12 Eylül 2022 Pazartesi

Kamuya Yazmanın Dürüstlüğü Üzerine

 Kamuya Yazmanın Dürüstlüğü Üzerine

Değerli okuyucular,

Günlük gazete köşe yazıları, dergi makaleleri, kitap ya da sosyal medyada olsun kamuda okunmak üzere yazılan yazılar her şeyden önce dürüst olmalıdır. Gerçekleşmiş bir olay üzerine politik ya da ideolojik görüşleri doğrultusunda değerlendirme yapan bir yazarın görüşüne, benimsemesem de saygı duyarım. Öte yandan, bir olayı ekleme ya da eksik anlatımla olduğundan farklı biçimde okuyucuya sunmak, olayı saptırmak, diğer bir deyişle YALAN yazmak dürüstçe olmadığı gibi saygısızlık, sorumsuzluk, dahası ahlaksızlıktır. Aynı sorumsuzluk TV ekranlarında açık oturum tartışmaları ya da başka türlü kamu bilgilendirmeleri için de geçerlidir. Ne yazık ki böylelerine ülkemizde sıkça rastlanıyor.

Bir konuyu ya da olayı saptırarak okuyucuya sunmak, toplum bilincini zehirleyen bir davranıştır; toplumda ayrışmalara, toplum değerlerinin yozlaşmasına neden olur. Toplumda birbirine düşman kesimler oluşturur. Kamuda okunması için yazılan yazılar ya da kamuyu bilgilendirmek için yapılan konuşmalar, kahvehane sohbeti niteliğinde değildir, sorumluluk gerektiren ciddi bir iştir. Eli kalem tutan, ağzı laf yapan biri gerekli araştırmayı yapmadan, aklına gelen her konuda yazarsa, konuşursa, bilgi kirlenmesini ötesinde kargaşaya, yozlaşmaya yol açar. Burada yazan ya da koşuna kadar ona aracılık eden, paylaşanın da sorumluluğu vardır. Özellikle sosyal medyada gerçek olup olmadığı araştırılıp doğrulanmadan paylaşılan yazılar büyük bir sorumsuzluk örneğidir. Böylesi davranış toplumda kapanmayan yaralar açar.

Değerli okurlar, saptırma ya da yalan üzerine iki örnek vermek istiyorum. Bunlardan ilki geçenlerde bir rastlantı olarak elime geçen bir kitapta (Not 1) yer alıyor.

Kitabın 12. sayfasında şunları yazıyor: "Ülkemizde 1928- 1948 yılları arasında yirmi yıl süreyle din adamı yetiştirilmedi ve Müslüman halkın din eğitimiyle Kuran ı okumayı öğrenme ihtiyacı karşılanmadı." Bu savı, TÜSİAD’ın 1990 yılında Zekai Baloğlu (eski bakan) yazdırdığı bir rapordan alıyor ve şöyle diyor "Din alanında bu önemli bir boşluktu."

Oysa gerek raporu yazan eski bakan gerekse bu prof! şu gerçeği bilmiyor olamaz:

"İmam hatip mektepleri (1924-1930)

Kanunda öngörülen bu okullar, 1924 yılında İmam Hatip Mektepleri adı altında 29 merkezde açıldı. Okullar, dört yıllık ortaöğrenim seviyesindeydi. ..."

Ülkemizde 1928- 1948 yılları arasında yirmi yıl süreyle” ifadesinin arkasında ilk ilahiyat fakültesinin 1949 yılında açılabilmiş olması yatıyor. Henüz, Kurtuluş Savaşı’ndan çıkmış, kaynakları kıt bir ülkenin daha en başta 29 merkezde İmam Hatip okulları açması büyük bir özveridir. Ulus devlet kurmada Avrupalılara göre yüzyılı aşan bir süre geri kalmış bir ülkede, ulus devlet inşa etmenin önceliği din üzerine değil, dil, tarih ve coğrafya üzerine olmalıydı. Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi’nin kuruluşu ancak 1935 yılında gerçekleştirilebilmiş. Dolayısıyla ilahiyat fakültelerinin açılmasındaki bir gecikme söz konusu olamaz.

Bu kadar yalancılık ne bir akademisyene ne de bakanlık yapmış bir politikacıya yakışmıyor.

İkinci örnek bana ulaşan bir makalede (Not 2) şöyle deniyor:

Batı’ya açılma isteği sadece kıyafetlerimizi değil, tüm kültürümüzü etkilediği gibi tarih anlayışımızı da etkilemiştir. Batılıların etkisiyle tarihimiz de birçok çelişkili durumla karşı karşıya bırakılmışız. Tarihin babası olan İbni Haldun Müslüman olduğu için tarihte bahsedilmezken ‘Homeros dan tarihin babası’ diye söz edilmesi bu kitaplar üzerinden insanlarımıza Batı’ya ait değerleri benimsetmek gayretini ortaya koymaktadır.”

Anlaşılan yazar Herodotos (MÖ 480-425) ile Homeros (MÖ 8. yüzyıl)’u karıştırmış. Ortaokul öğrencileri bile tarihin babası olarak Herodotos’u biliyor, bu unvan Romalı Cicero (MÖ 146-43)’dan beri iki binyılı aşkın bir süredir biliniyor. Homeros tarihçi değil bir ozandır. Bilinen iki eseri Odisseia ve İlyada olup bunlar Gılgamış Destanı’ndan etkilenmiş, sözlü olarak yüzlerce yıl kuşaktan kuşağa aktarılmış (elbette bazı ekleme çıkarmalarla) ancak Atina’nın altın çağında MÖ 403 yılında yazıya geçirilmiştir. Bu eserler tarihi konular içerirse de Atinalıların görüşleri doğrultusunda tahrifata uğradığı kesindir; tarihi belge olarak değeri tartışmalıdır. Bu iki ünlünün ortak yönü Anadolulu, yani bu toprakların insanı olmalarıdır. Homeros, İzmir yöresinden, Herodotos ise Bodrum (Halikarnas) yöresindendir. Zamanın lingua franca’sı olan eski Yunanca ile konuşup yazması onların Yunan olduğu anlamına gelmez, kaldı ki öyle olsa da onların önemini azaltmaz. Anadolu’da tarihöncesinden günümüze kadar çok değişik etnik kökenden gelen insanların birikimi olan bir çok-kültürlülük gerçeği var. Bu topraklarda yaşayan bizlerin bu çok kültürlüğü benimsemesi tarihi sorumluluğumuzdur; onları ötekileştiremeyiz.

Öte yandan toplumbilim (sosyoloji bilimi) öncülerinden İbn Haldun (1332-1406) Tunusludur. Tunus halkı Araplaşmış Berberi bir halktır. Ancak İbn Haldun, bizdeki Araplaşmış Türklerin tersine Araplaşmamış bir Berberidir. Osmanlı yazarlarının çok etkilendiği İbn Haldun, Batılılarca da değeri bilinen çok yönlü bir bilgindir. Tarih eserleri de vermiştir, ancak ona kadar tarihe katkı yapan daha onlarca büyük tarihçi olduğundan, ona tarihin babası demek abartılı bir savdır.

İkinci örnekteki yazarın ileri sürdüğü, birer zırva olduğunu değerlendirdiğim savlarına değinmek bile istemiyorum; onları paylaşırsam zırvalara da ortak olmuş olurum.

Yazılı ve görsel basın ve sosyal medyamızda sağduyulu yazı, konuşma ve tartışmaların olabilmesi dileğiyle.

NOTLAR

Not 1: Prof. Dr. Orhan Türkdoğan, Milli Kültür Modernleşme ve İslam, Çizgi Kitabevi, 2004

Not 2: Raşit Anaral, Toplum Mühendisliği – Ulusalcılık – Serüveni ve Dilimizi Bekleyen Tehlikeler, Dikgazete, 12 Nisan 2016

20 Haziran 2022 Pazartesi

Devleti yönetmeye istekli bir politikacı neleri bilmelidir (Güncellenmiş)

 Yayın tarihi:14.02.2021

Güncelleme: 20.06.2022

Devlet yönetimi çok ciddi bir sanattır. Buna devlet yönetim sanatı derler (İngilizcesi statecraft). Yalnız akçeli işler demek değildir.

Zamanımızda hiçbir ülke tek bir etnik yapı, tek bir din, dahası tek bir mezhep, tek düze kuruluşlar içermiyor. Çok farklı çıkarları olan birey ve kümelerden oluşuyor.

Devleti yönetenlerin bu kadar farklı çıkar kümelerini ortak bir paydada buluşturması gerekir. Zaten politika sözcüğünün de anlamı çok farklı düşüncelerin uzlaştırılması anlamındadır. Siyaset sözcüğü yerine politika sözcüğünü özellikle kullanıyorum. Her ne kadar ülkemizde her iki sözcük eş anlamda kullanılıyorsa da aralarında bir ayırım vardır. Bunu “Siyaset” mi, “Politika” mı başlıklı yazımda açıklıyorum.

Bu nedenle bir politikacı önce tarihi bilecek, ama vakavinüslerin yazdığını değil. Bir tarih bilinci olmalı ki, okuduğu tarihi anlayabilsin.

Sosyoloji bilmeli ki, yönetmeye kalktığı toplumu anlayabilsin.

Antropoloji bilmeli ki, toplumun hangi aşamalardan geçerek bugüne geldiğini anlasın.

Coğrafya bilmeli ki, ülkesinin doğal koşullarının, kaynaklarının değerini anlasın.

Felsefe bilmeli ki, sorgulamadan korkmasın.

Din sosyolojisi bilmeli ki, farklı dinlerin, mezheplerin duyarlılığını anlayabilsin.

Uluslararası ilişkileri bilmeli ki, dünyada yalnız olmadığını anlasın.

Diplomasi bilmeli ki, uluslararası ilişkilerde zor durumda kalmasın.

Eğer bunları bilmez, eksik bilir, yanlış bilir ise hem kendisine hem de topluma zararı çok büyük olur.

Devlet ciddi bir kurumdur, bir şahıs şirketi değil. Büyük şirket özellikle demiyorum, çünkü öyle şirketlerin bir misyonu, bir vizyonu, stratejik amaçları, stratejik hedefleri vardır. Misyonunu başarmayı, vizyonuna ulaşmayı, stratejik amaçlarını gerçekleştirmeyi, stratejik hedeflerini ele geçirmeyi kapsayan Stratejik Planı vardır.

20 Mayıs 2022 Cuma

Dinin Kökeni ve Gelişimi

 

Stratejinin Yazılı Kaynakları: Türkler, Farslar ve Araplar adlı çalışmam sırasında din üzerine görüşlerim köklü olarak değişti. Öncelikle şunu vurgulamalıyım ki toplumun düzeni için din gerekli bir kurumdur. Ama bilinç düzeyi yüksek bir insanın toplum düzeninin sürdürülmesi için belirli ideolojileri olan dinlerin savladığı soyut cezalandırma (cehennem) ve ödüllendirme (cennet) kavramlarına gereksinimi yoktur; bu nedenle bir dine de gereksinimleri yoktur.

