışına girdiler. Aşırı tüketimi hızlandırdılar. İnsanlığın bugün yaşadığı temel sorun aşırı tüketim ve ondan kaynaklanan diğer sorunlardır.

Tüketimi hızlandıran, çevreyi yaşanmaz duruma getiren birkaç icattan biri beton ve asfalt yollardır. Daracık bir alana gökdelenler yapılması, alış veriş merkezleri kurulması kentleri yaşanmaz duruma getirmiştir. Özellikle bizim ülkemizde köyden çekilenler bir yandan kırsal alanda tarım ve hayvancılığı yok ederken öte yandan kentleri de mega-köy durumuna getirmiştir. Bir diğer icat yaşamı kolaylaştırdığı savunulan naylondur, kendi ülkemizdeki insanların plastik poşet ve şişeleri ile her yeri, ama her yeri kirletmeleri yetmez gibi birkaç dolar döviz için başkalarının da atıklarını alıyoruz. Diğer icatlardan yapay gübre, tarımsal ilaçlar, GDO, vb. saymıyorum bile.

En başta söylediğimi yineliyorum: Eğer insanlığın gidişatı denetim altına alınmazsa uygarlığın nihai sonucu, insan soyunun gezegenimizde sona erebilir.

Dilerim öyle olmaz.

Not 1: Bu konuyu, gelecek yıl tamamlayabileceğim Stratejinin Yazılı Kaynaklar: Avrupalılar içinde daha ayrıntılı işleyeceğim. Şimdilik burada genel bir özet vermekle yetiniyorum

Not 2: Verimli Hilal, tabanı Doğu Toroslara dayılı sol bacağı Fırat ve Dicle vadileri üzerinden Basra körfezine, sağ bacağı da Doğu Akdeniz üzerinden Nil Vadisine kadar uzanan bölge olarak tanımlanır.

Not 3: Bırakın reform yapmayı Osmanlı dönemini en bağnaz (deyiş Halil İnalcık’ındır) şeyhülislamının özendirmesi sonucu 1530’lu yıllarda çıkardığı fermanla her köye bir cami ve bir imam ile bugün yaşadığımız dini sorunların temelini attı. Görkemli mabet yapımları diğer dinler için de geçerliydi.

23 Haziran 2021 Çarşamba

Türkiye-Batı (ABD, AB) İlişkileri Üzerine Kısa Bir Değerlendirme

Değerli okurlar, Türkiye’de iktidarın son 18 yıl içinde sürekli değişen dış politikalarının geldiği son aşama üzerine kısa da olsa bir değerlendirme yapmanın yararlı olacağını düşünüyorum.

Türkiye-Batı ilişkilerini etkileyen sayısız etmenlere burada değinmemiz olanak dışıdır. Bu konuda bir şeyler yazanlar konuya, birikimi ve ideolojik görüşleri doğrultusunda yaklaşarak sunduğu görüşleri destekleyecek kanıtlar bulmaya çalışır.

Son gelişmelere bakıldığında Batı, Türkiye’ye iki şey söylüyor: 1. Bağlaşık ve/veya kaynak bulmak için Güneye (Araplar), Doğuya (İran, Çin), Kuzeye (Rusya) boşuna bakıyorsunuz. 2. Sizin gücünüz, yalnızca size verdiklerimiz kadardır.

İlk konuyu halen üzerinde çalıştığım Stratejinin Yazılı Kaynakları: Avrupalılar içinde işlemeyi tasarlıyorum. Ancak bu aşamada bir şeyler söylemeliyim.

Birçok Batı tarihçisi Türk tarihini, Türk tarihçilerinden çok daha iyi biliyor. Objektif olmayan özellikle Milliyetçi ve Siyasi İslamcı kesimden gelen tarihçiler Arap ve Fars tarihçilerinin safsatalarıyla Türk tarihine bağnaz bir bakış açısıyla bakarlar. Bunlardan Milliyetçilerin bir bölümünün yaklaşımı “Tanrı Dağı kadar Türk, Hıra Dağı kadar Müslümanım” derken diğer bir bölümü de “Hıra Dağı kadar Müslüman, Tanrı Dağı kadar Türküm” der (Not 1). Milliyetçilerin Türk tarihine böyle bakmaları Türk kimliğinin göz ardı edilmesi açısından yadırgatıcıdır. Eğer görüşlerinde bir tutarlılık olsaydı, Hazar Denizi’nin kuzeyinden batıya ilerleyen ve İslam dışında başka dinleri seçen Türk boyları (örneğin Gagavuzlar) ile de ilgilenirlerdi.

İşte Batı tarihçileri ve devlet adamları, Türklerin, Çin’in kuzeyinden başlayıp, hiç geriye dönmeden, Avrupa’da noktalanan görkemli yürüyüşünü (Not 2) çok daha doğru inceliyorlar. Batılıların onbirinci yüzyılda Haçlı Seferleriyle başlayan Türkleri geriye gönderme girişimleri, Türk Kurtuluş Savaşı ile noktalandığını da çok iyi biliyorlar. Dolayısıyla Türklerin yeri ne Güney ne Doğu ne de Kuzey’dir, Türklerin yeri Batı’dır. Bunun hem Batı hem de Türkler, en azından Milliyetçi ve Siyasal İslamcıların bir bölümü dışında, Türk halkı ve seçkinleri için birçok yararı vardır.

Batı için Türkiye, köktencilere karşı bir kalkan ve yoksul İslam ülkelerinden gönençli ülkelere (özellikle Batı Avrupa) göç akışının önemli bir istasyonudur. Deyiş yerinde ise işlerine yarayacakları alıp, diğerlerini tuttukları bir insan deposudur. Köktencilere kalkan olma Türkiye’nin iç güvenliğini çok olumsuz etkilerken, göçmen istasyonluğu da Türkiye için maddi yük olmanın yanında toplumsal sorunlara, kültür yozlaşmalarına da neden oluyor.

Ayrıca Türkiye, Avrupa’nın düşük gelirli kesiminin tatil yeridir. Yaygın salgın nedeniyle son bir buçuk yıldır bunalmış olan bu kesimin rahat tatil yapabilmeleri için Türkiye’ye BioNTech aşısı sağlamanın bir AB girişimi olduğunu değerlendiriyorum. En önemlisi de NATO aracılığı ile Avrupa’nın ilerden savunulmasında Türklerin jandarma görevi vardır. Türk halkı için ise Batı’nın en önemli yönü Cumhuriyet kazanımlarının sürdürülmesidir.

