Öncelikle şunu belirteyim, ırk ve etnik kavramları sosyolojik ve
antropolojik kavramlardır, biyoloji açısından her ikisi de geçersizdir (Not 1).
İkincisi, antropolojik açıdan da olsa saf bir ırk ve etnik yapı söz konusu
değildir. Hele ulus kavramı tümüyle politik ve kültürel bir kavramdır. Saf bir
ırk olamayacağı gibi saf bir ulus da söz konusu değildir. Tarih öncesinden
başlayarak insan kümelerinin yer değiştirmeleri, uzun mesafeli göçleri ile
farklı insan kümeleri birbirlerine karışmış çok farklı halklar oluşturmuştur.
Hele insanların avcılık-toplayıcılık döneminden tarım dönemine ilk geçtiği, tüm
yönlerdeki büyük göçlerin kavşak noktası Anadolu gibi coğrafyalar çok çeşitli
halkların harmanlandığı yerlerde saf bir etnik yapının olması olanak dışıdır.
Üçüncüsü, 1920-30’lu yıllar tüm dünyada ulus-devletlerin oluşumunun doruk
noktasıdır. Dünyanın başka yerlerinde neler olduğunu kavramadan anılan dönemde,
yani Türkiye Cumhuriyeti’nin kurumlarıyla kuruluş aşamasında olanları
değerlendirmek dar görüşlülük olur.
Türk Halkının Kökeni
Birçok araştırıcı, çok eski yıllarda Türk adı taşıyan bir
kavmin varlığını araştırır. Özellikle Cumhuriyet’ten sonra, İslam ve Osmanlı
ile sınırlı bir tarih anlayışına tepki olarak bu yolda çok ileri gidilir,
arkeoloji, kültür, dahası dil araştırmalarına dayanmadan, t, r, k harfleri
geçen her yerde, Türk ulusunun keşfine çalışılır. Son arkeolojik araştırmalar ve kültür tarihi incelemeleri bu savları
doğrulamaz. Dil araştırmaları, Türk’ün eski söylenişinin, bugünkü gibi
tek heceli değil, iki heceli olduğunu gösterir. Türk adı ilk kez, Orhon
Yazıtları’nda, daha çok Türük biçiminde geçer; Çin kaynakları da T’u-ku’e,
T’u-chueh diye iki heceli yazar. Türük, giderek Türk olur.
Ön Türkler (Proto Türkler), Hunlardan önceki dönemlerde var
olan, sonradan Türklerce benimsenen bazı toplumsal özellikleri olan, Türk dil
ailesinden diller konuştukları, anaerkil oldukları; ancak daha sonra
çevre toplumların etkisiyle ataerkil oldukları sanılan topluluklardır. Bu
Ön Türkler Baykal ve Balkaş gölleri arasındaki bölgede yaşıyorlardı. Jean Paul
Roux, Türk olgusunu milattan önceki yüzyıllara kadar geri götürürken kimi
Batılı bilginler, Göktürk öncesi dönem için Türklerle akraba olan halklara
Ön Türk adını verirler.
Türklerin ataları, Batılı tarihçilere göre MÖ 2500-1700
yılları arasındaki Afanasyevo kültürü ile başlar, MÖ 1700-1200 yılları
arasındaki Andronovo kültürü ile sürer. Bu savaşçı ve göçebe kültürlü
insanlar MÖ 1700 yılları sonrasında Altay Dağları ile Tanrı Dağları arasındaki bölgeye yayılır. Bu insanların MÖ 450’den başlayarak
Moğolistan’a doğru ilerledikleri, orada bulunan Hint-Avrupa halklarını oradan
kaçırdıkları, bölgede bulunan kafataslarının incelenmesi ile kanıtlanmıştır.
Jean-Paul Roux Türklerin Tarihi adlı kitabında Ön Türkleri Baykal ve
Balkaş gölleri çevresini de içine alan bölgeye yerleştirir.
Türklerin ataları, Avrasya tarihinde büyük bir rol
oynamışlardı. Dilbilimcilerin savına göre Ön Türk dili MÖ 3000-500 gibi
erken bir tarihte bile konuşuluyordu, ama Türkler ancak 6. yüzyılda tartışılmaz
biçimde tarih sahnesine çıktılar. Çin kaynakları bu dönemde Moğolistan ve Güney
Sibirya’da Tujue denen bir halktan söz eder, modern bilimciler de bu
halkı Türk olarak tanımlar. L. N. Gümilev’e göre; İç Asya’nın batı kesiminde Türkçe konuşan halklar, MÖ 3. yüzyıldan
başlayarak çok eskilerden beri biliniyorlardı; ama Türk sözcüğü o
sıralar yoktu; onlara Hyung-nu deniliyordu. Kendini Türk olarak
tanımlayan halk (Tu-kiu), 6. yüzyıl başlarında Altaylarda biçimlenmişti.
Bu ad, Türk dilli bütün kabilelere değil, daha sonra Orta Asya’da egemenliği
ele geçiren küçük bir halka veriliyordu. Fransız Doğubilimcileri onları Türk
sayarken Rus sinolog N. Y. Biçurin Moğol olarak saymıştı, ancak
Orhon Yazıtları onların Türklüğünün doğruluğunu ortaya koymuştu.
Türk sözcüğü, P. Pelliot ve A. N. Kononov’a göre, güçlü, sert anlamına
gelir. Bu da 6. yüzyılda politik bir terimden bir etnik adın doğuşumunu
gösterir. Titiz bir filolojik araştırmadan sonra bu yargıya varan Kononov’a
göre Türk sözcüğü, değişik ırk ve etnik kökenden birçok kabileyi birleştiren
ve geniş bir coğrafyayı kapsayan bir topluluk adıdır.
Türk Kağanlığı’nın kurucuları olan İstemi ve Bumin
adları Türkçe olmadığı gibi içinden geldikleri boy (klan) adı Aşına
da Türkçe değildi. Hükümdar maiyetindekileri belirtmek için kullanılan böri
(kurt) de olasılıkla İran dillerinden türetilmişti. Türk dilinde yazılmış
Orhon Yazıtları’nda Türk dillerinde olmayan, bu dillerle ilişkisi bulunmayan Orta
Asya dillerinde görülen sözcükler de vardır. Dolayısıyla yapılan araştırmalar
bizi saf ulusal bir öze değil, çok-ırklı, çok-dilli bir bozkır
ortamına götürüyor.
Kimileri genellikle budun sözcüğünü millet olarak
çevirirler. Oysa Türk budun bozkırda Türkçe konuşan boyların ancak bir
bölümüdür. Türk budun, belli bir boylar örgütlenmesine verilen addır. Budunu
oluşturan boy ve obaların tümünün aynı soydan gelmesi, üstelik aynı dili
konuşması bile gerekmez. Bozkır politik örgütlenmelerinde, düşsel soy kütüğüne
önem verilmekle birlikte, ırk ve dil ayrımı gözetilmez. Bilge Kağan, bazı
yerlerde öteki budunların kendi budunu olduğunu söyler. Fakat bu kendi
budunum deyişi, onu kendi soyundan ya da kendi Ulus’undan sayma
anlamında kullanılmaz. Dört kez savaştığı Dokuz Oğuz için Dokuz Oğuz benim
budunum idi der. Bunun anlamı, Dokuz Oğuz budunu bana bağlıydı, onu ben
yönetiyordum biçimindedir.