Hubert Reeves ve arkadaşları Kökenler: Kozmos, Dünya ve İnsanlık adlı çalışmalarında şöyle diyorlar;

Antik çağlardan beri, bilginin ilerlemesi insanı sürekli olarak bir ya da iki puan aşağı indirdi, onu hak ettiği yere koydu. Evrenin merkezinde olduğumuzu düşünüyorduk. Galileo, Kopernik ve diğerleri gözümüzü açtılar: Gerçekte, nispeten mütevazı bir galaksinin eteklerinde çok sıradan bir gezegende yaşadığımız ortaya çıktı. Biz kendimizi, diğer tüm canlı türlerinden farklı olarak, orijinal yaratılışın ürünleri zannediyorduk. Charles Darwin bizi hayvan evriminin soy ağacına sıkıca yerleştirdi. Bir kez daha, yersiz gururumuzu yutmaya ve evrensel örgütlenmenin en son ürünleri olduğumuzu kabul etmeye zorlandık.

Tanrı tüm bunların neresinde? Birçok bilimsel keşif, samimi inançlarla birleşir veya onları güçlendirir. Bilim öğrenir; din öğretir. Kuşku, bilimin arkasındaki özendirici güçtür, dini bir arada tutan yapıştırıcı ise inançtır. Yine de ne bilim ne de din diğerine kayıtsız değildir. Yeni dünya tarihimiz ne ruhsal ne de metafizik soruların yanından geçme ya da bunlardan kaçınma girişiminde bulunmaz.

Charles Darwin 27 Aralık 1831'de Beagle'a ilk bindiğinde, dünyayı ve insanlar da içinde olmak üzere tüm canlıları Tanrı'nın yarattığından hiç kuşkusu yoktu; bu konuda Yaratılış kitabındaki İncil anlatımını kabul ediyordu. Beagle'ın yolculuğu, Darwin'in yaşamındaki dönüştürücü olaydı ve zihnini biyolojik bilimdeki dönüşümü için hazırlıyordu. Philip Lieberman'ın Her Şeyi Değiştiren Kuram: Süren Bir Çalışma Olarak Türlerin Kökeni Üzerine adlı çalışmasında dediği gibi; biyoloji, evrimin Tanrı ya da herhangi bir "doğa yasası" tarafından yönetilmediği önermesini Darwin'e borçludur. Evrimin gidişatını hiçbir tanrı ya da mistik güç yönlendirmiyordu.

Anna Pałczyńska, Dinin Kökeni ve Dünyanın Başlıca İnanç Sistemleri adlı son makalesinde, dini, insanlığı maneviyatla ve kimileyin de ahlaki değerlerle ilişkilendiren organize bir inanç sistemleri, kültürel sistemler ve dünya görüşleri topluluğu olarak tanımlar. Din sözcüğü kimileyin inanç ya da inanç sistemi ile eşanlamlı olarak kullanılır; bununla birlikte din, “son derece toplumsal bir şey” olduğu için özel inançtan farklıdır. 2012 yılında yapılan küresel bir anket, dünya nüfusunun %59'unun dindar, %23'ünün dindar olmadığını ve %13'ünün ateist olduğunu bildiriyor.

İnsanların ilk ne zaman dindar oldukları bilinmiyor, ancak Orta Paleolitik çağdan (300 - 500 binyıl önce) ve olasılıkla daha öncesinden dini davranışlara ilişkin güvenilir kanıtlar var. Dini düşüncenin en eski kanıtı, ölülerin ritüel işlemine dayanır. Çoğu hayvan, kendi türünün ölülerine yalnızca geçici bir ilgi gösterir. Ritüel cenaze törenleri, yaşam ve ölüm bilincini ve ölümden sonraki yaşama olası bir inancı temsil eder. Philip Lieberman, "mezar eşyalarının olduğu definler, açıkça dini uygulamaları ve günlük yaşamı aşan ölüler için endişeyi belirtiyor" diyor.

Organize dinin kökleri, 11 binyıl önce Yakındoğu'da başlayan, ancak dünyanın çeşitli yerlerinde bağımsız olarak ortaya çıkmış olabilen Neolitik Devrime kadar izlenebilir. Tarımın keşfi, birçok insan toplumunu avcı toplayıcı bir yaşam tarzından yerleşik bir yaşam tarzına dönüştürdü. Avcı-toplayıcı topluluklardan devletlere geçiş, yeni toplumsal ve politik ortamı yansıtan daha uzmanlaşmış ve gelişmiş din biçimlerini hızlandırdı. Küçük kabilelerin doğaüstü inançları olsa da bu inançlar merkezi bir otoriteyi ve servet transferini haklı çıkarmaya ya da ilgisiz bireyler arasında barışı korumaya hizmet etmiyordu. Organize din, toplumsal ve ekonomik istikrarı sağlamanın bir aracı olarak ortaya çıktı.

S. E. Guthrie'nin adlı Bulutlardaki Yüzler: Yeni Bir Din Kuramı adlı çalışmasında belirttiği gibi, yazarlar iki bin yıldan uzun bir süredir dinin doğası ve kökenleri üzerine spekülasyonlar yapsalar da geniş çapta kabul gören bir tanım ortaya koyamadılar. Bunun yerine, neredeyse yazarlar kadar çok tanım var. Dini tanımlamak zordur çünkü tanımlar kuramları gerektirir ve iyi bir genel din kuramı yoktur. Dinin kökeni üzerine birçok kuram geliştirilmiştir. Bir tür tasarım olan herhangi bir din, egemen güçler için anlamsızlaştığında yerini bir başkası alıyordu. Bilim kültürünün sonuçlarından biri de manevi ve kutsal olana ilişkin algı ve düşünceleri azaltmasıdır.

Animist inançlar eski avcı-toplayıcılar arasında yaygındı. Animizm (Latincede ruh anlamına gelen anima'dan gelir) temel olarak her yerin, her hayvanın, her bitkinin, her doğa olgusunun farkındalık ve duyguları olduğu ve insanlarla doğrudan iletişim kurabildiği düşüncesine dayanır. Animizm belirli bir din değildir; çok farklı kültler ve inançlar için ortak bir tanımdır. Antik avcı-toplayıcılar olasılıkla animist idi, modern öncesi tarım toplumları ise büyük olasılıkla teist idi. Teizm (Yunanca tanrı anlamına gelen theos'tan gelir), evrensel düzenin insanlar ve tanrılar arasındaki hiyerarşik ilişkiye dayandığına inanır.

Dinin Yayası

Y. N. Harari'nin Sapiens: İnsanlığın Kısa Bir Tarihi adlı çalışmasında dediği gibi; bugün din genellikle bir ayrımcılık, anlaşmazlık ve ayrılık kaynağı olarak görülüyor. Yine de para ve imparatorlukların yanı sıra insanlığın üçüncü büyük birleştiricisi olmuştur. Tüm toplumsal düzen ve hiyerarşiler düşsel olduklarından, hepsi kırılgandır ve toplum ne kadar büyükse o kadar kırılgandır. Dinin can alıcı tarihsel rolü, bu kırılgan yapılara insanüstü bir meşruiyet kazandırmak olmuştur. Dinler, yasalarımızın mutlak ve üstün bir otorite tarafından belirlendiğini savunur. Bu, bazı temel yasaların yerleştirilmesine yardımcı olur ve böylece toplumsal istikrarı sağlar.

Bu nedenle din, insanüstü bir düzen inancına dayanan bir insan normları ve değerleri sistemi olarak tanımlanabilir. Bu, iki farklı kriteri içerir: 1) Dinler, insan kaprislerinin ya da anlaşmalarının ürünü olmayan insanüstü bir düzen olduğunu kabul eder. 2) Din, bu insanüstü düzeni esas alarak, bağlayıcı olduğunu düşündüğü normları ve değerleri oluşturur.

Birbirinden farklı insan kümelerinin yaşadığı geniş bir alanı kendi himayesi altında birleştirmek için bir dinin iki özelliği daha olması gerekir: 1) Her zaman ve her yerde geçerli olan evrensel bir insanüstü düzeni benimsemelidir; 2) Bu inancı herkese yaymakta ısrar etmelidir. Başka bir deyişle, evrensel ve misyoner olmalıdır.

Organize dinler (İbrahimi dinler ve Budizm gibi) evrenseldir ve misyonerdir. Eski dinlerin çoğu yerel ve özeldi. İzleyicileri yerel tanrılara ve ruhlara inanıyorlardı ve tüm insanları dönüştürmekle ilgilenmiyorlardı. Evrensel ve misyoner dinler ancak MÖ ilk binyılda ortaya çıkmaya başladı. Bu dinlerin ortaya çıkışı, tarihin en önemli devrimlerinden biriydi ve evrensel imparatorlukların ve evrensel paranın ortaya çıkışı gibi, insanlığın birleşmesine yaşamsal bir katkı yaptı.

Genel Bakış

Burada James O'Neill'in dinle ilgili çok özlü makalesine göndermede bulunacağım. Dinler, insanlığın sürüngen beyinli (reaktif) bir türden, artan beyin boyutu ve kapasitesi ile ahlaki bir hayvan beyni (proaktif) türüne evrilmesinden sonra evrimsel bir adaptasyon olarak gelişti; zeka, yaratıcılık, merak ve yenilik yapma yeteneği.

Daha özel olarak, bu entelektüel artışlar nedeniyle, batıl inançlar ve dinler, insanlığa, özellikle de insanlığın ilk oluşumu sırasındaki cehalet, faillik, ölümlülük ve öz farkındalıkla ilgili artan farkındalığı telafi etmede insanlığa yardım etmek için bir başa çıkma stratejisi olarak gelişti.

Batıl inançlar ve dinler, ortak ve bireysel cehaletimizi ve korkularımızı alan ve bunları 1) doğaüstü (cadılar, orman perileri, periler, cüce cinler, vampirler, hortlaklar, hayaletler, kurt adamlar) ya da 2) ilahi (Yahve, Tanrı, Allah, Osiris, Dionysus, Loki, Büyük Gök Ruhu, Yeşil Adam, Ahura Mazda, Astarte, Shiva) gibi hayali antropomorfik (Not 1) varlıklar aracılığıyla kişileştiren ve etiketleyen insani yapılardır.

Bu kişiselleştirme ve etiketlemeyi 1) anlamadığımız şeyleri rasyonelleştirmek ya da açıklamak, 2) bilgisizliğimizden kaynaklanan acıları ve korkuları hafifletmek yoluyla bir başa çıkma yöntemi olarak yaparlar:

İnsanlığın Cehaletinin Sınırı

Neil deGrasse Tyson (Not 2), tarih boyunca en parlak insanların (örneğin Isaac Newton) bir şeyi açıklamak için bilgi sınırlarına ulaştıklarında neler olduğuna ilişkin bir örnek verir. Bir şeyi açıklama yetilerinin sınırına ulaştıklarında, bunun ilahi el sayesinde olduğunu söylerler. Ancak, bir zaman sonra bunu açıklayabiliriz (dolayısıyla ilahi değildir) ve böylece döngü sürer. Döngü, onun doğaüstü ya da ilahi bir varlık değil, yalnızca insanlığın cehaleti yüzünden geçici bir karşılaşma olduğunu gösteriyor.

Dinin Tarihsel Evrimi

Tarihsel olarak dinler üç genel tip üzerinden biçimlenmiş ve gelişmiştir. Bunların ilki Tarım Devriminden önce Küçük Nüfus Oluşumları sırasında yaratılan en eski dinlerdir.