Milliyetçi ve Siyasal İslamcılar, bazı özel çıkarlar dışında ne Avrupa ile ne de orada yaşayan Türklerle pek de ilgili değillerdir. Avrupa’ya yayılan Türklerle ilişkileri de onların kaynaklarının Türkiye’ye aktarılmasıyla sınırlıdır.

Bu kısa açıklamadan sonra imdi de ikinci konuya (sizin gücünüz, yalnızca size verdiklerimiz kadardır) değinmek istiyorum.

Değerli okurlar, başkalarının tasarlayıp geliştirdiği teknolojiyi alarak, başkalarının ürettiği iş makinelerini kullanarak, yine başkalarından aldığınız borçla yüksek binalar, otoyollar, köprüler, tüneller, havaalanları yapmanız ne bir gelişmedir ne de kalkınmadır. Unutmayalım, Osmanlı aldığı borçların faizini bile daha otuz yıl geçmeden ödeyemeyecek duruma gelmiş, Abdülhamit II zamanında iflas etmişti.

Türkiye’nin 2021 yılında Dünya ekonomisi içindeki ağırlığı yüzde birin altında (% 0,08), sıralaması da yirminci en büyük ekonomidir. Yıllardır, en büyük ekonomi olma düşünü yaratanlar anlaşılır gibi değildir. Daha önce çalıştığım bir şirkette mühendis kökenli bir yönetici ağabeyim, şirketteki yöneticiler için “Bunlar sayı saymasını bilmiyorlar” demişti. Yine Türkiye’nin Araştırma ve Geliştirmeye (Ar-Ge) ayırdığı pay gayri safi yurtiçi gelirinin yalnızca yüzde biridir (% 1), Batı ülkelerinde bu rakamın ortalaması % 2’nin üstünde bulunuyor.

Türkiye aldığı borçları ve kendi kaynaklarını çok verimsiz alanlarda kullanıyor. Böyle olunca Batı ülkeleri ile olan gelişme açıklığının kapatılması şöyle dursun gittikçe daha da açılıyor.

Bugün Türkiye’de kullanılan uygarlık araçlarının geliştirilmesinde ne yazık ki, Türk insanı teri ya hiç yok ya da ihmal edilebilir düzeydedir.

Ar-Ge harcamalarının düşüklüğü yanında teknoloji geliştirmenin en önemli ayağı olan üniversiteler, birkaçı dışında, “yüksek lise” düzeyindedir. Dolayısıyla sahip olmadığınız teknoloji ile üreteceğiniz savunma araçları kilit malzeme ve tasarım açısından dışa bağımlı olmayı sürdürecek.

Sonuç olarak Batı bunu çok iyi bildiği için Türk imalat sanayii ancak onların verdikleri teknoloji ile sürdürülebilir.

Bu dar boğazdan çıkmak için yapılması gereken çok şey varsa da öncelikle üniversitelerin gerçek görevi olan bilimsel araştırmalara yönelmesi gerekir; sayısal olarak az ama öz üniversite olmalı. Bir diğer önemli alan da yalnızca rant üzerine tasarlanmış tüm projelerin olduğu gibi iptal edilmesi. Batı’da, İsrail ve Japonya’da etkin olmadığı için iptal edilmiş yüzlerce proje örnekleri var. Ayrıca, Türkiye’nin ilerlemesi ve kalkınmasına hiçbir katkısı olmayan hizmetlerin yükünün tüm vergi yükümlülerine değil, yalnızca bu hizmetlerden yararlanan kesimlere yerel temelde aktarılması ile önemli bir kaynak tasarrufu sağlanabilir. Örneğin, dini eğitim alan öğrenciler arasında bile deist, dahası ateist kişilerin bulunduğu Türkiye’de nüfusun % 99’nun Müslüman olduğu artık gerçek değil. Yalnızca belirli mezheplere yönelik dini hizmetlerin yükünün tüm vergi verenlere yüklenmesi adil değildir.

Not 1: Engin, Aydın, Hira Dağı kadar… Tanrı Dağı kadar…, Cumhuriyet gazetesi, 18 Mart 2018

Not 2: Karadağ, Osman, Stratejinin Yazılı Kaynakları: Türkler, farslar ve Araplar, Destek Yayınları, 8 Ekim 2020. (Türkler Bölümü)

31 Mayıs 2021 Pazartesi

“Birileri” Neden Vergi Ödemez?

Vergi, örgütlenmiş toplumlarda bireylerin toplumsal düzenin sağlanması karşılığında egemen otoriteye yaptığı ödemedir. Başlangıçta ayni (yani mal olarak) ödenirken paranın bir değişim aracı olması üzerine parasal olarak ödenmeye başlamış.

Toplumsal düzen iç karışıklıklara ve dış saldırılara karşı sağlanır; ilki için iç güvenlik, ikincisi için de silahlı kuvvetler oluşturulur. Bireylerin ödediği vergilerin çoğu da bu iki kuruma gider. Elbette zaman içinde devlet kavramı geliştikçe, devletin işlevleri de artmış, bununla bağlantılı olarak bireylerin de ödediği vergi çeşit ve miktarı artmıştır. Yine zamanla devletin sosyal niteliği artınca bu sefer vergi bir yerde toplumsal eşitsizliği gidermede bir araç da olmuştur.

Örgütlü bir toplum içinde yaşayan tüm bireyler devletin sunduğu savunma ve sosyal devlet hizmetlerinde değişen ölçülerde de olsa yararlandığına göre niçin “birileri” vergi ödemez? Bu sorunun yanıtı İslam’da yatar.

İslamiyet’in başlangıcında Araplar yayılırken, A. Toynbee’nin Tarih Bilinci adlı çalışmasında da vurguladığı üzere ‘Arap olmayanların Müslüman olmasını pek istemiyorlardı. Egemenlik altına aldıkları halklar, az vergi veren dindaşlar olarak değil, çok vergi ödeyen gayrimüslimler olarak daha değerliydi onlar için.

İslamiyet’in bütçesi zekat, sadaka, kurban, adak, kefaretler, köle-cariye, fidye, haraç, cizye, talan, ganimet, ticaret, helal kazanç denen çalışma vb. şeylerden oluşuyordu. Cizye, Müslüman olmayanların (zimmi) yenilmeleri durumunda inançlarında özgür kalabilmeleri için ödemekle yükümlü oldukları kelle vergisidir. İslam yöneticilerince belirlenir. Bir ayete (*)göre Müslümanlar her an için gayrimüslimlere saldırabilirler. Dolayısıyla, bu gibi yaptırımlarla inanç özgürlüğüne kısıtlama getirilir. Bunun sonucunda da böylesi uygulama ile karşılaşan insanlar ya dinlerinden vazgeçerler ya da bu kelle vergisini öderler.