İran içlerine, Kafkasya, Kırım ve Hindistan kuzeyine
kadar genişleyen Batı Göktürkler, Bizans ile bağlaşma yapmışlar, elçiler
göndermiş ve Kağanı’n ordasına Bizans elçileri gelmişti. Böylece Türk
adı tanınmış, Bizanslılar Türk sözcüğünü Türklerin genel adı olarak
kullanmışlardı. Bizanslıların geçmişte de Türklerle sıkı ilişkileri olmuşsa da Türk
adlı bir politik kuruluş olmadığından, onlara Hun, Utigur, Kutigur,
Sabar, Bulgar adlarını vermişler ya da genel bir ad olarak İskit demişlerdi.
Hun da aynı anlamda kullanılıyordu. Bizans kaynaklarında ilk kez 1083’te Türkmen
adı geçer. Kendilerini Buharalı, Semerkantlı ya da Rumi diye tanıtan
yerleşik Türkler, Türk ve Türkmen sözcüğünü hakaret anlamında
kullanırlar.
Türkçülük, Osmanlı’da değil, Rusya’da başlar
Türkçülük, Turancılık ya da o günlerdeki
yaygın adı ile Pantürkizm, 19. yüzyıl sonları ile 20.
yüzyıl başlarında, tüm Türk halklarının kültürel ve politik birliğini
amaçlayan politik bir akım
olarak ortaya çıkmıştır.
Rusya’da kapitalizmin gelişmesiyle,
özellikle Kazan İslam burjuvazisi ortaya çıkar. Orta Asya ticaretinin tekelini eline
geçiren bu burjuvazi, hızla zenginleşir, büyük ticaret ve sanayi şirketleri
kurarlar. Önde gelen Türkçülerden Yusuf Akçura, bir fabrikatör ailesinden
gelir. Bu burjuvazi, Rusya içinde Türk ve İslam birliği akımının gelişmesinde
önayak olur. Petrol bölgesi Azerbaycan’da da bir sanayi burjuvazisi gelişir.
Toprak soyluları ile işbirliği içindeki bu
burjuvazi, Osmanlı ile yakından ilgilidir. Rusya’daki Türkçüler, daha çok İslam
birliği sloganı kullansa da Batı kültürü içinde yetişmiş olduklarından
İslamcılıktan çok uzaktırlar. Bu nedenle panislamist Abdülhamit,
bunlardan hiç hoşlanmamıştır. Rusya’daki 1905 Devrimi’nin başarısızlığa
uğraması, Osmanlı’da 1908’de İttihatçıların iktidara gelmesi üzerine, Rusya
Türkçüleri, İstanbul’a akarlar. Osmanlıcılığın yerini, Türkçülük,
Turancılık alır.
Türkiye Türkçülüğü ile Turan Türkçülüğü arasında bocalayan bu akım,
Türk Kurtuluş Savaşı kazanıldıktan sonra açıklık kazanır, Milli Misak sınırları
içinde yaşayan Türkiye halkı, Türk Ulusu ilan edilir. Türklerin Orta
Asya’dan ulus olarak gelmediği, Anadolu’da yerli topluluklarla karışarak
ulus olduğu açıktır. Bu ulusun oluşumunda, Selçuklu, Osmanlı devletlerini kuran
Türkmen (Yörük) boylarının katkısı büyüktür. Türkçe konuşan topluluklar,
Farsça ve Moğolca konuşan topluluklarla uzun bir süreç içinde epey
karışmışlardı. Farslaşan Türkler, Türkleşen Farslar, Moğollaşan Türkler,
Türkleşen Moğollar vardır. Moğol yayılması öncesinde Türkmenler arasında bile
Türkmenleşmiş Araplar ile Oğuz kökenli olmayan göçebe toplulukları yer
alıyordu. Bir araştırmaya göre, günümüzdeki Anadolu Türkmen’i, 11. yüzyıl
Türkmen’inin kültür özelliklerinin yüzde 39’unu koruyorken, Merv Türkmen’inde
bu oran yüzde 69’dur.
Türk Ulusalcılığı (Milliyetçiliği)
Milliyetçilik ile ulusalcılık arasında ayrım yapanlar
varsa da ben millet yerine İngilizce nation karşılığı olarak Türkçe
bir sözcük olan ulusu kullanmayı yeğliyorum. Çünkü günümüzde her ne
kadar millet ve ulus eş anlamlı olarak kullanılsa da millet dini
bir içerik taşır (Not 2).
Ulus kavramının geçmişi çok eskiye gitse de 1789 Fransız Devrimi ile
yaygınlaşmış bir kavramdır. Avrupa’da 14. yüzyıldan başlayarak ulus durumuna
gelen ilk ülkeler İngiltere, Fransa, İspanya, Portekiz gibi ülkeler olmuştur.
Fransız Devrimi ilkelerinin Avrupa’da yaygınlaşması sonucu Türk ulusalcılığı 19 ve 20. yüzyılların dönemecinde,
Ahmet Midhat, Yusuf Akçura, Ahmet Ağaoğlu, Ziya Gökalp gibi bir avuç insan ile
başlar. Önce Balkanların Hıristiyan halkları milliyetlerinin bilincine
varır, merkezi yetkeye karşı ayaklanmaya başlar. İlk ayaklanan Yunanlar ve Sırpları, Bulgar, Makedon ve Ermeni ulusalcıları
izler. Bunların ortak özellikleri, kendi tarihi ve milliyetiyle ilgili
bilincini korumuş, varlığını bir ölçüde de Kiliseye borçlu olan bir etnik
çekirdek ile bir ulusal burjuvazinin varlığına dayanmalarıdır.
Önderliği de kültürel özerklik ya da bağımsızlık isteyen ulusal burjuvazi
üstlenir. 19. yüzyılın sonuna doğru, sıra imparatorluğun Müslüman halklarına
gelir: Önce Arnavutlar, sonra Araplar, Kürtler, en sonunda da Türkler.
Türk milliyetinin ortaya çıkmasını geciktiren ve
uyanışını belirleyen etmenler, İslam’da ulusalcılığın ortaya çıkışı
sorunuyla ilgilidir. Osmanlı toplumu, yarı-özerk dini, kültürel cemaatler olan milletler
olarak sınıflandırılıyordu Bunlar, Ortodoks milleti, Yahudi
milleti, Müslüman milleti idi. Bir Türk kendini öncelikle Müslüman
milletinin bir parçası olarak görüyordu.