Erken avcı-toplayıcı toplumlar ve erken kabile dönemleri sırasında, dünya nüfus çok az ve seyrek olduğu sırada, dini oluşumlar aşırı yerel olarak başlar: Doğadaki her şeyin bir ruhu vardır, hayvanlar, garip bir kaya oluşumu, gerçekten büyük bir ağaç. Daha sonra, küçük insan kümeleri seyahat ettikçe ya da nüfus büyüdükçe ve dünyaya ilişkin anlayışları arttıkça, yerelleştirilmiş ruhların kapsamı da coğrafi bir bölgenin ruhlarına doğru kayıyordu: Orman, ırmak, göl, dağ, vb. Bu oluşum çoğu yerli ve doğa temelli dinlerin yanı sıra çoğu tarım öncesi dini uygulamaları kapsar.

Dinlerin oluşumdaki ikinci aşama Büyük Nüfus Oluşumları sırasındaki dinlerdir. Bunlar, Tarım Devrimi sırasında oluşturulan dinler olup yaklaşık sekiz binyıl süreyle geçerli olmuştur. Halen de yaşayan dinlerdir.

Avcı-toplayıcılıktan sonraki kabile dönemlerinde yaratılan dinler için coğrafi ruhlardan kabile tanrılarına (örneğin Kenanlılar) ve daha sonra çok daha büyük bir kültürel / ulusal tanrı panteonlarına (Mısır, Hindu, Yunan, Roma) geçiş vardır.

Genişleyen nüfus merkezleri (daha sonra ulus devletler olarak tanımlanacak) ve tarih, etik, sanat, astronomi, fizik, matematik, felsefe vb. yoluyla dünya bilgisinde önemli bir artış ile şunlar gelişir:

1) Tanrıların kapsamı yerel ve kabilesel olmaktan çıkıp ulusal olacak şekilde genişler,

2) Bu tanrılar, gökyüzünde (ya da erişilemeyen başka bir yerde) yaşamak için yerel doğal dünyayla doğrudan bağlarından ayrılmış, böylece ilahi varlıkları daha genelleştirilmiş ve daha geniş bir halk için erişilebilir olur,

3) Bu yeni tanrıların etkisi, yerelleştirilmiş özellikler (ağaç ya da kaya gibi) yerine geniş kavramları (savaş, aşk, doğurganlık, bitkiler, şans vb.) kapsayacak biçimde genişler.

Tarım Devriminin başlamasından bir süre sonra toplumsal yaşamda karşılaşılan sorunlar yüzünden tarihçilerin Eksen Çağı Oluşumları dediği bir oluşum olur. Bu dönemde peygamberler, mistikler, filozoflar ve ozanlar ortaya çıkar. Çünkü antik çağda güç, Y. H. Harari’nin dediği gibi krallardan / din adamlarından ya da tapınaklardan / saraylardan pazaryerine kayıyordu. Maddi zenginleştirme, kültürel gelişimin yanı sıra bireysel bilincin gelişmesine de yol açmıştı. Eksen Çağı'nda (MÖ 800 - 200) karşılaşılan sorunların üstesinden gelmek için her bölge kendi ideolojisini geliştirdi. Şöyle ki: Çin'de Taoizm, Konfüçyüsçülük; Hindistan'da Hinduizm, Budizm; Batı Anadolu’daki İyon kent devletlerinde felsefi akılcılık; İran'da düalizm (Zerdüştlük) ve İsrail'de İbrani peygamberler tektanrıcılığı geliştirdiler. Diğer dini anlayışlar gibi, Tanrı düşüncesi de pazar ekonomisi içinde gelişti.

Dinlerin oluşumdaki üçüncü aşama Kozmopolit Oluşumlardır; Avrupa’da Protestan Reformu sonrasında başlayıp Sanayi Devrimi ile olgunlaşan dini anlayıştır. Bu aha modern dini oluşumlar şunlara odaklanma eğilimindedir:

1) Dinlerin, yaşamın ve varlığın felsefi ve ahlaki temelleri,

2) Daha az ilahi olması ya da hiç olmaması durumu,

3) Ekolojik ve insanlığın korunması ve insanlığın olayların şemasında durduğu yer (bir tür küresel eko-hümanist dini görüşe yöneliyor).

Dini Evrimin Tarihsel Modeli

Dini oluşumun büyümesi ve evrimi 1) insan nüfus merkezlerinin büyümesi, 2) insan bilgisinin büyümesi ve dünyasal cehaletin azalması ile birlikte gelişir.

İnsan cehaletinin doruğunda dinler, anlaşılmayan dolaysız doğal dünyaya (hastalıklar, mevsimler, hava durumu, yaşam, ölüm, kırık bacak gibi kişisel kazalar) odaklanıyordu. Dünya üzerine insan bilgisi arttıkça, ruhların yerini tanrılar alır. Sonra tanrıların yerini felsefeler ve eko-bilinçler almaya başladı.

İnsan cehaletinin doruğunda, hemen hemen her şey, ruhlara ve onları çevreleyen doğaüstü şeylere bağladılar. Sonunda deneyim, bilgi, gerçek ve bilim ile şeylerin oluşunun nedenleri anlaşılınca cehalet ve yanlışa yorma duvarı yıkılır. Bir şeyin nasıl ve neden olduğu anladıktan sonra, insanlar artık bu olayları yanlış bir şekilde doğaüstü ya da ilahi olana dayandırmazlar; o zaman bunların açıklaması bilim ve gerçeğin alanına girer. O anda, insan anlayışının ve açıklamasının ötesinde olan her şey, yeniden doğaüstü ya da ilahi olana dayandırılır. İnsanlar sonsuza dek insanlığın cehaletinin sınırıyla karşı karşıya kaldıkça döngü de sürer.

Dini İnançta Psikolojik Etmenler

Bilgin Erwin Schrödinger (Not 3), Schrödinger'in Kedisi olarak adlandırılan bir düşünce deneyini öne sürer. Temelde, içinde radyoaktif bir izotop ve bir zehir bulunan bir kutu içinde bulunan bir kedinin canlı mı yoksa ölü mü olduğunu bilmediğimizi belirtir. Kontrol etmek için kutuyu açıyoruz. Kutuyu açarak emin olana kadar kedinin durumu hem ölü hem de diridir (bilinmiyor). Benzer bir şekilde, Schrödinger'in Smilodon'u (smilodon tarihöncesi büyük bir yırtıcı kedidir) potansiyel olarak çalılarda avlanır, avcılar emin olmak için kontrol edene kadar hem oradadır hem de orada değildir (bilinmeyen durum); bu da ya avcılar için iyi olur (orada değil) ya da avcılar için kötüdür (orada ve açtır).

Evrimsel bir adaptasyon olarak, bir şeyin potansiyel olarak tehlikeli olduğunu varsaymak, bir savunma duruşu olarak riskten kaçınmak (daha kolay korkmak), bir şeyin tehlikeli olmadığını varsaymaktan daha güvenlidir. Bu adaptasyonu geliştiren ilk insanlar, bir şeyin tehlikeli olduğunu varsaymayı ve kendilerini korumak için uygun eylemi yapmayı tercih ettikleri için daha güvenli olmalarını ve daha uzun süre hayatta kalmalarını sağlıyordu, bu da daha duyarlı ve kolayca tetiklenen bir savaş ya da kaç tepkisinin evrimleşmesiyle sonuçlandı.

İnsanların din konusundaki seçimlerine ya da inançlarına bunu uyguladığımızda, bu bizi Pascal Bahsi olarak adlandırılan bir şeye yönlendirir, bu bahis şöyle bir şeydir: Tanrı’nın var olduğunu varsayarak korkmak ve itaat etmek (böylece örneğin cennete gitmekle ödüllendirilmek); Tanrı’nın varlığına inanmayıp itaat etmemekten (böylece örneğin cehenneme gitmekle cezalandırılmak) daha güvenlidir.

Mantık, evrimsel olarak yüksek bir korku duygusu olanların dindar olma eğiliminde olmalarıdır. Korku, dünyayı anlayamama, olumsuzluk önyargısı (olumsuz şeyleri tercih etme ve her yerde tehditleri görme) ve belirsizlikten hoşlanmama (her şeyin net, siyah beyaz, anlaşılması veya kabul edilmesi kolay olmasını tercih etme) nedeniyle güçlü bir motive edicidir.

Notlar

Not 1: Yunanca insan anlamına gelen Anthropos ve biçim anlamına gelen Morphe sözcüklerinden türetilmiştir. Antropomorfik, insan biçimli anlamına gelir. Bu anlama göre Antropomorfizm yani İnsanbiçimcilik; insana has duygu, düşünce gibi niteliklerin insan dışındaki varlıklara atfedilmesidir.

Not 2: Neil DeGrasse Tyson; astrofizikçi, yazar ve bilim anlatıcısı. New York’taki Amerikan Doğal Tarihi Müzesi'ndeki Hayden Planetaryumu’nun direktörü.

Not 3: Avusturyalı fizikçi ve bilim kuramcısı Erwin Rudolf Josef Alexander Schrödinger, kuantum mekaniğinin kurucularından biri olarak kabul edilir. Atom kuramının yeni, üretken işlevlerinin keşfedilmesine yaptığı katkılar ile 1933'te Paul Dirac ile birlikte Nobel Fizik Ödülü almıştır.

Kaynakça

1.     Anna Pałczyńska, The Origion of Religion and the World’s Major Belief Systems, 2015

2.     Guthrie, Stewart Elliott, Faces in the clouds: a new theory of religion, Oxford University Press paperback, (1941) 1995

3.     Harari, Yuval N., Sapiens: a brief history of humankind, Random House, 2014

4.     Hubert Reeves, Joel de Rosnay, Yves Coppens, Dominique Simonnet, Origins: Cosmos, Earth, and Mankind, Editions du Seuil, 2011

5.     James O'Neill, Religion, an Overview, freexenon.com/2018/10/17/religion-overview/

6.     Philip Lieberman, The theory that changed everything: “On the origin of species” as a work in progress, Columbia University Press, 2018

19 Mart 2022 Cumartesi

“Türk” Adı ve “Türklük” Kavramına Tarihsel Bakış

 Öncelikle şunu belirteyim, ırk ve etnik kavramları sosyolojik ve antropolojik kavramlardır, biyoloji açısından her ikisi de geçersizdir (Not 1). İkincisi, antropolojik açıdan da olsa saf bir ırk ve etnik yapı söz konusu değildir. Hele ulus kavramı tümüyle politik ve kültürel bir kavramdır. Saf bir ırk olamayacağı gibi saf bir ulus da söz konusu değildir. Tarih öncesinden başlayarak insan kümelerinin yer değiştirmeleri, uzun mesafeli göçleri ile farklı insan kümeleri birbirlerine karışmış çok farklı halklar oluşturmuştur. Hele insanların avcılık-toplayıcılık döneminden tarım dönemine ilk geçtiği, tüm yönlerdeki büyük göçlerin kavşak noktası Anadolu gibi coğrafyalar çok çeşitli halkların harmanlandığı yerlerde saf bir etnik yapının olması olanak dışıdır. Üçüncüsü, 1920-30’lu yıllar tüm dünyada ulus-devletlerin oluşumunun doruk noktasıdır. Dünyanın başka yerlerinde neler olduğunu kavramadan anılan dönemde, yani Türkiye Cumhuriyeti’nin kurumlarıyla kuruluş aşamasında olanları değerlendirmek dar görüşlülük olur.