İslam tarihinde bazı anlarda, gayrimüslimler İslamiyet’i kabul edip toplu olarak İslam’a girdiğinde, İslam yöneticilerinin buna şiddetle karşı çıktıkları görülür. Çünkü bunların İslam’a girmesiyle bütçede çok belirgin bir azalma oluyordu. Örneğin; Halife Ömer zamanında Irak ele geçirildiğinde, ilk yıllarda bunlardan toplanan vergi 124 milyon dirhem iken, daha sonra bu miktar, Emeviler zamanında 188 milyon dirheme yükselir. Fakat zaman içinde gayrimüslimlerin İslamiyet kabul etmeleriyle bu vergiler azalır. Örneğin; Irak halkının İslam’a girmesi sonucu Halife Abdülmelik zamanında (685-705) bu cizye vergisi 40 milyon dirheme düşünce halife toplu olarak İslam’a girmeyi engeller.

Şimdi iki kavrama daha değinelim: darülislam, darülharp. Kuran’da toplanmış öğretileri kabul edenler (darülislam - İslam Dünyası), bunları kabul etmedikleri için savaşılması gereken diğerleri (darülharb - Gayrımüslimlerin Dünyası ya da Savaş Dünyası).

Dünya İslamiyet’in egemen olduğu (darülislam), egemen olmadığı yerler (darülharb) diye ikiye ayrılıyordu. Bu ikisi arasında şu ya da bu tarzda bir savaş sürüyordu. Bu savaş cihat olarak yıllar alabildiği gibi, uzun süreler için askıya alınabiliyordu. Örneğin, Selim I, İran seferi ve Anadolu'da Türkmen kırımına hazırlık için ulemayı karşı propaganda ile görevlendirmişti. Sonradan Şeyhülislam olacak Kemalpaşazade bir broşür yazarak ‘Şiilerin mallarının helal, nikahlarının hükümsüz, öldürülmelerinin caiz olduğunu’ belirtmişti.

Özetle İslam hukukuna göre darülislam dışındaki yerlerde yaşayanların can ve malları helal oluyordu.

Bir konuya daha değinmeliyim: Bağış. Daha önce şirketler vakıf ve derneklere yaptıkları bağışın çok az miktarını (%5-10 gibi) vergi matrahından düşebiliyorlardı. 2003 ve 2004 yıllarında yapılan değişikliklerle bu indirim tutarı %100’lere kadar çıkabiliyor. Örneğin, 3294 sayılı Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Kanunu'nun 9. maddesinde; ‘…..Fona ve Vakfa bağış ve yardımlar her türlü vergi, resim ve harçtan muaftır. Bu bağış ve yardımlar Kurumlar ve Gelir Vergisi matrahından indirilebilir.’

Bir vakfın kamu yararına olduğu kararını Bakanlar Kurulu belirliyor. Bu vakıflar genelde İslami ağırlıklı vakıflar oluyor.

Şimdi yukarda yapılan açıklamalar ışığında devlete vergi ödemeyen ‘birileri’nin kimler olabileceği çok açık oluyor. Bunlar laik Türkiye Cumhuriyetini darülharp olarak görenlerdir. Devlete vergi verme yerine kendi inançları doğrultusunda etkinlikte bulunan vakıflara bağış yapanlardır. Böylece, toplumun vergi veren kesiminden elde edilen kaynaklar hiçbir üretici etkinliği olmayan vakıflar yoluyla bunu hak etmeyen belirli kesimlere transfer oluyor.

* Tevbe Suresi'nin 29. ayetinde aynen şunlar anlatılır: Kendilerine kitap verilenlerden Allah’a ve ahiret gününe inanmayan, Allah'ın ve peygamberinin haram ettiği şeyleri haram tanımayan, hak dini (kendine) din olarak kabul etmeyen kimselerle, onlar zelil ve hakir olarak kendi elleriyle cizye verecekleri zamana kadar savaşın. (Tekin, Arif, Kuran’ın Kökeni, Turan Dursun Araştırma-İnceleme Ödülü, Berfin Yayınları, 1999, s. 221)

Kaynak: (1) Karadağ, Osman, Stratejinin Yazılı Kaynakları: Türkler, Farslar ve Araplar, Destek Yayınları, 2020. (2) 3294 sayılı Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Kanunu

6 Mayıs 2021 Perşembe

Türkçe Üzerine

Dil, bir ulusun kültürünün en önemli öğesidir. Dünyanın en mükemmel dillerinden biri olan Türkçe, ne yazık ki, Türklerin zorla Müslümanlaştırılması üzerine Arapçanın etkisine girmeye zorlanmıştır.

Önce Türkçe kişi adları Arap adlarına çevrilmiştir. Bu adların ne anlama geldiğini bilmeden bu olmuştur. Örneğin, babamın bana verdiği "Osman" adı yılan yavrusu demektir.
Dünyanın birçok halkı ibadetini kendi dilinde yaparken Türkler, Arapça ibadet etmeye zorlanmıştır. Atatürk, Arapça ve Türkçe dillerini en iyi bilebilen biri olarak gördüğü ozan Mehmet Akif’ten Kuran’ı Türkçeye çevirmesi dileğinde bulununca o da dönemin Arap düşünürlerinin en ünlüsü sayılan Muhammed Raşid Riza ile görüşür . M. Akif’e, Türklerin Kuran'ı Türkçeye çevirme girişimlerinin dinsizlik olduğunu söyleyen bu kişi Picktall adlı birinin, İngilizceye çevrilmesine destek olmuştu. Gerekçe olarak da İmam Hanife'nin buna izin vermiş olduğunu söylemişti. M. Akif’in bu gerçekleri bilmemesi ya da bilmezlikten gelmesi acınası bir durumdur.
Anlamını bilmediği bir dilde ibadet edenler, bağnaz kişilerin kolayca oyuncağı durumuna düşer. Bunun örneklerini, hele son yıllarda yaşıyoruz.
Özellikle vurgulamak istiyorum, dil kültürün en önemli öğesidir, ona sahip çıkmak ETNİK BİR BAĞNAZLIK DEĞİLDİR; kendisini Türk olarak gören her bireyin DİL'İNE özen göstermesi ulusal bir görevdir.
Lütfen, Türkçeyi doğru ve duru olarak kullanmaya özen gösterelim.
Kaynak: Karadağ, Osman, Stratejinin Yazılı Kaynakları: Türkler, Farslar ve Araplar, Destek Yayınları, 2020

29 Nisan 2021 Perşembe

Tarihi Açıdan Önderlik Kavramı

 Giriş

Liderliğin anahtarı hayal etmek, başarının anahtarı hayalleri gerçekleştirmektir. (Anonim)

Önderlik (liderlik), ne yazık ki, içi boşaltılmış kavramlardan biri durumuna getirilmiştir. Parti lideri, takım lideri, lig lideri, vb.. Oysa lider (ben önder diyeceğim), zoru başaran, ilki gerçekleştiren, çoklarının cesaret edemediği girişimlerde bulunan, kitleleri kendi belirlediği amaçlar doğrultusunda yönlendirebilen biridir.

