11 Eylül 2025 Perşembe

İnsanın Evrimi Boyunca Erdemlerin Gelişimi ve Değişimi

 İnsanın Evrimi Boyunca Erdemlerin Gelişimi ve Değişimi

Değerli okurlar,

Günümüzde önemi çok artan erdem kavramının tarihsel gelişimini irdelemek istedim, belki birileri yararlanır.

1. Giriş

İnsan türü, evrimsel süreç boyunca hayatta kalma ve uyum sağlama çabası içinde pek çok erdem geliştirmiştir. Burada erdem kavramını geniş anlamıyla kullanıyoruz: yalnızca ahlaki değerleri değil, aynı zamanda toplumsal becerileri ve bilişsel özellikleri de kapsar. Empati, iş birliği, adalet duygusu, dil ve iletişim becerileri, problem çözme yeteneği gibi nitelikler insanın başarıyla evrimleşmesinde kritik rol oynamıştır. Bu çalışmada, insanın evrimsel ve tarihsel yolculuğunda öne çıkan başlıca erdemleri kronolojik olarak inceleyeceğiz. Hangi evrimsel veya tarihsel aşamada bu erdemlerin ortaya çıktığını, ne zaman geliştiğini ve önemlerinin avcı-toplayıcı döneme, yerleşik tarım toplumuna, sanayi devrimine ve günümüz modern toplumuna geçişte nasıl değiştiğini ele alacağız. Son olarak, günümüzde bu erdemlerin bireysel ve toplumsal düzeydeki işlevselliğini değerlendireceğiz.

2. Evrimsel Kökenler: İlk Erdemlerin Ortaya Çıkışı

İnsanın erdemlerinin kökleri, insanlık öncesi atalarımız ve diğer sosyal hayvanların davranışlarında aranabilir. Birçok sosyal memeli türü ve özellikle primatlar, insan ahlakının öncülleri sayılabilecek davranışlar sergiler. Örneğin, fil ve maymun gibi memeliler karmaşık işbirliği davranışları gösterir; bu davranışlar sık sık özveri (altrüizm), empati ya da grup için kendini feda etme gibi özellikler içerir. Primatlarda, özellikle insana en yakın akrabalarımız olan şempanze ve bonobolarda, empati, karşılıklılık (reciprocity) ve adalet duygusu gibi özellikler gözlemlenmiştir. Bu tür davranışlar, grup halinde yaşamanın getirdiği ihtiyaçlar sonucu evrimleşmiştir: karmaşık sosyal gruplarda iş birliği ve uyum, hayatta kalma ve üreme şansını artırır. Nitekim primat toplumlarında, bağlanma ve dayanışma, karşılıklı yardımlaşma, çatışma çözümü, dahası aldatma ve aldatmayı anlama gibi beceriler evrimleşmiştir. Bu davranışlar tam anlamıyla insani bir “ahlak” olmasa da, insan ahlakının biyolojik temelini oluşturmuşlardır.

İlk hominin atalarımızdan başlayarak, beynin büyümesi ve bilişsel becerilerin artması sosyal yaşamla yakından bağlantılıydı. Sosyal Beyin Hipotezi, primat beyninin boyutunun büyük ölçüde sosyal gruplardaki karmaşıklığı yönetmek için büyüdüğünü öne sürer. Örneğin, başkasının zihnini anlama kapasitesi (zihin kuramı) primatlarda gelişmiş ve böylece bireyler grup içi ilişkilerde daha başarılı olmuştur. İnsanın ataları, yaklaşık 2 milyon yıl önce ortaya çıkan Homo cinsiyle birlikte (örn. Homo habilis, Homo erectus vb.), belirgin bilişsel atılımlar gerçekleştirdiler. Alet kullanımı ve üretimi buna erken bir örnektir: En eski taş alet buluntuları yaklaşık 2,5 milyon yıl öncesine tarihlenir ve araç yapımı becerisi, ileri düzey problem çözme ve planlama yeteneğinin bir göstergesiydi.