Müslüman halklar, ortak bir tarihi de paylaşıyor olsalar
da dil nesnel bir farklılaştırıcı öğe olarak kalmıştı. Türkler, İslam’ı
benimseseler de kendi dillerini bir ölçüde korumuşlardı. Yönetim ve saray dili
olan Osmanlıcada bolca Arapça, Farsça sözcükler kullanılmakla birlikte, yine de
bir Türk diliydi. Anadolu köylüsü daha arı bir Türkçe konuşuyordu. Türkler ile
Araplar arasındaki farklılaşmanın ana öğesi olan dilin, Türk ulusalcılığında
çok önemli bir yeri vardır. O nedenle günümüzde kimi İslamcı Türk yazarları
dilde arılaşmaya karşıdır. Ayrıca Türklerde, özellikle de gezgin, tüccar,
memur, asker olarak Osmanlı ülkelerini dolaşanlarda ilkel bir etnisite
duygusu vardı; bu kişiler, kullandıkları dil, giysiler, töreler vb.
aracılığıyla bir farklılık duygusuna erişmişlerdi. Bu Türk kimliği duygusu Türkoloji
incelemelerinin katkısıyla imparatorluğun aydın, politik sınıfları arasında da
güçlenmişti. Türkoloji (Not 3) hem Türk kültürünün eskiliğini hem de
Balkanlardan, Orta Asya’ya, Sibirya’ya kadar yayılmış durumdaki Türk dilli
konuşan halklar arasındaki kültür birlikteliğini ortaya çıkarıyordu. Böylelikle
Türkoloji, Türk halklarının tarihindeki İslam öncesi dönemin önemini ortaya
koyarken, önemli bir sonuca da yol açmıştı: Türk halklarının tarihi içinde,
İslam artık diğerlerinden farklı olmayan bir dönem olarak görülür. Bu bakımdan
Türkoloji, Türklüğü İslam’dan ayırmada, Türk halklarının geçmişine yönelik
tarihsel bakışı laikleştirmede katkı yapar.
Türk ulusalcılığı ile diğer Avrupa ulusalcılıkları
arasındaki fark yalnızca kültürel değil, aynı zamanda toplumsal düzeydedir.
Türk örneğinde, ulusalcılık ulusal gelenekleri sürdürmüş bir ruhban
kesiminden destek alamamıştı; tam tersine Türk ulusalcılığı bir ölçüde dine
ve özellikle de ulemanın Müslüman ümmetinin birliğini sürdürme savına
karşı çıkarak biçimlenmek zorunda kalmıştı. Üstelik başka köylü dünyalarında
görüldüğü gibi, Türk köylülüğünün bir milliyet bekçiliği rolü üstlendiği
de söylenemez: Türk köylüsü, Süleyman I döneminde her köye bir cami, bir
imam uygulaması sonucu kendini İslam’la özdeşleştirmeye mahkum edilmişti. İslam
öncesi Türk inançlarını yalnızca kimi göçebe topluluklar korumuştu, ama bunlar
merkezi iktidarın hor gördüğü bir küme olarak kalıyordu. Türk ulusalcılığı
tasarısını destekleyenler, göreli olarak soyutlanmış ve kitleden kopuk bir avuç
bilgin ve aydındır yalnızca.
Türk ulusalcılığının ilk formülasyonunu pantürkistler
yapar, özellikle de Rusya asıllı Türk göçmenler bunda önemli bir rol oynarlar. Türk dilini kullanan halkların birleştirilmesi düşüncesi de Rusya’nın
Müslüman Türk halkları içinde doğar. Başlangıçta pantürkizm, Rusların
Kafkasya ve Orta Asya’da giriştikleri, Rusya Türklerinin ekonomik
etkinliklerini, kültürel kimliklerini tehdit eden yayılma politikasına (panslavizme)
karşı bir tepki olarak görünür. Hareketin başında Tatar büyük burjuvazisi
vardır; girişimlerin çoğu, hedefi dil birliği, eylem birliği, düşünce
birliği olarak özetlenebilecek, İsmail Gasprinski’den (Gaspıralı) kaynaklanır.
Bu hareket Osmanlı’da etkisini, temelde 1908’deki Jöntürk
Devrimi’nden sonra Çarlık baskısından kaçıp Türkiye’ye sığınan göçmenler
aracılığıyla duyurur. Bunların en tanınmışları, Hüseyinzade Ali, Yusuf Akçura
ve Ahmet Ağaoğlu idi.
Rusya’nın, Japonya karşısında uğradığı bozgun, 1905
Devrimi’nin ardından pantürkist hareketin örgütlenme çalışmaları başlar.
1917 Devrimi döneminde pantürkist etkinlikler yeniden canlanır. Mustafa
Kemal pantürkizmi mahkum eder, ama İkinci Dünya Savaşı’nda Alman orduları
Kafkasya yönünde ilerlerken, Türkiye’deki kimi pantürkistler arasında
kışkırtma etkinlikleri yeniden başlar.
Diğer pan hareketleri gibi, pantürkizm de
yanında romantik bir içerik getirirse de bazı önemli noktalarda ayrılıyordu.
Öncelikle Türk ulusalcılığı içine burjuva liberal bir boyut sızar.
Modern bir din anlayışı geliştirirler, kadının kurtuluşunu savunurlar, ekonomik
ve toplumsal ilerlemenin gerçekleşmesini isterler. Pantürkizm, önceleri
politik yelpazede solda yer alırken, Mustafa Kemal’in pantürkizmi mahkum
etmesinden sonra sağa kayar.
Türk ulusalcılığı, Yunanlara ve onların arkasındaki
İngiliz yayılmacılığına karşı yürütülen 1920-22 Kurtuluş Savaşı, Büyük
Güçler’ce dayatılan Sevr Antlaşması’na karşı başkaldırı ve Avrupa dışındaki
halkların ilk kurtuluş hareketi olarak değerlendirilir. Türk ulusalcılığı, 20.
yüzyılın yayılmacılık karşıtı, silahlı savaşıma dayalı, tarafsız, ekonomik
bağımlılığı yadsıyan, sosyalizm ya da üçüncü yol temelinde ulusal bir
ekonomi kurmaya çalışan, yerli ulusalcılıkların ilk örneği olarak kabul edilir.
Osmanlı’nın en güçlü olduğu dönemde verdiği kapitülasyonlar, Avrupa’nın
ekonomik ve ticari sızmasının gerekçesini oluşturmuş; toprakları işgal edilmeye
başlanmıştı. Sanayi devrimiyle birlikte ve 1838’de İngiltere ile yapılan
ticaret antlaşmasının ardından, Avrupa ürünleri Osmanlı ülkesine akmaya başlar.
Tanzimat döneminde Avrupa’dan gelen baskılar daha da artar. Sonra, Osmanlı
İmparatorluğu’nun yarı-sömürgeleştirilmesi adı verilen süreç başlar.
Bu süreç mali kurumlara (Düyun-u Umumiye, Tütün Rejisi),
ülke içinde Avrupalı şirketlerin gelişmesine (bayındırlık işleri, demiryolları,
liman inşaatları vb.) dayanıyordu. Eski bir tema olan Hıristiyanların
korunması, çoğalan yabancı okullar da sürecin diğer dayanaklarıydı. Sonunda
Avrupa’nın varlığı, büyük kentlerde, kıyı bölgelerinde, ülke ekonomisinin,
toplumsal ve kültürel yaşamının tüm alanlarını kapsayacak kadar genişlemişti.