Uygarlık verilerini Doğu’nun başlattığı insanlığın yaklaşık 5000 yıllık yazılı tarihinin son 250 yılına egemen olan Batı, geçmişini temelde birer Akdeniz uygarlığı olan Eski Yunan, Roma uygarlıkları ile Hristiyanlık mirası üzerine oturtur, yazılı geçmişini de 2500 yıl daha geriye götürür. Böylece olunca da insanlık tarihine yön veren düşün, bilim, devlet, askeri, din, vb. önderlerini de buna göre yorumlar. Ülkemizde de genelde birçok alanda olduğu gibi önderlik alanında Batı kaynakları kullanıldığından Doğu örnekleri genelde işin uzmanları ile sınırlı kalır[1].

Önderler, toplumlarının tarihi gelişiminde onlara makas değiştirtebilen üstün yetenekli kişilerdir. Türk tarihinde tarihi bir kişilik olarak ilk büyük önder Mete’dir. Kendi şefleri yönetiminde dağınık olarak yaşayan boyları bir araya getirerek, onları başkalarının avı olmaktan kurtarmış; ilk defa MÖ 210 yıllarında Büyük Hun Birliğini kurmuştur. Bir benzerini Bumin 552 yılında gerçekleştirir. Bundan yaklaşık 450 yıl sonra Selçuk Bey, eski dinini değiştirerek Türklerin Önasya’da konumlanmasını sağlar. 1919 yılında Mustafa Kemal, tarihten çekilmiş bir imparatorluk küllerinden çağdaş bir devlet kurar Türk insanını uygarlık limanına demirler.

Önder, bir insan kitlesinin gücünü kendi belirleyeceği bir amaca yönlendirme becerisi olan biridir. Yönetici ise belirlenmiş bir amaç uğrunda insan ve diğer kaynakları etkin kullanan biridir.

Önderi, önder yapan olmazsa olmaz nitelikler nedir?

Öncelikle, geleceğini tasarlayacağı toplumu, içinde etkinlikte bulunacağı coğrafyayı, yararlanabileceği yöntem ve araçlar üzerine bilgi sahibi ya da bunlar konusunda kendisine yardımcı olabilecek nitelikli danışmanları olması gerekir. İkincisi, geleceğe taşıyacağı topluma, onların peşinden sürükleyebileceği bir amaç oluşturma becerisi olmalıdır. Buna vizyon oluşturma da denir. Üçüncüsü insan becerilerini ve yararlanabileceği kaynakları örgütleyebilme becerisi olmalıdır. Dördüncüsü gereksinim duyacağı, ancak elinde bulunmayan kaynakları elde edebilme becerisi olmalıdır. Beşincisi girişimini uygulama aşamasında, gerekli her alanın her birinde becerisi olan güvenebileceği yöneticileri olmalıdır. Önderler, peşlerinden sürükleyecekleri insan kitlelerinin gereksinimlerini[2] iyi tahlil edip, ona göre amaç belirlerler. İnsan kitlelerinin öncelikli gereksinimlerini karşılayabilen önderler başarılı olurlar. Tarih bunun örnekleri ile doludur.

Yazılı tarihte bazı önderlik örnekleri

İnsanların avcılık ve toplayıcılık dönemlerinde başladığı sanılan önderlik ve yöneticilik etkinlikleri, yerleşik düzene geçip toplumsal sınıfların ortaya çıkmasıyla belirginleşmeye başlamıştır. Bu da tarihsel olarak ilkin yönetim kavramlarının yazıya geçirildiği Sümerlilerde ortaya çıkmıştır. Sümer Kent devletleri arasında, sınır anlaşmazlıklarından kaynaklanan savaşımlar başlayıp, giderek şiddetlenip sertleştikçe ve Sümer’in doğusuyla batısındaki göçebe ve istilacı halkların baskısı arttıkça, askeri önderlik[3] zorunlu bir gereksinim durumuna geldi ve hükümdar ya da Sümer adıyla büyük adam üstün bir yer işgal etmeye başladı. Hükümdarlar, başlıca saldırı silahı savaş arabası olan ve birbirlerine sıkıca sokularak saldırıya geçen ağır zırhlı piyadeleriyle düzenli ordular kurmak zorunda kaldılar. Sümerlilerin bu göçebe savaşçılara karşı zaferleri ve kent devletlerinin diğer kentleri fetihleri, büyük ölçüde askeri silahlar, taktikler, örgütlenme ve önderlikteki üstünlüğünden kaynaklanıyordu. Uygarlık verilerinin birçoğunu başlatan Sümerlilerden biri de yazılı tarihte bilinen ilk reform uygulayıcısı önder Urukagina’dır.

Yazılı tarihin başlangıcından bu yana insanların yaşamlarını belirli bir düzen içinde sürdürme çabalarının yazılı ilk örneklerini Sümerler göstermiştir. Toplumsal hayatı yaşanabilir duruma getirmek için ilk düzenlemeleri yapan, bunu uygulayan ve tarihte ilk reformcu olarak bilinen hükümdar Urukagina yaklaşık 2350’li yıllarında yaşamıştır. Demokrat ve hürriyet sever bir önder olarak görülür. Kendinden önceki yöneticiler zamanında olan yolsuzlukları, halkın huzursuzluğunu ve hoşnutsuzluğunu ortadan kaldırmak için bozuk yönetimi düzeltmeye çalıştı. Rahiplerin ve memurların hareket ve icraatlarını denetim altına alarak, ihmal edilen töre ve yasaları yeniden yerleştirerek, yeni hükümlerle yasalarında bu durumu düzeltmeye çalışmıştır. Böylece, kendisinden yüzıllarca sonra tarihte ilk yasa koyucu olarak ünlü olan Babil Hükümdarı Hammurabi’den önce, ilk hukuki esasları kurmuştur. Tarla sürenin, hayvan sağanındır, da günümüzün bir sloganı değil, zamanımızdan yaklaşık 4400 yıl önce yasalara girmiş bir kuralı da o gerçekleştirmiştir. Ayrıca onun reformları günümüz dünyasında insan hakları kavramına ve hükümetin gücünü sınırlamaya doğru atılan en önemli ilk adım olarak anılır.