Türk Halkının Kökeni

Birçok araştırıcı, çok eski yıllarda Türk adı taşıyan bir kavmin varlığını araştırır. Özellikle Cumhuriyet’ten sonra, İslam ve Osmanlı ile sınırlı bir tarih anlayışına tepki olarak bu yolda çok ileri gidilir, arkeoloji, kültür, dahası dil araştırmalarına dayanmadan, t, r, k harfleri geçen her yerde, Türk ulusunun keşfine çalışılır. Son arkeolojik araştırmalar ve kültür tarihi incelemeleri bu savları doğrulamaz. Dil araştırmaları, Türk’ün eski söylenişinin, bugünkü gibi tek heceli değil, iki heceli olduğunu gösterir. Türk adı ilk kez, Orhon Yazıtları’nda, daha çok Türük biçiminde geçer; Çin kaynakları da T’u-ku’e, T’u-chueh diye iki heceli yazar. Türük, giderek Türk olur.

Ön Türkler (Proto Türkler), Hunlardan önceki dönemlerde var olan, sonradan Türklerce benimsenen bazı toplumsal özellikleri olan, Türk dil ailesinden diller konuştukları, anaerkil oldukları; ancak daha sonra çevre toplumların etkisiyle ataerkil oldukları sanılan topluluklardır. Bu Ön Türkler Baykal ve Balkaş gölleri arasındaki bölgede yaşıyorlardı. Jean Paul Roux, Türk olgusunu milattan önceki yüzyıllara kadar geri götürürken kimi Batılı bilginler, Göktürk öncesi dönem için Türklerle akraba olan halklara Ön Türk adını verirler.

Türklerin ataları, Batılı tarihçilere göre MÖ 2500-1700 yılları arasındaki Afanasyevo kültürü ile başlar, MÖ 1700-1200 yılları arasındaki Andronovo kültürü ile sürer. Bu savaşçı ve göçebe kültürlü insanlar MÖ 1700 yılları sonrasında Altay Dağları ile Tanrı Dağları arasındaki bölgeye yayılır. Bu insanların MÖ 450’den başlayarak Moğolistan’a doğru ilerledikleri, orada bulunan Hint-Avrupa halklarını oradan kaçırdıkları, bölgede bulunan kafataslarının incelenmesi ile kanıtlanmıştır. Jean-Paul Roux Türklerin Tarihi adlı kitabında Ön Türkleri Baykal ve Balkaş gölleri çevresini de içine alan bölgeye yerleştirir.

Türklerin ataları, Avrasya tarihinde büyük bir rol oynamışlardı. Dilbilimcilerin savına göre Ön Türk dili MÖ 3000-500 gibi erken bir tarihte bile konuşuluyordu, ama Türkler ancak 6. yüzyılda tartışılmaz biçimde tarih sahnesine çıktılar. Çin kaynakları bu dönemde Moğolistan ve Güney Sibirya’da Tujue denen bir halktan söz eder, modern bilimciler de bu halkı Türk olarak tanımlar. L. N. Gümilev’e göre; İç Asya’nın batı kesiminde Türkçe konuşan halklar, MÖ 3. yüzyıldan başlayarak çok eskilerden beri biliniyorlardı; ama Türk sözcüğü o sıralar yoktu; onlara Hyung-nu deniliyordu. Kendini Türk olarak tanımlayan halk (Tu-kiu), 6. yüzyıl başlarında Altaylarda biçimlenmişti. Bu ad, Türk dilli bütün kabilelere değil, daha sonra Orta Asya’da egemenliği ele geçiren küçük bir halka veriliyordu. Fransız Doğubilimcileri onları Türk sayarken Rus sinolog N. Y. Biçurin Moğol olarak saymıştı, ancak Orhon Yazıtları onların Türklüğünün doğruluğunu ortaya koymuştu.

Türk sözcüğü, P. Pelliot ve A. N. Kononov’a göre, güçlü, sert anlamına gelir. Bu da 6. yüzyılda politik bir terimden bir etnik adın doğuşumunu gösterir. Titiz bir filolojik araştırmadan sonra bu yargıya varan Kononov’a göre Türk sözcüğü, değişik ırk ve etnik kökenden birçok kabileyi birleştiren ve geniş bir coğrafyayı kapsayan bir topluluk adıdır.

Türk Kağanlığı’nın kurucuları olan İstemi ve Bumin adları Türkçe olmadığı gibi içinden geldikleri boy (klan) adı Aşına da Türkçe değildi. Hükümdar maiyetindekileri belirtmek için kullanılan böri (kurt) de olasılıkla İran dillerinden türetilmişti. Türk dilinde yazılmış Orhon Yazıtları’nda Türk dillerinde olmayan, bu dillerle ilişkisi bulunmayan Orta Asya dillerinde görülen sözcükler de vardır. Dolayısıyla yapılan araştırmalar bizi saf ulusal bir öze değil, çok-ırklı, çok-dilli bir bozkır ortamına götürüyor.

Kimileri genellikle budun sözcüğünü millet olarak çevirirler. Oysa Türk budun bozkırda Türkçe konuşan boyların ancak bir bölümüdür. Türk budun, belli bir boylar örgütlenmesine verilen addır. Budunu oluşturan boy ve obaların tümünün aynı soydan gelmesi, üstelik aynı dili konuşması bile gerekmez. Bozkır politik örgütlenmelerinde, düşsel soy kütüğüne önem verilmekle birlikte, ırk ve dil ayrımı gözetilmez. Bilge Kağan, bazı yerlerde öteki budunların kendi budunu olduğunu söyler. Fakat bu kendi budunum deyişi, onu kendi soyundan ya da kendi Ulus’undan sayma anlamında kullanılmaz. Dört kez savaştığı Dokuz Oğuz için Dokuz Oğuz benim budunum idi der. Bunun anlamı, Dokuz Oğuz budunu bana bağlıydı, onu ben yönetiyordum biçimindedir.

İran içlerine, Kafkasya, Kırım ve Hindistan kuzeyine kadar genişleyen Batı Göktürkler, Bizans ile bağlaşma yapmışlar, elçiler göndermiş ve Kağanı’n ordasına Bizans elçileri gelmişti. Böylece Türk adı tanınmış, Bizanslılar Türk sözcüğünü Türklerin genel adı olarak kullanmışlardı. Bizanslıların geçmişte de Türklerle sıkı ilişkileri olmuşsa da Türk adlı bir politik kuruluş olmadığından, onlara Hun, Utigur, Kutigur, Sabar, Bulgar adlarını vermişler ya da genel bir ad olarak İskit demişlerdi. Hun da aynı anlamda kullanılıyordu. Bizans kaynaklarında ilk kez 1083’te Türkmen adı geçer. Kendilerini Buharalı, Semerkantlı ya da Rumi diye tanıtan yerleşik Türkler, Türk ve Türkmen sözcüğünü hakaret anlamında kullanırlar.

Türkçülük, Osmanlı’da değil, Rusya’da başlar

Türkçülük, Turancılık ya da o günlerdeki yaygın adı ile Pantürkizm, 19. yüzyıl sonları ile 20. yüzyıl başlarında, tüm Türk halklarının kültürel ve politik birliğini amaçlayan politik bir akım olarak ortaya çıkmıştır.

Rusya’da kapitalizmin gelişmesiyle, özellikle Kazan İslam burjuvazisi ortaya çıkar. Orta Asya ticaretinin tekelini eline geçiren bu burjuvazi, hızla zenginleşir, büyük ticaret ve sanayi şirketleri kurarlar. Önde gelen Türkçülerden Yusuf Akçura, bir fabrikatör ailesinden gelir. Bu burjuvazi, Rusya içinde Türk ve İslam birliği akımının gelişmesinde önayak olur. Petrol bölgesi Azerbaycan’da da bir sanayi burjuvazisi gelişir. Toprak soyluları ile işbirliği içindeki bu burjuvazi, Osmanlı ile yakından ilgilidir. Rusya’daki Türkçüler, daha çok İslam birliği sloganı kullansa da Batı kültürü içinde yetişmiş olduklarından İslamcılıktan çok uzaktırlar. Bu nedenle panislamist Abdülhamit, bunlardan hiç hoşlanmamıştır. Rusya’daki 1905 Devrimi’nin başarısızlığa uğraması, Osmanlı’da 1908’de İttihatçıların iktidara gelmesi üzerine, Rusya Türkçüleri, İstanbul’a akarlar. Osmanlıcılığın yerini, Türkçülük, Turancılık alır.

Türkiye Türkçülüğü ile Turan Türkçülüğü arasında bocalayan bu akım, Türk Kurtuluş Savaşı kazanıldıktan sonra açıklık kazanır, Milli Misak sınırları içinde yaşayan Türkiye halkı, Türk Ulusu ilan edilir. Türklerin Orta Asya’dan ulus olarak gelmediği, Anadolu’da yerli topluluklarla karışarak ulus olduğu açıktır. Bu ulusun oluşumunda, Selçuklu, Osmanlı devletlerini kuran Türkmen (Yörük) boylarının katkısı büyüktür. Türkçe konuşan topluluklar, Farsça ve Moğolca konuşan topluluklarla uzun bir süreç içinde epey karışmışlardı. Farslaşan Türkler, Türkleşen Farslar, Moğollaşan Türkler, Türkleşen Moğollar vardır. Moğol yayılması öncesinde Türkmenler arasında bile Türkmenleşmiş Araplar ile Oğuz kökenli olmayan göçebe toplulukları yer alıyordu. Bir araştırmaya göre, günümüzdeki Anadolu Türkmen’i, 11. yüzyıl Türkmen’inin kültür özelliklerinin yüzde 39’unu koruyorken, Merv Türkmen’inde bu oran yüzde 69’dur.

Türk Ulusalcılığı (Milliyetçiliği)

Milliyetçilik ile ulusalcılık arasında ayrım yapanlar varsa da ben millet yerine İngilizce nation karşılığı olarak Türkçe bir sözcük olan ulusu kullanmayı yeğliyorum. Çünkü günümüzde her ne kadar millet ve ulus eş anlamlı olarak kullanılsa da millet dini bir içerik taşır (Not 2).

Ulus kavramının geçmişi çok eskiye gitse de 1789 Fransız Devrimi ile yaygınlaşmış bir kavramdır. Avrupa’da 14. yüzyıldan başlayarak ulus durumuna gelen ilk ülkeler İngiltere, Fransa, İspanya, Portekiz gibi ülkeler olmuştur.

Fransız Devrimi ilkelerinin Avrupa’da yaygınlaşması sonucu Türk ulusalcılığı 19 ve 20. yüzyılların dönemecinde, Ahmet Midhat, Yusuf Akçura, Ahmet Ağaoğlu, Ziya Gökalp gibi bir avuç insan ile başlar. Önce Balkanların Hıristiyan halkları milliyetlerinin bilincine varır, merkezi yetkeye karşı ayaklanmaya başlar. İlk ayaklanan Yunanlar ve Sırpları, Bulgar, Makedon ve Ermeni ulusalcıları izler. Bunların ortak özellikleri, kendi tarihi ve milliyetiyle ilgili bilincini korumuş, varlığını bir ölçüde de Kiliseye borçlu olan bir etnik çekirdek ile bir ulusal burjuvazinin varlığına dayanmalarıdır. Önderliği de kültürel özerklik ya da bağımsızlık isteyen ulusal burjuvazi üstlenir. 19. yüzyılın sonuna doğru, sıra imparatorluğun Müslüman halklarına gelir: Önce Arnavutlar, sonra Araplar, Kürtler, en sonunda da Türkler.

Türk milliyetinin ortaya çıkmasını geciktiren ve uyanışını belirleyen etmenler, İslam’da ulusalcılığın ortaya çıkışı sorunuyla ilgilidir. Osmanlı toplumu, yarı-özerk dini, kültürel cemaatler olan milletler olarak sınıflandırılıyordu Bunlar, Ortodoks milleti, Yahudi milleti, Müslüman milleti idi. Bir Türk kendini öncelikle Müslüman milletinin bir parçası olarak görüyordu.