Türklerin toplu belleğinde asıl yer tutan İstanbul’un
İtilaf güçlerince işgalinden çok, ayrıcalıkların, kapitülasyonların,
Hıristiyanlar üzerindeki korumanın, yaşayabilecek bir Türkiye oluşturma
umutlarını yok eden Sevr Antlaşması’nın anıları, kısacası yabancı
müdahaleler denebilecek şeylerdi. Eylül 1922’de, Mustafa Kemal Türkiye’de
yabancı müdahalelerin sona erdiğini açıklıyordu.
Kemalist laiklik hareketi teoloji uzmanlarının
ebedi İslam’ına karşı çıkmıyordu. Osmanlı İslam’ı hukuki düzenlemeler
açısından, Hanefi İslam anlayışıdır. Hanefilik, gevşek bir İslam anlayışı, ama aynı zamanda tarihsel açıdan
yeniliğe en kapalı eğilimdir. Resmi Osmanlı İslam’ı evrime hiç açık olmayan bir
anlayıştır. Laiklik, en katı Müslüman olan bir ülkede ortaya çıkıyordu.
Tanzimat döneminden imparatorluğun politik ve yönetsel modernleştirilmesi,
İslam’ın yetke alanının daha da daraltılmasına yol açmıştı. Mahmut
II’den beri girişilen reformlar aslında devlet kurumlarının
Batılılaştırılmasına yöneliktir, durmadan ulemanın yetkilerini sınırlıyordu.
Ulemanın yetkileri, padişahın onların mali kaynakları (vakıf sistemi)
üzerindeki denetimi ve Batı usulü bir bürokrasinin gelişmesiyle zayıflıyordu.
Dini değerlerden kopuk bu yeni bürokrasi, geleneksel olarak ulemaya ait
konumları yavaş yavaş kapmaya başlıyordu. Gülhane Hatt-ı Hümayunu’ndan
sonra, devletin sekülerleştirilmesi, dini kurumların zararına sürer. Dini kurumlar özellikle yasama ve hukuk alanlarında
geriliyordu. Geleneksel İslam hukukunun yanı sıra, önce ticari, sonra da ceza
davalarında Batı türü hukuk düzeni gelişir. Eğitim alanında ise, bütün
gelişmelere kapalı medreselerin yanında, Tanzimat’tan başlayarak yavaş yavaş
yerleşen bir modern kamu eğitimi sistemi ortaya çıkar.
Jöntürk Devrimi genellikle, Osmanlı İmparatorluğu’nda Abdülhamit’in
baskıcı yönetimi ile askıya alınmış meşruti düzeni geri getirmeye yönelik
liberal bir hareket olarak alınır. Bu olay aynı zamanda Abdülhamit rejiminin
imparatorluğun dağılmasına, parçalanmasına yol açması nedeniyle, imparatorluğun
birliğini ve bütünlüğünü korumak, modernleşmesini sağlamak amacıyla eyleme
geçen subaylarca yürütülen yurtsever bir devrimdir. Rus-Japon Savaşı (1905)
sonrasında Asya’yı sarsan, bir dizi devrimci hareket (Hindistan, İran, Çin)
içinde yerini almıştı. Makedonya’dan başlayan bu devrim, başkentin
kozmopolitizmine taşranın tepkisidir. Devrimin aktörleri içlerinde
Türklerin ağırlıkta olduğu, ama Arnavutların da yer aldığı Müslümanlardır.
Ağırlık merkezini Avrupa başkentlerindeki sürgünlerden Makedonya Ordusu’na
kaydıran Jöntürk hareketi, başlangıçta kozmopolit bir yapı gösterirken,
sonra İslamlaşır, belli bir ölçüde Türkleşir. Devrim aynı zamanda
Abdülhamit’in çevresine, özellikle de Ebulhuda ve Arap İzzet gibi Arap kökenli
danışmanlarına bir tepkidir. Bu adamlar bir anlamda Yıldız’daki Arap
lobisini oluşturuyorlardı.
Avrupa’daki toprakların büyük bölümü, Afrika’daki son
yerlerin yitirilmesi olayları Türk kimliği sorunu üzerinde birçok açıdan etki
yapar. Birincisi, parçalanmaya doğrudan katılan ya da buna göz yuman Avrupa’ya
karşı yöneticilerde ve kamuoyunda giderek büyüyen bir düşmanlık oluşur.
İkincisi, savaşların (Trablusgarp Savaşı, Balkan Savaşları, Arnavutluk
başkaldırısı, Yemen başkaldırısı) ağırlığı temel olarak Anadolu Türklerinin
omuzlarına binmişti. Üçüncüsü, bu olaylar sonucu bir Osmanlı ulusu düşü olan Osmanlıcılık
yıkılmış, Arnavutluk başkaldırıları ve Arap ulusalcılığının yükselişiyle
zayıflayan panislamizm; Avrupa’nın saldırgan politikası nedeniyle zor
durumda kalan Batıcılık bu darbelerden paylarına düşeni almıştı.
Tanzimat’tan beri, devletin modernleştirilmesi ve modern
eğitimin yaygınlaştırılması bir Müslüman Türk orta sınıfının oluşmasına yol
açmıştı; ama Avrupa sermayesinin ülkeye girişinin yol açtığı ekonomik
gelişme özellikle gayrimüslim azınlıklara yaramıştı. 1913-15 sanayi sayımı,
sanayi sermayesinin %50’sinin Rumların, %20’sinin Ermenilerin, %5’inin
Yahudilerin, %10’unun yabancıların elinde olduğunu gösterir. Bir araştırmada
imparatorluğun son döneminde İstanbullu tüccarların (ithalat-ihracat, ticaret)
yalnızca %5-%10’unu Türklerin oluşturduğunu gösterir. Müslüman Türk asker ve
sivil seçkinlerce yürütülen bir devrim, gayrimüslimlerin ekonomik konumunu
güçlendirmişti.
1908 Devrimi’ni izleyen döneme, ulusal hareketin örgütlenme
aşaması adı verilir, bazı dernekler kurulur. Japon araştırmacı Masami
Aral’a göre bu örgütlerden biri Osmanlı Devleti’nin politik formülüne bağlı
kalan Osmanlı Türk aydınlarının bakış açısı, diğeri de gözlerini Orta
Asya’ya dikmiş Rusya Türklerinin bakış açısıdır. Derneklerin en
önemlilerinden biri, bir küme Tıbbiye öğrencisinin girişimi ile Mart 1912’de
kurulan Türk Ocağı idi.
Türk ulusalcılık akımı iki cephede (din ve devlet)
direnişlere yol açıyordu. Ulusalcılığı bir kanser olarak gören
İslamcılar ümmet bağrında bir yörecilik (partikülarizm) doğuşunu
iyi karşılamıyorlardı. Osmanlıcılar ile olan tartışmaların kaynağındaysa,
ulusalcılığın devleti zayıflattığı suçlamaları yatıyordu. Türkçülerin
saflarında da dinin yeri, dil sorunu gibi bazı noktalarda tartışmalar
çıkıyordu. Ulusun tanımı olarak kimileri eğitim ve kültürü önerirken,
Alman anlayışının daha çok etkisinde olan diğerleri (özellikle Rusya Türkleri) ırk
ya da kavim kavramına dayanıyorlardı.