III. Ur devletinin ilk kralı Ur-Nammu (MÖ 2112 - 1095)’nun yasası, Mezopotamya’da kentler arası ticaretin gelişmesi, ticarette para işlevi gören maden ölçülerinin değişim aracı olarak kullanılmasına yol açmış ve kent devletleri arasındaki dış ticaret büyük ölçüde gümüş ayar hesaplarıyla sürdürülmüştür. Onun yasası, insanlığın toplumsal ve tinsel gelişmesi bakımından özel bir önem taşır. Çünkü bunlar, daha 2000’den önce bile göze göz, dişe diş yasa anlayışından uzak, bunun yerine para cezasının uygulandığı ve bu nedenle daha insancıl bir yaklaşım gösterir. Kendisine ait bir stelde yaptığı yasaları anlatırken, fiyat olarak kullanılan gümüş ve diğer metaların miktarını ölçmek için ilk ölçü değerleri olan mina’yı, şekel’i, sıla’yı birbirine göre ayarladığını bildirir.

Hititleri çağının süper gücü yapan Şuppiluliuma I (MÖ 1370 - 1340) kardeşkanına bulanmış bir tahta oturmuştur. Onun babası zamanında Hitit devleti komşularına karşı bile kendini savunamayacak bir duruma düşmüştü. Onun döneminde[4] ilk kez uluslararasılık kavramı ve Büyük Devlet ve Küçük Devlet kavramları ortaya çıkmıştır. Krallığının ilk yıllarında Anadolu odaklı bir politika oluşturmuştu. Kendisi diplomatik yollarla, Yukarı Kızılırmak’tan, Fırat’a kadar bir sınır hattı oluşturulabilmişti. Bu hattın gerisinde de hanedan evlilikleri yoluyla tampon bölgeler oluşturmuştu. Kendisi, yetenekli bir komutan olduğu kadar mükemmel bir diplomattır da. Ele geçirdiği kent devletlerinin krallarını Hititli prensesler ile evlendirerek bunları bağlı krallık durumuna getirmeyi başarmıştır. Bir yandan akrabalık kurarak egemenlik alanını genişletirken diğer yandan da oğullarını ve yakın akrabalarını ele geçirdiği ülkelere atamış ve bunlarla bağlılık antlaşmaları yapmıştır.

Başarıları, onun olağanüstü askeri yeteneğinin sonucuydu ama dikkatli bir bağlaşma ve diplomasi politikası da bu sonuçların elde edilip korunmasında önemli bir etken olmuştur. Hitit tarihinin en önemli komutanı ve en başarılı devlet adamı olan Şuppiluliuma’nın uzun süren idaresi boyunca oluşturduğu Büyük Krallık, Babil ve Mısır’la güçtedir ve o çağdaki uygarlık dünyasını bu üç devlet paylaşır.

Qin Beyliği İlkbahar Sonbahar döneminde kurulmuştu. MÖ 238-210 yılları arasında hüküm süren Qin İmparatoru Qin Shih huang-ti[5]Çin’de politik birliği sağlayan bir önderdir; Çin'i silahlı güç kullanarak birleştirmiş ve bir dizi kapsamlı reform gerçekleştirmiştir.

MÖ 214 yılında Yin-shan etekleri ve Huang-ho kıyılarındaki meralarını ellerinden alarak Hunları Ordos'tan çıkaran Qin Shih huang-ti Çin’i birleştirmişti. Bu sırada Teoman döneminde genç Hunlar arasında yetenekli, ulusalcı ve enerjik bir kuşak ortaya çıkmıştı. Kimi tarihçilerin Hun-Han savaşlarının gerekçesi Hunların Ordos’tan çıkarılmış olmasına dayandırılır. Qin tahtına oturan Qin Shih huang-ti, Konfüçyüs düşman olması, Çin tarihçilerinin çoğunun Konfüçyüsçü olmaları nedeniyle, bu imparatorun gerçek kişiliğini öğrenmek, çok güçtür.

Qin Shih Huang Ti çok sayıda önemli reform girişimini derhal başlattı. Ülke, her birinin· başında imparator tarafından atanmış bir sivil valinin bulunduğu otuz altı eyalete bölündü. Valiliğin artık babadan oğula geçen bir konum olmadığını bildirdi. Kısa bir süre sonra da valilerin yerlerini birkaç yılda bir değiştirmeye başladı. Böylece iktidar emelleri olan bir valinin herhangi bir eyalette güçlü bir konum edinmesi olasılığının önünü almaya çalışıyordu. Her eyaletin imparator tarafından atanmış bir askeri önderi, sivil ve askeri valiler arasında dengeyi korumak amacıyla atanmış bir merkez valisi de vardı. Başkenti eyaletlere bağlayan ve herhangi bir eyalette ayaklanma baş göstermesi durumunda merkezi ordunun olay yerine hızla gönderilebilmesini sağlayan geniş bir yol sistemi geliştirildi. Eski aristokrasinin hayatta kalan üyelerinin başkente taşınmalarını buyurdu. Böylece onlara göz kulak olabilecekti.

Ağırlık ve uzunluk ölçülerine, para sistemine, çeşitli aletlere, taşıtların aks açıklıklarına ülke genelinde standart getirdi, yol ve kanalların yapımını denetledi. Ülke genelinde birleştirilmiş bir yasa sistemi yerleştirdi, yazı dilini standartlaştırdı. En ünlü eylemi, MÖ 213 yılında yayımladığı, Çin'deki tüm kitapların yakılmasını buyurduğu fermandı. Tarım ve tıp gibi teknik konularda yazılmış kitaplar, Qin devletinin tarihsel kayıtları ve Yasal Okulu yazarların felsefe konusundaki çalışmaları bu buyruğun dışında tutulmuştu. Diğer tüm felsefe eserleri, Konfüçyüs öğretileri de içinde olmak üzere, yakılacaktı. Büyük ölçekli sansürün tarihteki belki de ilk örneği olan bu acımasız fermanla Qin Shih Huang Ti Yasal Okulu görüşe rakip felsefelerin, özellikle de Konfüçyüs ekolünün etkilerini yok edeceğini umuyordu. Yine de, yasaklanan kitapların kopyalarının başkentteki imparatorluk kütüphanesinde saklanmasını emretti.