Müslüman halklar, ortak bir tarihi de paylaşıyor olsalar da dil nesnel bir farklılaştırıcı öğe olarak kalmıştı. Türkler, İslam’ı benimseseler de kendi dillerini bir ölçüde korumuşlardı. Yönetim ve saray dili olan Osmanlıcada bolca Arapça, Farsça sözcükler kullanılmakla birlikte, yine de bir Türk diliydi. Anadolu köylüsü daha arı bir Türkçe konuşuyordu. Türkler ile Araplar arasındaki farklılaşmanın ana öğesi olan dilin, Türk ulusalcılığında çok önemli bir yeri vardır. O nedenle günümüzde kimi İslamcı Türk yazarları dilde arılaşmaya karşıdır. Ayrıca Türklerde, özellikle de gezgin, tüccar, memur, asker olarak Osmanlı ülkelerini dolaşanlarda ilkel bir etnisite duygusu vardı; bu kişiler, kullandıkları dil, giysiler, töreler vb. aracılığıyla bir farklılık duygusuna erişmişlerdi. Bu Türk kimliği duygusu Türkoloji incelemelerinin katkısıyla imparatorluğun aydın, politik sınıfları arasında da güçlenmişti. Türkoloji (Not 3) hem Türk kültürünün eskiliğini hem de Balkanlardan, Orta Asya’ya, Sibirya’ya kadar yayılmış durumdaki Türk dilli konuşan halklar arasındaki kültür birlikteliğini ortaya çıkarıyordu. Böylelikle Türkoloji, Türk halklarının tarihindeki İslam öncesi dönemin önemini ortaya koyarken, önemli bir sonuca da yol açmıştı: Türk halklarının tarihi içinde, İslam artık diğerlerinden farklı olmayan bir dönem olarak görülür. Bu bakımdan Türkoloji, Türklüğü İslam’dan ayırmada, Türk halklarının geçmişine yönelik tarihsel bakışı laikleştirmede katkı yapar.

Türk ulusalcılığı ile diğer Avrupa ulusalcılıkları arasındaki fark yalnızca kültürel değil, aynı zamanda toplumsal düzeydedir. Türk örneğinde, ulusalcılık ulusal gelenekleri sürdürmüş bir ruhban kesiminden destek alamamıştı; tam tersine Türk ulusalcılığı bir ölçüde dine ve özellikle de ulemanın Müslüman ümmetinin birliğini sürdürme savına karşı çıkarak biçimlenmek zorunda kalmıştı. Üstelik başka köylü dünyalarında görüldüğü gibi, Türk köylülüğünün bir milliyet bekçiliği rolü üstlendiği de söylenemez: Türk köylüsü, Süleyman I döneminde her köye bir cami, bir imam uygulaması sonucu kendini İslam’la özdeşleştirmeye mahkum edilmişti. İslam öncesi Türk inançlarını yalnızca kimi göçebe topluluklar korumuştu, ama bunlar merkezi iktidarın hor gördüğü bir küme olarak kalıyordu. Türk ulusalcılığı tasarısını destekleyenler, göreli olarak soyutlanmış ve kitleden kopuk bir avuç bilgin ve aydındır yalnızca.

Türk ulusalcılığının ilk formülasyonunu pantürkistler yapar, özellikle de Rusya asıllı Türk göçmenler bunda önemli bir rol oynarlar. Türk dilini kullanan halkların birleştirilmesi düşüncesi de Rusya’nın Müslüman Türk halkları içinde doğar. Başlangıçta pantürkizm, Rusların Kafkasya ve Orta Asya’da giriştikleri, Rusya Türklerinin ekonomik etkinliklerini, kültürel kimliklerini tehdit eden yayılma politikasına (panslavizme) karşı bir tepki olarak görünür. Hareketin başında Tatar büyük burjuvazisi vardır; girişimlerin çoğu, hedefi dil birliği, eylem birliği, düşünce birliği olarak özetlenebilecek, İsmail Gasprinski’den (Gaspıralı) kaynaklanır.

Bu hareket Osmanlı’da etkisini, temelde 1908’deki Jöntürk Devrimi’nden sonra Çarlık baskısından kaçıp Türkiye’ye sığınan göçmenler aracılığıyla duyurur. Bunların en tanınmışları, Hüseyinzade Ali, Yusuf Akçura ve Ahmet Ağaoğlu idi.

Rusya’nın, Japonya karşısında uğradığı bozgun, 1905 Devrimi’nin ardından pantürkist hareketin örgütlenme çalışmaları başlar. 1917 Devrimi döneminde pantürkist etkinlikler yeniden canlanır. Mustafa Kemal pantürkizmi mahkum eder, ama İkinci Dünya Savaşı’nda Alman orduları Kafkasya yönünde ilerlerken, Türkiye’deki kimi pantürkistler arasında kışkırtma etkinlikleri yeniden başlar.

Diğer pan hareketleri gibi, pantürkizm de yanında romantik bir içerik getirirse de bazı önemli noktalarda ayrılıyordu. Öncelikle Türk ulusalcılığı içine burjuva liberal bir boyut sızar. Modern bir din anlayışı geliştirirler, kadının kurtuluşunu savunurlar, ekonomik ve toplumsal ilerlemenin gerçekleşmesini isterler. Pantürkizm, önceleri politik yelpazede solda yer alırken, Mustafa Kemal’in pantürkizmi mahkum etmesinden sonra sağa kayar.

Türk ulusalcılığı, Yunanlara ve onların arkasındaki İngiliz yayılmacılığına karşı yürütülen 1920-22 Kurtuluş Savaşı, Büyük Güçler’ce dayatılan Sevr Antlaşması’na karşı başkaldırı ve Avrupa dışındaki halkların ilk kurtuluş hareketi olarak değerlendirilir. Türk ulusalcılığı, 20. yüzyılın yayılmacılık karşıtı, silahlı savaşıma dayalı, tarafsız, ekonomik bağımlılığı yadsıyan, sosyalizm ya da üçüncü yol temelinde ulusal bir ekonomi kurmaya çalışan, yerli ulusalcılıkların ilk örneği olarak kabul edilir. Osmanlı’nın en güçlü olduğu dönemde verdiği kapitülasyonlar, Avrupa’nın ekonomik ve ticari sızmasının gerekçesini oluşturmuş; toprakları işgal edilmeye başlanmıştı. Sanayi devrimiyle birlikte ve 1838’de İngiltere ile yapılan ticaret antlaşmasının ardından, Avrupa ürünleri Osmanlı ülkesine akmaya başlar. Tanzimat döneminde Avrupa’dan gelen baskılar daha da artar. Sonra, Osmanlı İmparatorluğu’nun yarı-sömürgeleştirilmesi adı verilen süreç başlar.

Bu süreç mali kurumlara (Düyun-u Umumiye, Tütün Rejisi), ülke içinde Avrupalı şirketlerin gelişmesine (bayındırlık işleri, demiryolları, liman inşaatları vb.) dayanıyordu. Eski bir tema olan Hıristiyanların korunması, çoğalan yabancı okullar da sürecin diğer dayanaklarıydı. Sonunda Avrupa’nın varlığı, büyük kentlerde, kıyı bölgelerinde, ülke ekonomisinin, toplumsal ve kültürel yaşamının tüm alanlarını kapsayacak kadar genişlemişti.

Türklerin toplu belleğinde asıl yer tutan İstanbul’un İtilaf güçlerince işgalinden çok, ayrıcalıkların, kapitülasyonların, Hıristiyanlar üzerindeki korumanın, yaşayabilecek bir Türkiye oluşturma umutlarını yok eden Sevr Antlaşması’nın anıları, kısacası yabancı müdahaleler denebilecek şeylerdi. Eylül 1922’de, Mustafa Kemal Türkiye’de yabancı müdahalelerin sona erdiğini açıklıyordu.

Kemalist laiklik hareketi teoloji uzmanlarının ebedi İslam’ına karşı çıkmıyordu. Osmanlı İslam’ı hukuki düzenlemeler açısından, Hanefi İslam anlayışıdır. Hanefilik, gevşek bir İslam anlayışı, ama aynı zamanda tarihsel açıdan yeniliğe en kapalı eğilimdir. Resmi Osmanlı İslam’ı evrime hiç açık olmayan bir anlayıştır. Laiklik, en katı Müslüman olan bir ülkede ortaya çıkıyordu.

Tanzimat döneminden imparatorluğun politik ve yönetsel modernleştirilmesi, İslam’ın yetke alanının daha da daraltılmasına yol açmıştı. Mahmut II’den beri girişilen reformlar aslında devlet kurumlarının Batılılaştırılmasına yöneliktir, durmadan ulemanın yetkilerini sınırlıyordu. Ulemanın yetkileri, padişahın onların mali kaynakları (vakıf sistemi) üzerindeki denetimi ve Batı usulü bir bürokrasinin gelişmesiyle zayıflıyordu. Dini değerlerden kopuk bu yeni bürokrasi, geleneksel olarak ulemaya ait konumları yavaş yavaş kapmaya başlıyordu. Gülhane Hatt-ı Hümayunu’ndan sonra, devletin sekülerleştirilmesi, dini kurumların zararına sürer. Dini kurumlar özellikle yasama ve hukuk alanlarında geriliyordu. Geleneksel İslam hukukunun yanı sıra, önce ticari, sonra da ceza davalarında Batı türü hukuk düzeni gelişir. Eğitim alanında ise, bütün gelişmelere kapalı medreselerin yanında, Tanzimat’tan başlayarak yavaş yavaş yerleşen bir modern kamu eğitimi sistemi ortaya çıkar.

Jöntürk Devrimi genellikle, Osmanlı İmparatorluğu’nda Abdülhamit’in baskıcı yönetimi ile askıya alınmış meşruti düzeni geri getirmeye yönelik liberal bir hareket olarak alınır. Bu olay aynı zamanda Abdülhamit rejiminin imparatorluğun dağılmasına, parçalanmasına yol açması nedeniyle, imparatorluğun birliğini ve bütünlüğünü korumak, modernleşmesini sağlamak amacıyla eyleme geçen subaylarca yürütülen yurtsever bir devrimdir. Rus-Japon Savaşı (1905) sonrasında Asya’yı sarsan, bir dizi devrimci hareket (Hindistan, İran, Çin) içinde yerini almıştı. Makedonya’dan başlayan bu devrim, başkentin kozmopolitizmine taşranın tepkisidir. Devrimin aktörleri içlerinde Türklerin ağırlıkta olduğu, ama Arnavutların da yer aldığı Müslümanlardır. Ağırlık merkezini Avrupa başkentlerindeki sürgünlerden Makedonya Ordusu’na kaydıran Jöntürk hareketi, başlangıçta kozmopolit bir yapı gösterirken, sonra İslamlaşır, belli bir ölçüde Türkleşir. Devrim aynı zamanda Abdülhamit’in çevresine, özellikle de Ebulhuda ve Arap İzzet gibi Arap kökenli danışmanlarına bir tepkidir. Bu adamlar bir anlamda Yıldız’daki Arap lobisini oluşturuyorlardı.