Edirne’den Orta Asya’ya, oradan İpek Yolu’nun Çin
vahalarına kadar bütün Türk halklarının birliği... Andre Malraux, pantürkizmi böyle tanımlar.
Osmanlı’nın Balkanları artık yitirdiğine ikna olan Enver Paşa, Turancılığı
gerçekleştirmek, başkenti Semerkant olacak Jöntürk İmparatorluğu’nu kurmak için
Doğu’ya yönelir. Almanların da özendirmesiyle, keşif göreviyle gönderdiği Vincent
Berger orada beklenmedik bir gerçeklikle karşılaşır: Orada kabile ve din
kimliği, Türk etnik topluluğuna aidiyetten daha önemliydi.
Pantürkist kimliği duygusunun gelişmesinde Türkoloji incelemelerinin
ilerlemesi belirleyici bir rol oynamıştı. Guignes’in yapıtından beri, Arthur Lurnley, Arminius Vambery, Radloff ve Thornsen’e
kadar Avrupalı bilginler, filologlar, gramerciler, tarihçiler Türk halklarının
eski tarihleri, sonraki evrimleri üzerine bilgileri derinleştirmişlerdi.
Onların araştırmaları bazı olguları gün ışığına çıkartır: Özellikle Çin
yıllıkları aracılığıyla öğrenilen İslam öncesi Türk tarihinin önemi; 8. yüzyılın ortasına ilişkin Orhon Yazıtları’nın çözülmesiyle
anlaşılan Türk dilinin eskiliği; Türk halklarının bütününde görülen dil ve uygarlık
birliği. Türkolojinin tüm bu yeni verileri, Ahmet Vefik Paşa, Necip Asım
tarafından kültürlü Osmanlı kamuoyunun bilgisine sunulunca, bir Türk kimliği
duygusu yavaş yavaş yerleşir. 1897’de ozan Mehmet Emin, Türkçe Şiirler (Osmanlıca
değil) derlemesi yayımlayarak küçük çaplı bir yazınsal devrime (bunu büyük
çaplı bir politik devrim izler) yol açar.
Türk halkları arasında kültürel bir birlik olduğu
düşüncesi Osmanlı İmparatorluğu’nda yavaş yavaş doğarken, Rusya’da giderek öne
çıkan düşünce, politik bir birleşmenin gerekli olduğuydu. Bu
isteği, İsmail Gaspıralı (Gasprinski) seslendiriyordu. Bunların panslavizme
bir yanıt olarak geliştirdikleri “politik” pantürkizmi ile kimlik
sorununa bir yanıt olarak geliştirilen Osmanlı’daki “kültürel” pantürkizm,
1905 Jöntürk Devrimi’nden sonra buluşur.
Pantürkist ideolojinin tarihindeki bir diğer kilit an,
1911-13 yılları arasıdır. İtalyanların Trablusgarp’ı işgal etmesi, Rumeli’nin
Balkan devletleri koalisyonunun eline geçmesi, İstanbul kapılarına dayanan Bulgar
ordularının tehdidi, Osmanlı seçkinlerinde tam bir travma yaratır, ülkeyi
uçurumun kıyısına sürüklediği düşünülen politik yönelimleri sorgulamaya
başlarlar: Jöntürklerin Osmanlıcılığı, liberalizmi, Osmanlı aydınları ve
yöneticilerinden bazıları yeni bir politik formüle yönelir. Nasıl ki, 1877-78
Osmanlı-Rus Savaşı sonrası durum Osmanlı Sarayı’nı panislamizme
yöneltmişse, 1912-13 yenilgileri de Osmanlı seçkinlerinin bir bölümünü pantürkizme
yöneltmişti. Pantürkizm o dönemde örgütlü bir harekete dönüşmüş;
imparatorluğun yıkıntıları üstünde, yeni bir imparatorluk düşüncesi
biçimlenmişti: Türk İmparatorluğu. Ama bu düşün gerçekleşebilmesi için
önce çok büyük bir engeli aşmak gerekiyordu: Tarihin İpek Yolu boyunca
dağıttığı Türk halklarının birliğini gerçekleştirmek için Rus engeli vardır.
Böylece, pantürkizm, Osmanlı ve Rus imparatorlukları arasındaki kabarık
anlaşmazlıklar dosyasına yeni bir öğe olarak eklenir. Rus politikasının hiç
değişmeyen öğelerinden biri, Kafkasya ve Orta Asya’nın Türkdil halklarını olabildiğince
bölmek, onları Türkiye’nin olası çekim gücünden uzak tutmak idi (Not 4). Osmanlı da Rusya Türkleri kartını oynar, ama düş kırıklığına uğrar (Not 5).
Balkan Savaşı bir dincilik havası getirmekle birlikte,
politikada ulusçuluğun etkisini de artırmaya başlar. Bu dönemde ilk kez olarak Türk hükümeti, Türk ordusu, Türk hakanı gibi
terimlerin kullanılmaya başlanması, İslamcıları Türk olmayan kişilerin yanına
koyuyordu. Öyle
ki ‘Balkan Savaşlarına Osmanlı olarak gidip Türk olarak döndüler’ sözü büyük
bir kırılma anını simgeliyordu. Balkan Savaşı kaybı üzerine Türkçü ideologlar
Osmanlıcığın ölümünü ilan ettiler. İslamcılar, liberal ve demokratik rejim kadar, ulusçu bir rejime de
karşıydılar. 1912’de Süleyman Nazif (Not 6) soruyordu: Türk ne demek oluyor? Türk, Osmanlı Saltanatı ve İslam
Hilafeti adını taşıyan siyasal bir şirketin üyelerinden yalnız biridir.
Türk ulusalcılığı karşısında, bir zamanlar Abdülhamit II dönemindeki Arapçılık
akımını da aşan yeni bir Arap kavmiyeti modası başlamıştı. Bu akım İslam’da
Davayı Kavmiyet adlı bir kitapta en aşırı derecesine varır; kitabın yazarı
olan Ahmet Naim (1872-1934), Babanoğulları denen ve Abdülhamit II döneminde
büyük bir etki kazanan Doğulu bir soylu ailedendi. Yazdığı kitap, İslamcıların
ulusalcılık akımına karşı kutsal savaş ilanı gibidir (Not 7).
İslamcılara göre Türk ulusçuluğu akımı, Arnavutların,
Kürtlerin, Arapların da kavmiyet davasına düşmelerine yol açar, Ermeni, Yunan,
Bulgar ulusçuluğu Osmanlı birliğini nasıl parçalıyorsa, bu da İslam birliğini
parçalar. Bu sava karşı Kırımlı İsmail Gaspirinski, Osmanlı tarihinde uluslaşma
akımının yeni bir şey olmadığını anımsatmak için şunları yazar:
Onların ulusçuluğu yeni bir şey değildir. Kürt ulusçuluğu
başlayalı on beş yıl oldu. Arap ulusçuluğu yirmi yıl önce başladı. Arnavut
ulusçuluğu başlayalı otuz yıldan fazla zaman geçti. Ermeni ulusçuluğu en aşağı
kırk, Bulgar ulusçuluğu altmış, Yunan ulusçuluğu seksen yıllık olmuştur.