Kautilya: İlk Büyük Politik Gerçekçi

... her kültürün kendi Makyavel’i, kendi Sun Tzu’su ve kendi Muhammed benzeri vardır ya da Napolyon şahsiyeti vardır[6] denir. Eski Hindistan’ınki de Kautilya’dır. D. Coetzee ve L.W. Eysturlid, Kautilya tarafından yazıldığı düşünülen Arthaşastra’nın, büyük strateji (grand strategy) konusunda yazılmış bilinen ilk bilimsel inceleme olduğunu ileri sürer. Yine güç stratejisi üzerine olan olasılıkla dünyanın ilk el kitabıdır. Arthaşastra savaşın büyük stratejisini tasarlama çabasında olan ve sonra uluslararası politikanın gerçekçi dünya görüşü içine yerleştirilen öncü bir çalışmadır.

İlk Şiddetsizlik Örneği Bir Hükümdar: Asoka

Hint tarihinin belki de en önemli hükümdarı olan Asoka (MÖ 300-232), Maurya hanedanın kurucusu Çandragupta Maurya'nın torunuydu. Çandragupta, Büyük İskender'in seferlerinden önceki yıllarda Kuzey Hindistan'ın büyük bölümünü ele geçirerek ülke tarihindeki ilk büyük imparatorluğu kuran askeri önderlerden biriydi. Pers İmparatoru Büyük Kiros, Babil'i fethetmesi üzerine, kazandığı savaşların kayıtları ile bağışlayıcı yasaları da silindirin üstüne kazıtırmıştı. Bu bildiri, Babil’i kölelerin özgürlüğünü yasa haline dönüştürdüğü için, bazı çevrelerde İlk İnsan Hakları Bildirgesi olarak kabul edilir. Aşoka’nın yayınladığı Aşoka Fermanları da bu belgelerden biridir. Hükümranlığının sekizinci yılında, Hindistan'ın doğu kıyılarında bir devlet olan Kalinga’yı fethederken uyguladığı zulüm ve vahşet[7] sonrası büyük bir pişmanlık duygusuna kapılan hükümdar, Budizm dinini benimsedikten sonra devlet yönetiminde mutlak şiddetsizlik (ahimsa[8]) ilkesini benimsemiş, insan haklarına büyük değer vermiştir. Gereksiz hayvan kesimi ve yaralamayı kesin olarak yasaklamış, uyruğunun din, dil, ırk farkı gözetmeksizin kendisinin eşiti saymıştır. Benimsediği politikayı anlatan sözlerinin krallığındaki tüm kayalara ve sütunlara yazılmasını buyurdu (Aşoka Fermanları). Bu anıtlardan birçoğu günümüze kadar ayakta kalmıştır.

Tarihte İlk Göçebe İmparatorluğu Kuran Önder: Mete (Mao-dun)

Türk tarihinde adı bilinen ilk büyük önder Mete’dir. Onun ortaya çıkışı Zizhi tongjia’da şöyle anlatılır[9]:

Chunwei'den Maodun (Mete)'a kadar bin yıldan fazla zaman geçmiştir. Hunların çok güçlü olduğu zamanlar olmuş, birliği oluşturan kavimler çeşitli parçalara bölündüğünde ise gücü kaybolmuştur. Hun yöneticilerinin zaman sıralı tam bir listesini vermek olanaksız. Ancak, Maodun Chanyu (Şanyü) olduğunda kuzeydeki bütün kavimleri denetimi altına almayı başardı. Güneydeki Çin onun rakibi oldu. Maodun'un ortaya çıkması ile Hun yöneticileri ve unvanları hakkında doğru bilgiler vermek olanaklı oldu.

Bundan anlaşılacağı üzere Hunlar ile ilgili bilgiler Mete’den binyıl daha öncesine geri gider. Çin'in komşu kavimleri üzerine pek çok araştırma yapmış olan Japon bilgini K. Shiratori, Mete ile birlikte böyle güçlü bir imparatorluğun doğuş nedenlerini, doğrudan doğruya Çin'de Qin Sülalesi gibi, büyük ve köklü bir devletin kuruluşuna bağlar.

Mete, hem strateji hem de taktik geliştirme ve uygulanmasında üstün becerili biridir. Örneğin, Tunghulara karşı yaptığı büyük akın öncesi kuvvet oluşturma ve konumunu güçlendirmek için sabır ve özveri göstermiştir. Yine, geliştirdiği yeni yöntemleri ve taktikleri birliklerine iyice belletmek için zamanımızda gerek kuramsal ve gerekse eylemli olarak yapılan eğitim ve tatbikatları düzenli ve disiplinli bir biçimde uygulamıştır. Eğitimi bizzat kendisi yaptırmıştır. Mete’nin stratejiye katkısına çok güzel bir örnek, onun Han Sülalesi kurucusu Kao Tsu’yu MÖ 200 yılında, Şensi'de kuşatması sırasında izlediği stratejidir. B. Ögel’in Laufer’den aktardığı üzere bu kuşatma şöyle gelişmiştir[10]:

Mao-tu, kendi özel taktiği ile ilk Han sülalesinin imparatoruna taarruz etmişti. … Çin imparatorunu kuşatma hareketine girişmişti. En iyi birliklerini pusuda bekletirken, önce imparatoru yapmacık gerilemelerle tahrik etmiş ve kaçar gibi görünmüştü. Bu onun, askerlik dehasının bir zaferi idi. Bu tek meydan savaşının, bütün ayrıntıları ile yazılmamış olması, gerçekten büyük bir kayıptır.

Mete’nin geliştirdiği bu taktik, daha sonraki zamanlarda Türkler tarafından birçok muharebede başarıyla kullanılacaktır.

Birçok kez fırsatlar çıkmasına karşın, Mete daha ileri gitmemişti. Eberhard’a göre onun politikası yayılmacı değil, ulusal idi. Hunların ulusal politik görüşünü savunanlara göre, Çin gibi çok geniş ve kalabalık nüfuslu bir ülke uzaktan değil, Çin'in içinden yönetilmeliydi. Böyle bir durumda Hunlar, anavatanını terk etmek zorunda kalacaktı. Bu da sürüleri ve göçebe yaşamı terk etmek ve Çinlileşmek anlamına geliyordu. Ulusal politikanın ana savunucuları, ilk ilkesi her zaman eski yaşam biçimine sadık kalmış olan kavim önderleriydi. Mete onların görüşüne uydu ve Hunlar yaklaşık 700 yıl bu ilkeyi korudu. Bunu korumayanlar (örneğin Toba) çok geçmeden Çin ekonomisi ve kültürü içinde politik alandan kayboldular.