Avrupa’daki toprakların büyük bölümü, Afrika’daki son yerlerin yitirilmesi olayları Türk kimliği sorunu üzerinde birçok açıdan etki yapar. Birincisi, parçalanmaya doğrudan katılan ya da buna göz yuman Avrupa’ya karşı yöneticilerde ve kamuoyunda giderek büyüyen bir düşmanlık oluşur. İkincisi, savaşların (Trablusgarp Savaşı, Balkan Savaşları, Arnavutluk başkaldırısı, Yemen başkaldırısı) ağırlığı temel olarak Anadolu Türklerinin omuzlarına binmişti. Üçüncüsü, bu olaylar sonucu bir Osmanlı ulusu düşü olan Osmanlıcılık yıkılmış, Arnavutluk başkaldırıları ve Arap ulusalcılığının yükselişiyle zayıflayan panislamizm; Avrupa’nın saldırgan politikası nedeniyle zor durumda kalan Batıcılık bu darbelerden paylarına düşeni almıştı.

Tanzimat’tan beri, devletin modernleştirilmesi ve modern eğitimin yaygınlaştırılması bir Müslüman Türk orta sınıfının oluşmasına yol açmıştı; ama Avrupa sermayesinin ülkeye girişinin yol açtığı ekonomik gelişme özellikle gayrimüslim azınlıklara yaramıştı. 1913-15 sanayi sayımı, sanayi sermayesinin %50’sinin Rumların, %20’sinin Ermenilerin, %5’inin Yahudilerin, %10’unun yabancıların elinde olduğunu gösterir. Bir araştırmada imparatorluğun son döneminde İstanbullu tüccarların (ithalat-ihracat, ticaret) yalnızca %5-%10’unu Türklerin oluşturduğunu gösterir. Müslüman Türk asker ve sivil seçkinlerce yürütülen bir devrim, gayrimüslimlerin ekonomik konumunu güçlendirmişti.

1908 Devrimi’ni izleyen döneme, ulusal hareketin örgütlenme aşaması adı verilir, bazı dernekler kurulur. Japon araştırmacı Masami Aral’a göre bu örgütlerden biri Osmanlı Devleti’nin politik formülüne bağlı kalan Osmanlı Türk aydınlarının bakış açısı, diğeri de gözlerini Orta Asya’ya dikmiş Rusya Türklerinin bakış açısıdır. Derneklerin en önemlilerinden biri, bir küme Tıbbiye öğrencisinin girişimi ile Mart 1912’de kurulan Türk Ocağı idi.

Türk ulusalcılık akımı iki cephede (din ve devlet) direnişlere yol açıyordu. Ulusalcılığı bir kanser olarak gören İslamcılar ümmet bağrında bir yörecilik (partikülarizm) doğuşunu iyi karşılamıyorlardı. Osmanlıcılar ile olan tartışmaların kaynağındaysa, ulusalcılığın devleti zayıflattığı suçlamaları yatıyordu. Türkçülerin saflarında da dinin yeri, dil sorunu gibi bazı noktalarda tartışmalar çıkıyordu. Ulusun tanımı olarak kimileri eğitim ve kültürü önerirken, Alman anlayışının daha çok etkisinde olan diğerleri (özellikle Rusya Türkleri) ırk ya da kavim kavramına dayanıyorlardı.

Edirne’den Orta Asya’ya, oradan İpek Yolu’nun Çin vahalarına kadar bütün Türk halklarının birliği... Andre Malraux, pantürkizmi böyle tanımlar. Osmanlı’nın Balkanları artık yitirdiğine ikna olan Enver Paşa, Turancılığı gerçekleştirmek, başkenti Semerkant olacak Jöntürk İmparatorluğu’nu kurmak için Doğu’ya yönelir. Almanların da özendirmesiyle, keşif göreviyle gönderdiği Vincent Berger orada beklenmedik bir gerçeklikle karşılaşır: Orada kabile ve din kimliği, Türk etnik topluluğuna aidiyetten daha önemliydi.

Pantürkist kimliği duygusunun gelişmesinde Türkoloji incelemelerinin ilerlemesi belirleyici bir rol oynamıştı. Guignes’in yapıtından beri, Arthur Lurnley, Arminius Vambery, Radloff ve Thornsen’e kadar Avrupalı bilginler, filologlar, gramerciler, tarihçiler Türk halklarının eski tarihleri, sonraki evrimleri üzerine bilgileri derinleştirmişlerdi. Onların araştırmaları bazı olguları gün ışığına çıkartır: Özellikle Çin yıllıkları aracılığıyla öğrenilen İslam öncesi Türk tarihinin önemi; 8. yüzyılın ortasına ilişkin Orhon Yazıtları’nın çözülmesiyle anlaşılan Türk dilinin eskiliği; Türk halklarının bütününde görülen dil ve uygarlık birliği. Türkolojinin tüm bu yeni verileri, Ahmet Vefik Paşa, Necip Asım tarafından kültürlü Osmanlı kamuoyunun bilgisine sunulunca, bir Türk kimliği duygusu yavaş yavaş yerleşir. 1897’de ozan Mehmet Emin, Türkçe Şiirler (Osmanlıca değil) derlemesi yayımlayarak küçük çaplı bir yazınsal devrime (bunu büyük çaplı bir politik devrim izler) yol açar.

Türk halkları arasında kültürel bir birlik olduğu düşüncesi Osmanlı İmparatorluğu’nda yavaş yavaş doğarken, Rusya’da giderek öne çıkan düşünce, politik bir birleşmenin gerekli olduğuydu. Bu isteği, İsmail Gaspıralı (Gasprinski) seslendiriyordu. Bunların panslavizme bir yanıt olarak geliştirdikleri “politik” pantürkizmi ile kimlik sorununa bir yanıt olarak ge­liştirilen Osmanlı’daki “kültürel” pantürkizm, 1905 Jöntürk Devrimi’nden sonra buluşur.

Pantürkist ideolojinin tarihindeki bir diğer kilit an, 1911-13 yılları arasıdır. İtalyanların Trablusgarp’ı işgal etmesi, Rumeli’nin Balkan devletleri koalisyonunun eline geçmesi, İstanbul kapılarına dayanan Bulgar ordularının tehdidi, Osmanlı seçkinlerinde tam bir travma yaratır, ülkeyi uçurumun kıyısına sürüklediği düşünülen politik yönelimleri sorgulamaya başlarlar: Jöntürklerin Osmanlıcılığı, liberalizmi, Osmanlı aydınları ve yöneticilerinden bazıları yeni bir politik formüle yönelir. Nasıl ki, 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı sonrası durum Osmanlı Sarayı’nı panislamizme yöneltmişse, 1912-13 yenilgileri de Osmanlı seçkinlerinin bir bölümünü pantürkizme yöneltmişti. Pantürkizm o dönemde örgütlü bir harekete dönüşmüş; imparatorluğun yıkıntıları üstünde, yeni bir imparatorluk düşüncesi biçimlenmişti: Türk İmparatorluğu. Ama bu düşün gerçekleşebilmesi için önce çok büyük bir engeli aşmak gerekiyordu: Tarihin İpek Yolu boyunca dağıttığı Türk halklarının birliğini gerçekleştirmek için Rus engeli vardır. Böylece, pantürkizm, Osmanlı ve Rus imparatorlukları arasındaki kabarık anlaşmazlıklar dosyasına yeni bir öğe olarak eklenir. Rus politikasının hiç değişmeyen öğelerinden biri, Kafkasya ve Orta Asya’nın Türkdil halklarını olabildiğince bölmek, onları Türkiye’nin olası çekim gücünden uzak tutmak idi (Not 4). Osmanlı da Rusya Türkleri kartını oynar, ama düş kırıklığına uğrar (Not 5).

Balkan Savaşı bir dincilik havası getirmekle birlikte, politikada ulusçuluğun etkisini de artırmaya başlar. Bu dönemde ilk kez olarak Türk hükümeti, Türk ordusu, Türk hakanı gibi terimlerin kullanılmaya başlanması, İslamcıları Türk olmayan kişilerin yanına koyuyordu. Öyle ki ‘Balkan Savaşlarına Osmanlı olarak gidip Türk olarak döndüler’ sözü büyük bir kırılma anını simgeliyordu. Balkan Savaşı kaybı üzerine Türkçü ideologlar Osmanlıcığın ölümünü ilan ettiler. İslamcılar, liberal ve demokratik rejim kadar, ulusçu bir rejime de karşıydılar. 1912’de Süleyman Nazif (Not 6) soruyordu: Türk ne demek oluyor? Türk, Osmanlı Saltanatı ve İslam Hilafeti adını taşıyan siyasal bir şirketin üyelerinden yalnız biridir. Türk ulusalcılığı karşısında, bir zamanlar Abdülhamit II dönemindeki Arapçılık akımını da aşan yeni bir Arap kavmiyeti modası başlamıştı. Bu akım İslam’da Davayı Kavmiyet adlı bir kitapta en aşırı derecesine varır; kitabın yazarı olan Ahmet Naim (1872-1934), Babanoğulları denen ve Abdülhamit II döneminde büyük bir etki kazanan Doğulu bir soylu ailedendi. Yazdığı kitap, İslamcıların ulusalcılık akımına karşı kutsal savaş ilanı gibidir (Not 7).

İslamcılara göre Türk ulusçuluğu akımı, Arnavutların, Kürtlerin, Arapların da kavmiyet davasına düşmelerine yol açar, Ermeni, Yunan, Bulgar ulusçuluğu Osmanlı birliğini nasıl parçalıyorsa, bu da İslam birliğini parçalar. Bu sava karşı Kırımlı İsmail Gaspirinski, Osmanlı tarihinde uluslaşma akımının yeni bir şey olmadığını anımsatmak için şunları yazar:

Onların ulusçuluğu yeni bir şey değildir. Kürt ulusçuluğu başlayalı on beş yıl oldu. Arap ulusçuluğu yirmi yıl önce başladı. Arnavut ulusçuluğu başlayalı otuz yıldan fazla zaman geçti. Ermeni ulusçuluğu en aşağı kırk, Bulgar ulusçuluğu altmış, Yunan ulusçuluğu seksen yıllık olmuştur.

Türk ulusçuluğu bunların nedeni değil, bir sonucudur.

Balkan Savaşları’nın arkasından, Y. Akçura’nın başlattığı pantürkizm propagandası etkili olmaya başlar. Türk Yurdu dergisindeki bir yazısında Ahmet Ağaoğlu (Agayef) özetle şunlara değinir:

Marakeş’ten Irak’a kadar Arapça konuşan halklar, aralarındaki birçok farklara karşın, kendilerini aynı ulustan sayarlar. İslamlıktaki parçalanma ulusçuluk akımlarından doğmaz, bu akımların başladığı zamana kadar bütün Müslümanların tam bir birlik içinde yaşamadıkları tarihi bir gerçektir. ...

Ahmet Naim’in Arapçılığı, ulusçuluk düşünüşünde bir dönüm noktasına yol açar: Z. Gökalp’in, Türk ulusçuluğu ile pantürkistlerin Türk ırkçılığı arasındaki farkları belirlemesine yol açar. Ona göre İslamcı, Osmanlıcı, Türkçü ulusçuluklar yanlıştı. Ulusçuluğu birincisi ümmetçilikle, ikincisi bir politik birleşme ile üçüncüsü ise ırkçılıkla karıştırıyordu. Ulusçuluğun temeli ne ümmet birliği ne Osmanlı birliği ne de ırktır. Türk ulusçuluğu İslam ümmet birliği ile Osmanlı imparatorluk birliğinin dağılma içinde oluşunun bir sonucudur; çünkü bütün modern uluslar evrensel imparatorlukların ya da evrensel dinlerin dağılışının ürünüdür.