Türk ulusçuluğu bunların nedeni değil, bir sonucudur.
Balkan Savaşları’nın arkasından, Y. Akçura’nın başlattığı
pantürkizm propagandası etkili olmaya başlar. Türk Yurdu dergisindeki
bir yazısında Ahmet Ağaoğlu (Agayef) özetle şunlara değinir:
Marakeş’ten Irak’a kadar Arapça konuşan halklar, aralarındaki
birçok farklara karşın, kendilerini aynı ulustan sayarlar. İslamlıktaki
parçalanma ulusçuluk akımlarından doğmaz, bu akımların başladığı zamana kadar
bütün Müslümanların tam bir birlik içinde yaşamadıkları tarihi bir gerçektir. ...
Ahmet Naim’in Arapçılığı, ulusçuluk düşünüşünde bir
dönüm noktasına yol açar: Z. Gökalp’in, Türk ulusçuluğu ile
pantürkistlerin Türk ırkçılığı arasındaki farkları belirlemesine yol
açar. Ona göre İslamcı, Osmanlıcı, Türkçü ulusçuluklar yanlıştı. Ulusçuluğu
birincisi ümmetçilikle, ikincisi bir politik birleşme ile
üçüncüsü ise ırkçılıkla karıştırıyordu. Ulusçuluğun temeli ne ümmet birliği
ne Osmanlı birliği ne de ırktır. Türk ulusçuluğu İslam ümmet birliği ile
Osmanlı imparatorluk birliğinin dağılma içinde oluşunun bir sonucudur; çünkü
bütün modern uluslar evrensel imparatorlukların ya da evrensel dinlerin
dağılışının ürünüdür.
Ne Mutlu Türküm Diyebilene
Türkiye
Cumhuriyeti Devleti, dünyada ulus-devlet oluşumunun doruk noktası olduğu bir
dönemde gerçekleşti. Ulusal kimliğin geliştirilmesinde Türkler çok geç
kalmıştı. Ayrıca, elde kalan yurdu işgalcilerden kurtarmak için verilen
kurtuluş savaşına engel olmaya çalışanlar olduğu gibi çıkardıkları isyanlarla
köstek olan dini ve etnik kümeler de bulunuyordu. Öte yandan ekonomiden
sağlığa, hukuktan eğitime her alanda geri kalmış, geri bıraktırılmış bir toplum
bulunuyordu.
Bu
koşullarda oluşturulacak devletin bir ulus-devletten başka türlüsü olamayacağı
gibi bu işlerin bir devrim olmadan da yapılması olanak dışıydı. Ağır koşullar
içinde verilen Kurtuluş Savaşına engeller çıkaranların yanında yapılan devrime
de engeller çıkarılıyordu.
Kısaca
1920’lerde Anadolu’da hem bir Kurtuluş savaşı verilmiş hem de devrimler
yapılarak bir ulus-devlet kurulmuştur. Her iki oluşumun önderi Mustafa Kemal,
bu devleti oluşturan halkaları bir ad altında “Ne mutlu Türküm diyene” diyerek
birleştirdi. Oluşturulan devlete “Türkiye”, halkına da “Türk” denmesini bugün
eleştiren, dahası karşı çıkanlar beklenebileceği gibi hem Kurtuluş Savaşı’na
hem de yapılan devrimlere değişik yollarla engel olmaya çalışanların
mirasçıları arasından çıkması hiç de şaşırtıcı değildir.
Pantürkizm’den
Misak-ı Milli’ye
‘Türklük’ kavramı imparatorluğun ‘dağılma’ sürecinde (özellikle
Osmanlı’nın büyük travması Balkan Savaşları sonrasında) yüksek sesle gündeme
gelmişti. Şevket Süreyya Aydemir, Balkan Savaşları sonrasında
yaşanan büyük hayal kırıklığını kitabının ‘Bir İmparatorluk Masalı’ başlığı
altında şöyle anlatıyor:
“Nihayet bir gün Balkan Harbi patlayıp da İmparatorluk orduları, o zamana
kadar, öylesine hakir görülen Balkan orduları önünde bütün Osmanlı Avrupası’nı
bırakınca, artık her şey belli oldu. Bu yıkılış, artık, yalnızca bir devletin
mağlubiyeti değildi. Mesnetsiz bir hayalin sona erişiydi. Bir ruhun, bir
zihniyetin tamamen çöküşüydü. Bir masal, bir imparatorluk masalı sona eriyordu.
Meğer bizim saltanat zannettiğimiz şey, yalnızca bir gaflet uykusuymuş. Bir
devlet ve bir zihniyet olarak imparatorluk, daha Cihan Harbinden önce ve Balkan
yenilgisiyle zaten sona ermiş oluyordu.”
Aydemir, ‘Ergenekon’ başlığı altında sözlerini şöyle sürdürür: “Gerçi biz
evvelce de Türktük. Fakat kendimize Türk diyemezdik. Türk sözü, birçok ırkları,
kavimleri birleştiren bir imparatorlukta, bir kavmin diğerleri üzerinde
tahakkümünü hatırlatır ve onları gücendirir diye düşünülüyordu… Milletimizin
adı geçmek lazım geldiği zaman kendimize yalnızca: Osmanlı! der geçerdik.
Reddedilen, inkar edilen Türk adına kimsenin sahip çıkmaması için her tedbir
alınmıştı. Umumi kanaate göre Türk, kaba, görgüsüz ve kabiliyetsiz bir
varlıktı.”
‘Osmanlıcılık’ ile ‘Türkçülük’ arasında gidip gelen İttihat Terakki’nin, 1908-12
arasındaki resmi ideolojisi yine de Osmanlıcılık idi. Osmanlı’nın ‘anavatan‘ olarak kabul ettiği toprakların kalıntılarının da
kaybedildiği Balkan Savaşları’yla, bu politika tümüyle terk edilir. Bir söz
var: Balkan Savaşlarına Osmanlı olarak gidip Türk olarak döndüler. Büyük
bir kırılma anı. Balkan Savaşı kaybı üzerine Türkçü ideologlar Osmanlıcığın
ölümünü ilan ettiler.
Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı’nda İttihat ve Terakki'nin Türkçü ve Turancı
kadroları önemli bir rol oynamakla birlikte, Türkiye Cumhuriyeti kuruluş aşamasında kendi ülküsünü
oluşturmada Turancı / Pantürkizm akıma karşı kesin
bir tavır almış, Misak-ı Milli
kavramını kullanmıştır. Bunun en büyük nedenlerinden biri hayalci ve maceracı
bir tavırla işlenmiş Pantürkizm’in, Mustafa Kemal ve kurucu kadronun algısında
kötü bir etki bırakmış olmasıydı. Turancı düşüncenin tanınmış önderi Ziya Gökalp 1923'te Turancılığı uzak
mefkure ilan ederek yeni bir Türkçülük tanımı getiriyordu. Mehmet
Emin Yurdakul da Turana Doğru adlı şiir kitabının yeni baskısında bazı
şiirlerini değiştirerek Turan sözcüğünün yerine vatan sözcüğünü
getirmişti. Ahmet Ağaoğlu, Halide Edip ve Yusuf Akçura, 1922-3'te Turancılıktan
vaz geçmişlerdi. Bu köktenci
değişimi, yalnızca iç dinamikler değil, jeopolitik gelişmeler de etkilemiştir.