Tarihte Türk Adının İlk Defa Kullanıldığı Devleti Kuran Önder: Bumin



Tarihte Göktürklerin kesin olarak görünmeleri 542 yılındadır. Türk adı (T'u-chüe) ilk defa burada kullanılır. 545 yılı Göktürk tarihinin dönüm noktasıdır. Bundan sonra her şey aydınlanmaya başlar. Kaynakların açıkça bildirdiği bu sırada Göktürklerin başkanı Bumın'dır.

Bozkır boylarının üretimi kendilerine yetmez. Yerleşiklerle yağma, haraç, ticaret biçimindeki değişime gerek duyulur. Bu değişime göçebe, yerleşikten daha çok isteklidir. Bumin (T'umen)'in Türkleri Altay'da Juan-Juan hesabına demircilik yaparken, Tölesleri yenip Türk politik birliğinin temelini atar, İ-li Kağan (İl Kağan) unvanını alır. Hunların Tanhu’su yerine, artık bundan sonra Kağan unvanı yerleşir. 130 yıl sonra da İlteriş Kağan, Oğuz adıyla geçen bu Töles boylarının bir bölümünü örgütleyerek ikinci Göktürk politik birliğini kurmayı başarır.

Tutsak Düşmüş Bir Ulusu Yeniden Bağımsızlığa Kavuşturan Önder: Bilge Kağan

İleri görüşlü Bilge Kağan, bilge vezir Tonyuku, cesur komutan Kül-Tigin tarihin ender bir araya getirdiği uyumlu bir üçlüdür. Türkler ve Çinliler arasında ticari ilişkiler Mao-dun zamanında başlar[11]. Bu ticaret Hun-Çin sınırında, bu iş için ayrılmış özel pazarlarda yapılırdı. Bilge Kağan, 727 yılından başlayarak sınırdaki ticaret yerlerinin güvenliğini sağlayarak yeniden Çin ile ticarete başlar. Bilge Kağan yazıtında ki: ...O yere (Çin’e) doğru gidersen Türk milleti öleceksin! Ötüken yerinde oturup kervan, kafile gönderirsen hiçbir sıkıntın yoktur. Ötüken ormanında oturursan ebediyen il tutarak oturacaksın [12] sözleri Mao-dun’un başlattığı ticaret politikasının sürdüğünü doğrular.

Bilge Kağan, eski Türk dini yerine Budizmi benimseyerek göçebe Türklerin yerleşik yaşama geçme girişimini, aynı zamanda kayınpederi olan vezir Tonyukuk, Türklerin savaşçılığını önleyeceği gerekçesi ile engeller. İlginçtir ki, böyle girişimin gerçekleşmesi durumunda büyük olasılıkla Türkler bir Orta Asya kavmi olarak kalabilirlerdi.

Göçebe Türklerin Yerleşik Düzene Geçişini Başlatan Önder: Selçuk Bey

Kimilerine göre Hazar Kralı, diğer bazılarına göre ise Oğuz Yabgu devletinde ordu komutanı (sübaşı) olan Selçuk Bey, Oğuz Yabgusu ile aralarında çıkan anlaşmazlık nedeniyle Oğuzların kışlık merkezi Yenikend’den ayrılıp Türk ülkeleriyle İslam ülkeleri arasında bir uc kenti olan Cend kentine göç eder (961). Selçuk’un burada Müslüman olması Türk tarihinde bir dönüm noktasıdır. Büyük oğlu Mikail’in ölmesi üzerine onun iki oğlu olan Çağrı ve Tuğrul beyleri, geleceğin büyük önderleri olarak kendisi yetiştirir. Büyük Selçuklu Devleti’nin kuruluşunu gerçekleştiren bu iki önderden ilki askeri, ikincisi de devlet yönetimi alanında iki büyük önderi olur.

Türk tarihini uygarlık limanına demirleyen büyük önder: Atatürk

Saltanatın kaldırılmasını yasa tasarısı olarak hazırlaması sırasında ulema kökenli üyeler kendi bilgi alanları saydıklarından saltanatın hilafetten ayrılamazlığı üzerine uzun uzadıya deliller getiriyorlardı. Bu tartışmayı izleyen Mustafa Kemal’in sonunda ünlü söylevini verir[13]:

Efendiler, egemenlik hiçbir ulusa hiçbir zaman ulemâ tartışmalarıyla verilmemiştir. Egemenlik hep güç kullanılarak zorla alınmıştır. Türk ulusu elinden alınan egemenliği şimdi kendi eline almış bulunuyor. Bu bir gerçek. Önümüzdeki sorun bunun ulusun elinde bırakılıp bırakılmayacağı sorunu değil, sadece bu gerçeği ilân etme sorunudur... Burada toplananlar, herkes gibi bu gerçeği anlarlarsa mesele yok. Anlamazlarsa doğal olan nasıl olsa olacaktır; şu farkla ki belki birkaç kafa kesilecektir.

Atatürk bir devlet kurdu, bin yıllık parantezi kapattı, Türklere çağdaş yolu gösterdi. Ne yazık ki, onu ne izindeyiz diyenler ne de ondan nefret edenler doğru anlayabildi. Onun Türklere bıraktığı mirasın en önemlisi çağdaş Türkiye Cumhuriyeti’dir. Kişisel değerlendirmeme göre, Türkiye Cumhuriyeti öyle sağlam temeller üzerine kurulmuş ki onu yıkmak o kadar kolay olmayacak. İkincisi Türkiye Batı ile öyle sağlam bağlar oluşturmuş ki, öyle kolayca sökülüp atılacak gibi değildir. Batı her zaman İslam dünyasında Türkiye gibi laik, demokrat bir ülkenin var olmasını ister, bundan asla vazgeçemez. Üçüncüsü, Türkiye’de kazanılmış değerleri sahiplenen kadınların sayısı her şeye karşın artıyor. İmam-Hatip mezunları arasında deist düşüncede olanların sayısının artması gelecek için umut verici bir gösterge olabilir[14].