Ne Mutlu Türküm Diyebilene

Türkiye Cumhuriyeti Devleti, dünyada ulus-devlet oluşumunun doruk noktası olduğu bir dönemde gerçekleşti. Ulusal kimliğin geliştirilmesinde Türkler çok geç kalmıştı. Ayrıca, elde kalan yurdu işgalcilerden kurtarmak için verilen kurtuluş savaşına engel olmaya çalışanlar olduğu gibi çıkardıkları isyanlarla köstek olan dini ve etnik kümeler de bulunuyordu. Öte yandan ekonomiden sağlığa, hukuktan eğitime her alanda geri kalmış, geri bıraktırılmış bir toplum bulunuyordu.

Bu koşullarda oluşturulacak devletin bir ulus-devletten başka türlüsü olamayacağı gibi bu işlerin bir devrim olmadan da yapılması olanak dışıydı. Ağır koşullar içinde verilen Kurtuluş Savaşına engeller çıkaranların yanında yapılan devrime de engeller çıkarılıyordu.

Kısaca 1920’lerde Anadolu’da hem bir Kurtuluş savaşı verilmiş hem de devrimler yapılarak bir ulus-devlet kurulmuştur. Her iki oluşumun önderi Mustafa Kemal, bu devleti oluşturan halkaları bir ad altında “Ne mutlu Türküm diyene” diyerek birleştirdi. Oluşturulan devlete “Türkiye”, halkına da “Türk” denmesini bugün eleştiren, dahası karşı çıkanlar beklenebileceği gibi hem Kurtuluş Savaşı’na hem de yapılan devrimlere değişik yollarla engel olmaya çalışanların mirasçıları arasından çıkması hiç de şaşırtıcı değildir.

Pantürkizm’den Misak-ı Milli’ye

‘Türklük’ kavramı imparatorluğun ‘dağılma’ sürecinde (özellikle Osmanlı’nın büyük travması Balkan Savaşları sonrasında) yüksek sesle gündeme gelmişti. Şevket Süreyya Aydemir, Balkan Savaşları sonrasında yaşanan büyük hayal kırıklığını kitabının ‘Bir İmparatorluk Masalı’ başlığı altında şöyle anlatıyor:

“Nihayet bir gün Balkan Harbi patlayıp da İmparatorluk orduları, o zamana kadar, öylesine hakir görülen Balkan orduları önünde bütün Osmanlı Avrupası’nı bırakınca, artık her şey belli oldu. Bu yıkılış, artık, yalnızca bir devletin mağlubiyeti değildi. Mesnetsiz bir hayalin sona erişiydi. Bir ruhun, bir zihniyetin tamamen çöküşüydü. Bir masal, bir imparatorluk masalı sona eriyordu. Meğer bizim saltanat zannettiğimiz şey, yalnızca bir gaflet uykusuymuş. Bir devlet ve bir zihniyet olarak imparatorluk, daha Cihan Harbinden önce ve Balkan yenilgisiyle zaten sona ermiş oluyordu.”

Aydemir, ‘Ergenekon’ başlığı altında sözlerini şöyle sürdürür: “Gerçi biz evvelce de Türktük. Fakat kendimize Türk diyemezdik. Türk sözü, birçok ırkları, kavimleri birleştiren bir imparatorlukta, bir kavmin diğerleri üzerinde tahakkümünü hatırlatır ve onları gücendirir diye düşünülüyordu… Milletimizin adı geçmek lazım geldiği zaman kendimize yalnızca: Osmanlı! der geçerdik. Reddedilen, inkar edilen Türk adına kimsenin sahip çıkmaması için her tedbir alınmıştı. Umumi kanaate göre Türk, kaba, görgüsüz ve kabiliyetsiz bir varlıktı.”

‘Osmanlıcılık’ ile ‘Türkçülük’ arasında gidip gelen İttihat Terakki’nin, 1908-12 arasındaki resmi ideolojisi yine de Osmanlıcılık idi. Osmanlı’nın ‘anavatan‘ olarak kabul ettiği toprakların kalıntılarının da kaybedildiği Balkan Savaşları’yla, bu politika tümüyle terk edilir. Bir söz var: Balkan Savaşlarına Osmanlı olarak gidip Türk olarak döndüler. Büyük bir kırılma anı. Balkan Savaşı kaybı üzerine Türkçü ideologlar Osmanlıcığın ölümünü ilan ettiler.

Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı’nda İttihat ve Terakki'nin Türkçü ve Turancı kadroları önemli bir rol oynamakla birlikte, Türkiye Cumhuriyeti kuruluş aşamasında kendi ülküsünü oluşturmada Turancı / Pantürkizm akıma karşı kesin bir tavır almış, Misak-ı Milli kavramını kullanmıştır. Bunun en büyük nedenlerinden biri hayalci ve maceracı bir tavırla işlenmiş Pantürkizm’in, Mustafa Kemal ve kurucu kadronun algısında kötü bir etki bırakmış olmasıydı. Turancı düşüncenin tanınmış önderi Ziya Gökalp 1923'te Turancılığı uzak mefkure ilan ederek yeni bir Türkçülük tanımı getiriyordu. Mehmet Emin Yurdakul da Turana Doğru adlı şiir kitabının yeni baskısında bazı şiirlerini değiştirerek Turan sözcüğünün yerine vatan sözcüğünü getirmişti. Ahmet Ağaoğlu, Halide Edip ve Yusuf Akçura, 1922-3'te Turancılıktan vaz geçmişlerdi. Bu köktenci değişimi, yalnızca iç dinamikler değil, jeopolitik gelişmeler de etkilemiştir.

Cumhuriyet’in kurucu kadrosunun ulusçuluk (Not 8) anlayışı ırkçı değil, ulusal topluluğu etnik topluluk (Türklük) temelinde tanımlamıştır. Anthony D. Smith’e göre, bütün ulusal kimlikler, değişen dereceler ve oranlarda, hem sivil (ulusların modern politik kimlikler olarak tasavvuru), hem de etnik (ulusların etno-kültürel dayanışmayla biçimlenmiş topluluklar olarak tasavvuru) unsurlar içerir.

Etniklik, Alt Kimlik, Üst Kimlik Kavramları

Konuyu bitirmeden önce kimlik kavramına da değinmek istiyorum.

Türkler tarih boyunca kendilerini boy adları ile nitelendirmişlerdir. Bu kavimler etnik, dil ve kültür açısından birbirleriyle akraba kavimlerdir. Anadolu’da bulunan Türkmen, Yörük, Çepni, Abdal, Tahtacı, Manav vb. Türk boylarının alt kimliği bu olmuş ama hepsinin bu alt-kimliklerinin dışında başkaları tarafından adlandırıldığı üst -kimlikleri Türk olarak kabul edilmiştir. Osmanlı Devleti Fatih Sultan Mehmet’ten beri millet sistemine göre örgütlendiğinden Türk boylarında Türk kavramını kullanmadan kendi alt kimlikleri ile millet sistemi içinde diğer Müslüman ve Müslüman olmayan halklarla birlikte yaşamışlardı.

1789 Fransız Devrimi’nden sonra ulusçuluk kavramı iki yaklaşımla gelişmişti. Bunlardan biri toprak temeline (teritoryal) dayanan Fransız ulusçuluğu, diğeri ise soy temeline (etnik) dayanan Alman ulusçuluğudur (Not 9). Alman-Almanya dediğimizde soyları ortak Alman olan bir halkı, Fransa-Fransız dediğimizde bir coğrafyayı (toprağı) anlatan ülkeyi ve o ülkede yaşayan halkları anlıyoruz.

Türkiye Cumhuriyeti durumunda ise idari ve laik rejim sistemi Fransa’dan alınırken, ulusçuluk kavramı da Alman okulunun değiştirilmiş halinden alınmıştır. Yeni devletin adı Türkiye Cumhuriyeti olmuştur. Nasıl Almanya dediğimizde Almanlara ait toprak parçası ülke anlıyorsak, Türkiye dediğimizde de Türk’e ait toprak ve ülke anlıyoruz. Bunu Almanya rahatlıkla yapmıştır. Türkiye’de ise hem soy temeli kabul edilmiş hem de “Ne mutlu Türküm diyene” sözü ile formüle edilen ulusçuluk uygulaması ile aslında Türkiye’de Türk’ün dışında kavimlerin de olduğu örtülü olarak kabul edilmiştir. ”Ne mutlu Türküm değil, Türküm diyene” sözünden bu anlaşılır.

'Türk' sözcüğü bir yandan bir etnik köken tanımlaması olarak kullanılırken öte yandan Türkiye'de yaşayan insanlara ilişkin bir genel tanımlama oluyor. Türkiye topraklarında yaşayan ve bu ülkeyi kendi yurdu sayan herkes, etnik kökeni ne olursa olsun, Türk'tür. Tıpkı Amerika'da yaşayan herkesin etnik kökeni ne olursa olsun Amerikalı olması gibi. Buna 'üst-kimlik' deniyor. Prof. Emre Kongar, bir insanın, kendi iradesi dışında, doğumda edindiği beş kimliği şöyle sıralar:

1.      Özellikle din-tarım toplumlarında, aşiret yapısının egemen olduğu feodal düzende, aile bağları çok önemli olduğu toplumlarda Aile kimliği;

2.      Kişinin doğduğu coğrafyaya bağlı olan Coğrafya kimliği;

3.      Kişinin içine doğduğu aileden sahip olduğu Din ya da mezhep kimliği;

4.      Bireyin doğuştan zorunlu olarak gelen Irk ya da milliyet kimliği;

5.      Bir devletin ve o devleti oluşturan toplumun ortak kimliği olarak kabul edilen Vatandaşlık kimliği.

Bu beş ögeden ilk dördü, tarihte çoğu zaman toplumları bir arada tutan üst-kimlik işlevi de görmüşlerdir. Özellikle din-tarım imparatorlukları döneminde din ve mezhep böyle bir işlevi yerine getirmiştir. Zaman içinde laiklik ve demokrasi geliştikçe, her insanın din, mezhep, dil, ırk farkı gözetmeksizin eşit haklarla doğduğu inancı yerleştikçe, demokratik ülkelerde, vatandaşlık bağı bir üst-kimlik niteliği kazanmıştır. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, devlete vatandaşlık bağı ile bağlı olan bireyleri Türk olarak niteler. Bu niteleme ne ırka ne dine dayalı bir nitelemedir, yalnızca politik vatandaşlık bağını belirler.

“Devrimle milliyetler birleşip millet oldu” sözünü sahibi Mehmet Ali Güller’in vurguladığı üzere “bu topraklarda 1920’de hep birlikte bir devrim yaptık; devrimle Osmanlı padişahlarının kulu olmaktan çıktık, millet olduk. O nedenle büyük devrimci Mustafa Kemal Atatürk şöyle dedi: “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir.” Evet, Türkiye halkı olarak çeşitli etnik gruplardandık; Türktük, Kürttük, Çerkezdik, 24 etnik milliyettik ... devrimle 24 milliyet, bir millete dönüştü; o milletin ismine de Türk dedik.” İngiltere ve Fransa vb. ülkelerde olduğu gibi farklı etnikler ulus olarak birleşirken, içlerinden biri çeşitli nedenlerle ulusa adını verdi.