Cumhuriyet’in kurucu kadrosunun ulusçuluk (Not 8) anlayışı ırkçı değil,
ulusal topluluğu etnik topluluk (Türklük) temelinde tanımlamıştır. Anthony D.
Smith’e göre, bütün ulusal kimlikler, değişen dereceler ve oranlarda, hem sivil
(ulusların modern politik kimlikler olarak tasavvuru), hem de etnik
(ulusların etno-kültürel dayanışmayla biçimlenmiş topluluklar olarak tasavvuru)
unsurlar içerir.
Etniklik,
Alt Kimlik, Üst Kimlik Kavramları
Konuyu bitirmeden önce kimlik kavramına da değinmek istiyorum.
Türkler tarih boyunca kendilerini boy adları ile nitelendirmişlerdir. Bu
kavimler etnik, dil ve kültür açısından birbirleriyle akraba kavimlerdir.
Anadolu’da bulunan Türkmen, Yörük, Çepni, Abdal, Tahtacı, Manav vb. Türk
boylarının alt kimliği bu olmuş ama hepsinin bu alt-kimliklerinin dışında
başkaları tarafından adlandırıldığı üst -kimlikleri Türk olarak kabul
edilmiştir. Osmanlı Devleti Fatih Sultan Mehmet’ten beri millet sistemine
göre örgütlendiğinden Türk boylarında Türk kavramını kullanmadan kendi alt
kimlikleri ile millet sistemi içinde diğer Müslüman ve Müslüman olmayan
halklarla birlikte yaşamışlardı.
1789 Fransız Devrimi’nden sonra ulusçuluk kavramı iki yaklaşımla
gelişmişti. Bunlardan biri toprak temeline (teritoryal) dayanan Fransız
ulusçuluğu, diğeri ise soy temeline (etnik) dayanan Alman ulusçuluğudur
(Not 9). Alman-Almanya dediğimizde soyları ortak Alman olan bir halkı,
Fransa-Fransız dediğimizde bir coğrafyayı (toprağı) anlatan ülkeyi ve o ülkede
yaşayan halkları anlıyoruz.
Türkiye Cumhuriyeti durumunda ise idari ve laik rejim sistemi Fransa’dan
alınırken, ulusçuluk kavramı da Alman okulunun değiştirilmiş halinden
alınmıştır. Yeni devletin adı Türkiye Cumhuriyeti olmuştur. Nasıl Almanya
dediğimizde Almanlara ait toprak parçası ülke anlıyorsak, Türkiye dediğimizde
de Türk’e ait toprak ve ülke anlıyoruz. Bunu Almanya rahatlıkla yapmıştır.
Türkiye’de ise hem soy temeli kabul edilmiş hem de “Ne mutlu Türküm diyene”
sözü ile formüle edilen ulusçuluk uygulaması ile aslında Türkiye’de Türk’ün
dışında kavimlerin de olduğu örtülü olarak kabul edilmiştir. ”Ne mutlu Türküm
değil, Türküm diyene” sözünden bu anlaşılır.
'Türk' sözcüğü bir yandan bir etnik köken tanımlaması olarak kullanılırken
öte yandan Türkiye'de yaşayan insanlara ilişkin bir genel tanımlama oluyor.
Türkiye topraklarında yaşayan ve bu ülkeyi kendi yurdu sayan herkes, etnik
kökeni ne olursa olsun, Türk'tür. Tıpkı Amerika'da yaşayan herkesin etnik
kökeni ne olursa olsun Amerikalı olması gibi. Buna 'üst-kimlik' deniyor. Prof.
Emre Kongar, bir insanın, kendi iradesi dışında, doğumda edindiği beş kimliği
şöyle sıralar:
1.
Özellikle din-tarım toplumlarında, aşiret yapısının
egemen olduğu feodal düzende, aile bağları çok önemli olduğu toplumlarda Aile
kimliği;
2.
Kişinin doğduğu coğrafyaya bağlı olan Coğrafya
kimliği;
3.
Kişinin içine doğduğu aileden sahip olduğu Din ya da
mezhep kimliği;
4.
Bireyin doğuştan zorunlu olarak gelen Irk ya da
milliyet kimliği;
5.
Bir devletin ve o devleti oluşturan toplumun ortak
kimliği olarak kabul edilen Vatandaşlık kimliği.
Bu beş
ögeden ilk dördü, tarihte çoğu zaman toplumları bir arada tutan üst-kimlik
işlevi de görmüşlerdir. Özellikle din-tarım imparatorlukları döneminde din ve
mezhep böyle bir işlevi yerine getirmiştir. Zaman içinde laiklik ve demokrasi
geliştikçe, her insanın din, mezhep, dil, ırk farkı gözetmeksizin eşit haklarla
doğduğu inancı yerleştikçe, demokratik ülkelerde, vatandaşlık bağı bir
üst-kimlik niteliği kazanmıştır. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, devlete
vatandaşlık bağı ile bağlı olan bireyleri Türk olarak niteler. Bu
niteleme ne ırka ne dine dayalı bir nitelemedir, yalnızca politik vatandaşlık
bağını belirler.
“Devrimle milliyetler birleşip millet oldu” sözünü
sahibi Mehmet Ali Güller’in vurguladığı üzere “bu topraklarda
1920’de hep birlikte bir devrim yaptık; devrimle Osmanlı padişahlarının kulu
olmaktan çıktık, millet olduk. O nedenle büyük devrimci Mustafa Kemal Atatürk
şöyle dedi: “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir.”
Evet, Türkiye halkı olarak çeşitli etnik gruplardandık; Türktük, Kürttük,
Çerkezdik, 24 etnik milliyettik ... devrimle 24 milliyet, bir millete dönüştü;
o milletin ismine de Türk dedik.” İngiltere ve Fransa vb. ülkelerde
olduğu gibi farklı etnikler ulus olarak birleşirken, içlerinden biri çeşitli
nedenlerle ulusa adını verdi.
O “çeşitli
nedenler” içinde o kimliğin tarihselliğinden nüfusuna, ekonomik gücünden
devlet kurabilme yeteneğine kadar pek çok etken var. Yine M. A. Güller’in
deyişi ile “Ah vah etmenin, keşke benim etnik grubumun ismi verilseydi
demenin tarihin akışını değiştirebilmeye bir faydası yok. Her yerde olduğu gibi
bu topraklarda da tarihin ve toplumların yasası işledi sonuçta.”
Ahmet Taner Kışlalı
bir makalesinde: “Atatürk bu ulusu ne ‘ırk’ ne ‘din’ üzerine
kurmuştur. Bin yılda oluşmuş olan bir ‘kültür ortaklığı’ üzerinde
kurmuştur. Etnik köken bir ‘alt kimlik’tir... Etnik kültür bir ‘alt
kültür’dür. ‘Ulusal kültür’ alt kültürlerle çatışmaz; onların
sentezinden oluşur... ‘Ulusal kimlik’ de bir ‘üst kimlik’tir.