Kaynaklar

1.       Avcıoğlu, Doğan, Türklerin tarihi, İkinci Kitap (İkinci Basım), Tekin Yayınaevi, İstanbul, 1978

2.       Coetzee, Daniel, Eysturlid, Lee W., Philosophers of War: The Evolution of History's Greatest Military Thinkers, [2 Volumes], ABC-CLIO, 2013

3.       Karadağ, Osman, Stratejinin Yazılı Kaynakları, Erken Öncüler – 1 Sümerler ve Sonrası, Berikan Yayınevi, Ankara, 2014)

4.       Karadağ, Osman, Stratejinin Yazılı Kaynakları, Erken Öncüler – 2 Hititler ve Diğer Anadolu Kavimleri, Berikan Yayınevi, Ankara, 2014)

5.       Karadağ, Osman, Stratejinin Yazılı Kaynakları, Öncüler – 1 Çinliler ve Hintliler, Berikan Yayınevi, Ankara, 2015)

6.       Karadağ, Osman, Stratejinin Yazılı Kaynakları, Öncüler – 2 Yunanlar ve Romalılar, Favori Yayınevi, Ankara, 2018

7.       Karadağ, O., Stratejinin Yazılı Kaynakları, Türkler, Farslar ve Araplar, Destek Yayınevi, İstanbul, 2020

8.       Michael H., Dünya Tarihine Yön Veren En Etkin 100, (Özgün Adı: The 100, Citadel Press - Kensington Publishing Corp.) Çeviri: Nurşan Üstüntaş, Neden Kitap Yayınlan, 2. Baskı Şubat 2008

9.       Ögel, Bahaeddin, Büyük Hun İmpratorluğu Tarihi I, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1981

10.    Wolfram Eberhard, Çin Tarihi, Türk Tarih Kurumu Yayını, 3. baskı, Ankara 1995

11.    Yap, Joseph P., Wars With The Xiongnu, A Translation from Zizhi tongjian, AuthorHouse, Bloomington, Indiana, U.S.A. 2009



[1] Dünya Tarihine Yön Veren En Etkin 100 kişi arasında; bilginler ve mucitler 36, politik ve askeri önderler 31, din dışı düşünürler 14, dini önderle 11, sanatçılar ve edebiyatçılar 5, kaşifler 2, sanayiciler 1. Bu kişilerin 69 Avrupa, 18 Asya kıtasından; 68’i MS 1400 öncesi yaşamıştır. (Hart, Michael H., Dünya Tarihine Yön Veren En Etkin 100, (Özgün Adı: The 100, Citadel Press - Kensington Publishing Corp.) Çeviri: Nurşan Üstüntaş, Neden Kitap Yayınlan, 2. Baskı Şubat 2008)

[2] Abraham Harold Maslow (1908, 1970) insan gereksinimlerini (1) fizyolojik, (2) güvenlik, (3) ait olma ve sevgi, (4) değer ve (5) kendini gerçekleştirme olarak kademelendirir.

[3] Karadağ, O., Stratejinin Yazılı Kaynakları, Erken Öncüler – 1 Sümerler ve Sonrası, Berikan Yayınevi, Ankara, 2014

[4] Şuppiluliuma yönetimi, Eski Doğu’nun Amarna Çağı denilen 14. yüzyılın ilk yarısına rastlar. Bu devri aydınlatan Tel el-Amarna belgeleri, sayıları dört yüze yaklaşan Akadça yazılmış mektuplardır. Bu mektupların bir kısmı, Önasya’nın Büyük kralları ile 18. Sülale firavunlarından III. ve IV. Amenofhis’ler arasında, diğer büyük kısmı da Suriye-Filistin’deki küçük kent beyleri ile adı geçen firavunlar arasında karşılıklı gönderilmiştir.

[5]Çin’de kralların yönetim unvanları ve kendi adları farklıdır. Qin Shih Huang-ti’nin doğduğunda ailesi tarafından verilen ad Ying Zheng, Zhao Beyliği’nde kaldığı sürece kullandığı ad Zhao Zheng, beylik tahtına geçtiğinde aldığı ad Qin Wang Zheng, beylikleri birleştirip tek merkezli Qin Sülalesi’ni kurduğunda ise imparatorluk adı Qin Shih Huang-ti olarak geçer. Bütün kaynaklarda bu bir ad olarak geçmesine karşın gerçekte kendisine verdiği bir unvandır. Qin Beyliğin adı, Shi ilk, Huang Di ise imparator demektir. Böylece bu unvan Qin Beyliği’nin İlk İmparatoru anlamına gelir. Kişi doğduğunda ona ailesi tarafından belirlenen bir ad verilir. Bu adı, yalnızca aile bireyleri kullanabilir, başkası kullanamaz. Kisi yaşamında başka bir adla anılır. Bir göreve atandığında adı, bu göreve uygun olarak değişikliğe uğrar. Kişi öldüğünde ise yeni bir adla anılır. Kral tarafından verilen unvan ve adlar da buna eklenir. Böylece, tek bir kişi 2–3 ayrı kişi gibi algılanabilir. {Okay, Bülent, “Konfuçyüs”, Okyanus Yayıncılık, İstanbul, 2004, sf: 12–13.}

[6] Coetzee, Daniel, Eysturlid, Lee W., “Philosophers of War: The Evolution of History's Greatest Military Thinkers, [2 Volumes], ABC-CLIO, 2013

[7] Zaferinin yaklaşık 1.5 milyon insanın canına mal olduğunun farkına varınca şaşkına döndü. Şaşkınlık ve vicdan azabı içinde, Hindistan'ın zapt edilmesi için giriştiği harekatı durdurmamaya, tüm saldırgan savaşlardan vazgeçmeye karar verdi.

[8]Ahimsa (Sanskrit: ahi, Pali: avihi) “incitme” anlamına gelen bir sözcüktür.

[9] Yap, Joseph P., Wars With The Xiongnu, A Translation from Zizhi tongjian, AuthorHouse, Bloomington, Indiana, U.S.A. 2009, s.li-lii

[10] Ögel, C1, s.242-244

[11] Wolfram Eberhard, Çin Tarihi, Türk Tarih Kurumu Yayını, 3. baskı, Ankara 1995, s.89.

[12] Ergin, Ergin, Orhun Âbideleri, Hisar Kültür Gönüllüleri, 2003, s.32.

[13] Gazi Mustafa Kemal, 421-422 (N. Berkes, Atatürk ve Devrimler, s. 504-5)

[14] Karadağ, O., Stratejinin Yazılı Kaynakları, Türkler, Farslar ve Araplar, Destek Yayınevi, İstanbul, 2020