O “çeşitli nedenler” içinde o kimliğin tarihselliğinden nüfusuna, ekonomik gücünden devlet kurabilme yeteneğine kadar pek çok etken var. Yine M. A. Güller’in deyişi ile “Ah vah etmenin, keşke benim etnik grubumun ismi verilseydi demenin tarihin akışını değiştirebilmeye bir faydası yok. Her yerde olduğu gibi bu topraklarda da tarihin ve toplumların yasası işledi sonuçta.”

Ahmet Taner Kışlalı bir makalesinde: “Atatürk bu ulusu ne ‘ırk’ ne ‘din’ üzerine kurmuştur. Bin yılda oluşmuş olan bir ‘kültür ortaklığı’ üzerinde kurmuştur. Etnik köken bir ‘alt kimlik’tir... Etnik kültür bir ‘alt kültür’dür. ‘Ulusal kültür’ alt kültürlerle çatışmaz; onların sentezinden oluşur... ‘Ulusal kimlik’ de bir ‘üst kimlik’tir. Alt kimliklerle çatışmaz; onları kendi şemsiyesi altında bütünleştirir! Etnik kimlik, çoğunlukla ‘ırksal’dır... Ulusal kimlik ise ‘kültür bütünlüğü’nün adıdır, bir ‘ırk bütünlüğü’nün değil!”

Notlar

Not 1: Etniklik kavramının 1953’teki ilk kullanımı, Amerikan sosyolog David Riesman’a dayandırılır. Tartışmalı bir kavram olarak etniklik, kişinin kendi etnik grubuyla özdeşleşmesidir. Etniklik genel anlamda bir toplumsal kümenin ırk, dil ya da milli kimliğidir. Terimin Yunanca anlamı ethnos, kabile ya da ırktır. Göç gibi toplumsal hareketlilikler etniklik bilincini artırır. Etnik kimlik, bireyin içinde yaşadığı toplumdaki yaygın kültür unsurlarından farklı olarak, orijinal bir kültürel sistemin yapı özelliklerini nitelik itibariyle taşımasıyla ortaya çıkan bir kimlik türüdür.

Not 2: Arapça bir sözcük olan millet, Kuran’da din anlamında kullanılır. Osmanlı İmparatorluğu’nda Müslümanlar etnik farklılıklardan bağımsız olarak tek bir millet olarak görülüyordu. Millet sözcüğünün sekülerleşmesi 19. yüzyılın ikinci yarısında gerçekleşmiştir. Osmanlıda kimileri nation sözcüğünü Türkçeye kavim olarak çevirirken, kimileri de ümmet olarak çevirmişti. Sonuçta nation sözcüğü Osmanlı Türkçesine ümmet olarak aktarıldı. Tanzimat sonrası sekülerleştirme çabalarının bir sonucu olarak, millet kavramı da dünyevi bir içerik edinmeye başlamış ve ümmet sözcüğünün yerini almış, nation sözcüğünün karşılığı olarak kullanılmaya başlanmıştı.

Not 3: “Türklük bilimi” adı verilen Türkoloji Türklerin geçmişini, tarihini öğrenmesi bakımından önemli bir bilim dalıdır. Türk halkının soyunu, kültürünü, edebiyatını öğrenmesini sağlıyor. Türkoloji, diğer adlarıyla Türkiyat, Türklükbilimi, Türk halkının kimliğini detaylı şekilde ortaya seriyor. İlk Türkoloji kürsüsü Paris’te kurulmuştur. Türkoloji biliminin öncü isimlerinden Rus doğu bilimci ve Türkolog Wilhelm Radloff, Orhun kitabelerinin çözülmesinde önemli katkılar sağlamıştır. Türkoloji 17. yüzyılda başlayan Sinoloji (Çin araştırmaları) disiplinine bağımlı olarak gelişmişti.

Not 4: Stalin’in 1930’ların sonunda Orta Asya dillerinin yazımında Latin alfabesinden Kiril alfabesine geçişi emretmesinin nedeni, hem dilleri kendi içlerinde farklılaştırmak hem de artık Latin harfleriyle yazılan Türkiye Türkçesiyle iletişimi güçleştirmekti (Aktaran: F. Georgeon, age. s. 81).

Not 5: Birinci Dünya Savaşı sırasında Jöntürkler Almanya’nın da özendirmesiyle, Rusya Türkleri arasında çarlığa karşı başkaldırılar örgütlemeye çalışırlar. Türk casuslar Orta Asya ve Kafkasya’da, halkı başkaldırıya kışkırtarak, para ve silah dağıtarak dolaşırlar. Bütün bu etkinliklerden bir sonuç çıkmaz. Tam tersine, çarlık ordusunda askerlik yapan Müslüman öğeler Romanovlara sadık kalır. Bu, İstanbullu Pantürkistler için acı bir dersti! (Aktaran: F. Georgeon, age. s. 82)

Not 6: Süleyman Nazif ’e göre, Türklük diye bir şey yoktu. Osmanlı dili gibi, Osmanlı milliyeti de yüzyıllar boyu çeşitli ırkların karışımından ortaya çıkmış bir milliyettir. Türkçülerin ileri sürdüğü Osmanlıların Tatarlarla, Moğollarla akrabalığı bir uydurmadan başka bir şey değildir. (N. Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, s. 435)

Not 7: Ahmet Naim’e göre, ulusalcılık akımı da dinden ayrılmış bir devlet isteyen Batıcılık gibi, Batı’dan gelen ve İslam birliğine musallat olan bir mikroptu. İslamlığın bedeninde insan vücuduna musallat olan kanser kadar korkunç bir hastalıktı. ... Türklük, Rusya’dan gelen Tatar Türkçülerin icat ettiği bir söylenceydi. İslam tarihinden ayrı bir Türk tarihi yoktu. Güzelim Müslüman adlarının yerine acayip Türk adları getiriyorlardı; ... bütün Müslümanlara Arapları üstün tutmak bir din borcudur. Bir hadis, Peygamber’in ağzından şöyle der: Ben Arap’ım; Kuran Arapçadır; cennet ehlinin dili Arapçadır. Başka bir hadis, Arap’ı sevmek imandandır; sevmemek imandan ayrılmaktır, yine başka bir hadis, Arap’a söven kâfirdir. (Ahmet Naim, İslam’da Davayı Kavmiyet, İstanbul, 1332/1916, s. 51-52)

Not 8: Ulusun tanımında olduğu gibi, ulusçuluğun tanımında da günümüzde genel bir mutabakat yoktur. Kullanımına ilk kez Alman filozof Johann Gotfried Herder’in 18. yüzyıl sonlarındaki çalışmalarında rastlanan ulusçuluk terimi, genel dil kullanımına 19. yüzyılın ortalarında girmiştir. Ulusçuluk hümaniter, Jakoben, aristokrat, kültürel, demokratik, entegral ve ekonomik ulusçuluk (J. H. Hayes Carlton) ve Batı ve Doğu ulusçulukları (Hans Kohn) olarak kategorilere ayrılır. Ulusu teritoryal bir vatan olarak tanımlayan teritoryal ulusçuluk ise gerçek ya da hayali bir tarihe yaslanan bir ülke, politik-hukuki bir topluluk, vatandaşlık ve ortak bir sivil-politik kültür gibi özellikler içerir. Ulusçulukla ilgili olarak üç tipten bahsedilebilir. Bunlardan ilki Fransız tipi ulusçuluktur ki bu tipte mutlak otoritelerin yerini ulus iradesi almıştır ve kolektivist yurttaşlar temeline dayanır. İkinci tip Alman ulusçuluğudur. Etnik ve kolektivist olan Alman tipinde tabi olma gerekliliktir. Fransız ulusalcılığına bir tepki olan bu tipte kültürel unsurlar ön plandadır. Üçüncü tip olarak ise Amerikan ulusçuluğundan bahsedebiliriz. Bireysel yurttaşlık temelli ve yurtsever temalı bu tip, bireyci, çoğulcu ve özgürlükçüdür.

Not 9: Almanya’da German kavimleri bulunduğundan ve bunlar dışında azınlık sayılabilecek kavimler yok denecek kadar az olduğundan Almanya’da aynı soydan gelenlerin birlikte kurduğu bir Alman ulusu oluşturulmuştur. Buna karşılık Fransa’da böyle etnik-dilsel-kültürel akraba Fransız kavimleri olmadığından, dahası Frenk bir etnik küme de bulunmadığından zorunlu olarak bu kavimleri bir arada tutacak aynı toprak ve coğrafya üzerinde yaşayan kavimler anlamına hepsinin üst kimliği olarak Fransız üst-kimliği kabul edilmiştir.

Kaynakça

Akçura, Yusuf, Üç Tarz-ı Siyaset, Hazırlayan: Recep Duymaz, Boğaziçi Yayınları, İstanbul, 1995

Avcıoğlu, D., Türklerin Tarihi, Birinci kitap (İkinci Basım), Tekin Yayınevi, İstanbul, 1978

Aydemir, Ş. S., Suyu Arayan Adam, Remzi kitabevi, 1993, s.48

Çavdar, T., Milli Mücadelenin Ekonomik Kökenleri, İstanbul, 1974

Durmuş, İ., Türk Adının Ortaya Çıkışı, Anlamı ve Yayılışı, Gazi Akademik Bakış, Cilt 10, Sayı 20, 2017, s. 37-47 (Prof. Dr., Gazi Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü Öğretim Üyesi)

Fikret, B., Kimlik, Alt Kimlik-Üst Kimlik. Türk, Türkiye-Çerkes-Kafkas, “Ne Mutlu Türküm Diyene” Sözü ve Uygulaması, www.circassiancenter.com, 20 Kasım 2004

Georgeon, F., Osmanlı-Türk Modernleşmesi 1900-1930, Çev. Ali Berktay, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2006

Güller, M. A., Alt kimlik - üst kimlik, 23 Temmuz 2020 Perşembe

Gümilev, L., N., Avrasya’dan Makaleler-1, Rusçadan Çev. D. Ahsen Batur, Selenge Yayınları, İstanbul, 2006

Karadağ, Osman, Stratejinin Yazılı Kaynakları: Türkler, Farslar ve Araplar, Destek yayınları, İstanbul, 2020

Kışlalı, A.T ., Kürt asıllı Türk olur mu? Cumhuriyet Gazetesi, Kasım 1995

Kongar, E. Alt Kimlik-Üst Kimmlik, 13 Aralık 2021

Lewis, B., Modern Türkiye’nin Doğuşu, Çev. Metin Kıratlı, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1996: 2-3, 342-350

Ökçün, A. G., 1970, Osmanlı Sanayii 1913-1915 Yılları Sanayi İstatistiki, Ankara, 1970

Sarı, Ç., Türk Düşünce Tarihinde Türkçülük Akımı ve 3 Mayıs 1944 Olayları, www.tarihistan.org, Ekim 29, 2020

Sümer, F., Oğuzlar (Türkmenler), İstanbul, 1999

Şahin, H., Türkiyeli, Türk, alt-kimlik, üst-kimlik, 22.10.2004

Ünlü, B., Türklüğün Kısa Tarihi, https://m.bianet.org/bianet/siyaset/164092-turklugun-kisa-tarihi

Yıldız, A., Ne Mutlu Türküm Diyebilene-Türk Ulusal Kimliğinin Etno-Sekuler Sınırları-1919-1938, İletişim Yayınları, 2001

Zabunoğlu, H. G., Günümüzde Ulus-Devlet, ERÜHFD, C. XIII, S. 1, (2018), s.535-559