Alt kimliklerle çatışmaz; onları kendi şemsiyesi altında bütünleştirir! Etnik
kimlik, çoğunlukla ‘ırksal’dır... Ulusal kimlik ise ‘kültür
bütünlüğü’nün adıdır, bir ‘ırk bütünlüğü’nün değil!”
Notlar
Not 1: Etniklik
kavramının 1953’teki ilk kullanımı, Amerikan sosyolog David Riesman’a
dayandırılır. Tartışmalı bir kavram olarak etniklik, kişinin kendi etnik
grubuyla özdeşleşmesidir. Etniklik genel anlamda bir toplumsal
kümenin ırk, dil ya da milli kimliğidir. Terimin Yunanca anlamı ethnos, kabile
ya da ırktır. Göç gibi toplumsal hareketlilikler etniklik bilincini artırır.
Etnik kimlik, bireyin içinde yaşadığı toplumdaki yaygın kültür unsurlarından
farklı olarak, orijinal bir kültürel sistemin yapı özelliklerini nitelik
itibariyle taşımasıyla ortaya çıkan bir kimlik türüdür.
Not 2: Arapça bir
sözcük olan millet, Kuran’da din anlamında kullanılır. Osmanlı
İmparatorluğu’nda Müslümanlar etnik farklılıklardan bağımsız olarak tek bir
millet olarak görülüyordu. Millet sözcüğünün sekülerleşmesi 19. yüzyılın ikinci
yarısında gerçekleşmiştir. Osmanlıda kimileri nation sözcüğünü Türkçeye kavim
olarak çevirirken, kimileri de ümmet olarak çevirmişti. Sonuçta nation
sözcüğü Osmanlı Türkçesine ümmet olarak aktarıldı. Tanzimat
sonrası sekülerleştirme çabalarının bir sonucu olarak, millet
kavramı da dünyevi bir içerik edinmeye başlamış ve ümmet sözcüğünün yerini
almış, nation sözcüğünün karşılığı olarak kullanılmaya başlanmıştı.
Not 3: “Türklük bilimi”
adı verilen Türkoloji Türklerin geçmişini, tarihini öğrenmesi bakımından önemli
bir bilim dalıdır. Türk halkının soyunu, kültürünü, edebiyatını öğrenmesini
sağlıyor. Türkoloji, diğer adlarıyla Türkiyat, Türklükbilimi, Türk halkının
kimliğini detaylı şekilde ortaya seriyor. İlk Türkoloji kürsüsü Paris’te
kurulmuştur. Türkoloji biliminin öncü isimlerinden Rus doğu bilimci ve Türkolog
Wilhelm Radloff, Orhun kitabelerinin çözülmesinde önemli katkılar sağlamıştır. Türkoloji 17. yüzyılda başlayan Sinoloji (Çin
araştırmaları) disiplinine bağımlı olarak gelişmişti.
Not 4: Stalin’in 1930’ların sonunda Orta Asya dillerinin
yazımında Latin alfabesinden Kiril alfabesine geçişi emretmesinin nedeni, hem
dilleri kendi içlerinde farklılaştırmak hem de artık Latin harfleriyle yazılan
Türkiye Türkçesiyle iletişimi güçleştirmekti (Aktaran: F. Georgeon, age.
s. 81).
Not 6: Süleyman Nazif ’e göre, Türklük diye bir şey
yoktu. Osmanlı dili gibi, Osmanlı milliyeti de yüzyıllar boyu çeşitli ırkların
karışımından ortaya çıkmış bir milliyettir. Türkçülerin ileri sürdüğü
Osmanlıların Tatarlarla, Moğollarla akrabalığı bir uydurmadan başka bir şey
değildir. (N. Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, s. 435)
Not 8: Ulusun
tanımında olduğu gibi, ulusçuluğun tanımında da günümüzde genel
bir mutabakat yoktur. Kullanımına ilk kez Alman filozof Johann Gotfried
Herder’in 18. yüzyıl sonlarındaki çalışmalarında rastlanan ulusçuluk terimi,
genel dil kullanımına 19. yüzyılın ortalarında girmiştir. Ulusçuluk hümaniter,
Jakoben, aristokrat, kültürel, demokratik, entegral ve ekonomik
ulusçuluk (J. H. Hayes Carlton) ve Batı ve Doğu ulusçulukları
(Hans Kohn) olarak kategorilere ayrılır. Ulusu teritoryal bir vatan olarak
tanımlayan teritoryal ulusçuluk ise gerçek ya da hayali bir tarihe
yaslanan bir ülke, politik-hukuki bir topluluk, vatandaşlık ve ortak bir
sivil-politik kültür gibi özellikler içerir. Ulusçulukla ilgili
olarak üç tipten bahsedilebilir. Bunlardan ilki Fransız tipi
ulusçuluktur ki bu tipte mutlak otoritelerin yerini ulus iradesi almıştır ve
kolektivist yurttaşlar temeline dayanır. İkinci tip Alman ulusçuluğudur.
Etnik ve kolektivist olan Alman tipinde tabi olma gerekliliktir. Fransız
ulusalcılığına bir tepki olan bu tipte kültürel unsurlar ön plandadır. Üçüncü
tip olarak ise Amerikan ulusçuluğundan bahsedebiliriz. Bireysel
yurttaşlık temelli ve yurtsever temalı bu tip, bireyci, çoğulcu ve
özgürlükçüdür.
Kaynakça
Çavdar, T., Milli Mücadelenin Ekonomik Kökenleri,
İstanbul, 1974
Durmuş, İ., Türk Adının Ortaya Çıkışı, Anlamı ve Yayılışı, Gazi Akademik Bakış, Cilt
10, Sayı 20, 2017, s. 37-47 (Prof. Dr., Gazi Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü Öğretim
Üyesi)
Fikret, B., Kimlik, Alt Kimlik-Üst Kimlik. Türk, Türkiye-Çerkes-Kafkas,
“Ne Mutlu Türküm Diyene” Sözü ve Uygulaması, www.circassiancenter.com,
20 Kasım 2004
Güller, M. A., Alt kimlik -
üst kimlik, 23 Temmuz 2020 Perşembe
Gümilev, L., N., Avrasya’dan
Makaleler-1, Rusçadan Çev. D. Ahsen Batur, Selenge Yayınları, İstanbul,
2006
Kongar,
E. Alt Kimlik-Üst Kimmlik, 13 Aralık 2021
Ökçün, A. G., 1970, Osmanlı Sanayii 1913-1915 Yılları
Sanayi İstatistiki, Ankara, 1970
Sümer, F., Oğuzlar
(Türkmenler), İstanbul, 1999
Şahin, H., Türkiyeli, Türk, alt-kimlik, üst-kimlik, 22.10.2004
Ünlü, B., Türklüğün Kısa
Tarihi, https://m.bianet.org/bianet/siyaset/164092-turklugun-kisa-tarihi
Yıldız, A., Ne Mutlu Türküm Diyebilene-Türk Ulusal Kimliğinin
Etno-Sekuler Sınırları-1919-1938, İletişim Yayınları, 2001
Zabunoğlu, H. G., Günümüzde Ulus-Devlet, ERÜHFD, C. XIII, S. 1, (2018), s.535-559