Ateşin kontrol altına alınması da önemli bir dönüm noktasıdır. Homo erectus döneminde (yaklaşık 1 milyon yıl önce) ateşin kullanımıyla ilgili kanıtlar bulunur; ateş, pişirme ve ısınma yoluyla hayatta kalmayı kolaylaştırmış, aynı zamanda sosyal etkileşim için gece saatlerini de kullanılabilir kılmıştır. Bu, insanlar arası iletişim ve öykü anlatımı gibi kültürel paylaşımları beslemiş olabilir. Nitekim, insana özgü dil yeteneğinin gelişimi de evrimsel sürecin kritik bir parçasıdır. Kesin zaman belirsiz olsa da, genetik ve arkeolojik bulgular insan dil kapasitesinin en az 135 bin yıl önce mevcut olduğunu, dilin geniş çaplı toplumsal kullanıma da yaklaşık 100 bin yıl önce girdiğini gösterir. Bu demektir ki Homo sapiens henüz Afrika’dan dünyaya yayılmadan evvel konuşma yetisi edinmişti. Dil ve sembolik düşünce, insanların daha büyük ve karmaşık sosyal ağlar kurabilmesini, bilgi birikimini kuşaklar boyu aktarabilmesini sağladı.

Evrimsel süreçte ahlaki erdemlerin filizlendiğine ilişkin somut ipuçları da mevcuttur. Örneğin, empati ve şefkat duygularının derin evrimsel kökenleri vardır. Primatolog Frans de Waal’ın aktardığı bir deneyde, rhesus maymunları bir düğmeye basarak yiyecek almayı, bu eylemin diğer bir maymuna elektrik şoku verdiğini gördüklerinde reddetmişlerdir – dahası bazıları diğerine zarar vermemek için 12 gün aç kalmayı göze almıştır. Bu tür bulgular, empati ve başkalarının acısını umursama kapasitesinin insanlık sahnesine çıkmadan çok önce evrimleştiğine işaret eder. Yine primatlarda görülen adil olmayan ödüle tepki davranışı ünlüdür: Kapuçin maymunları, eşit iş karşılığında farklı ödüller (biri üzüm, diğeri salatalık) verildiğinde haksızlığa uğrayan taraf iş birliğini keser, ödülü reddeder. Bu da ilkel bir adalet duygusu olarak yorumlanabilir.

Modern insanın yakın akrabaları Neandertaller de erdem diyebileceğimiz davranışlar sergilediler. Neandertallerin şefkati ve yardımlaşması üzerine yapılan araştırmalar, onların hasta ve yaralı bireylere uzun süre baktığını gösteriyor. Irak’ta Şanidar Mağarası’nda bulunan yaklaşık 50 bin yıl önce yaşamış “Shanidar 1” bireyinin iskeleti buna güçlü bir örnektir. Bu Neandertal erkeğinin sağ kolu dirsekten başlayarak yoktur, ciddi görme ve duyma kaybı ile kısmi felç belirtileri taşıyan hastalık izleri vardır. Bu denli ağır engelleri olan bir birey, başkalarının sürekli bakımı olmadan hayatta kalamazdı. Araştırmacılar, bu durumun Neandertal toplumunda merhamet ve fedakarlığın varlığına işaret ettiğini vurgular: Grubu için yük sayılabilecek birini yıllarca yaşatmak, ancak güçlü bir acıma duygusu ve altruizm ile mümkün olabilirdi. Bu örnek, ahlaki erdemlerin (yardımlaşma, zayıfa kol kanat germe gibi) Homo sapiens ortaya çıkmadan önce bile filizlendiğini gösterir.

Özetle, insanın evrimsel geçmişinde bugünkü erdemlerimizin prototipleri sayılabilecek davranışlar görülüyordu. Empati, özgecilik, karşılıklı yardımlaşma, dürüstlük, adalet algısı, dayanışma gibi erdemler; önce küçük aile gruplarında ve topluluklarda bireylerin bencilce dürtülerini dizginleyip grubun yararına hareket etmesini sağlayan biyolojik ve sosyal adaptasyonlar olarak ortaya çıktı. Böylece atalarımız, daha uyumlu ve iş birliğine dayalı gruplar oluşturarak zorlu çevre koşullarında başarılı oldular. İnsanın özünde var olan bu evrimsel miras, sonraki çağlarda kültürel evrimle birleşerek daha sistematik ahlak kurallarına ve toplumsal normlara temel hazırladı.

3. Avcı-Toplayıcı Dönemde Erdemler ve Önemi

Homo sapiens yaklaşık 300 bin yıl önce ortaya çıkmış ve yeryüzünde uzun süre avcı-toplayıcı yaşam tarzını sürdürmüştür. Bu dönemde insan toplulukları tipik olarak akraba gruplardan oluşan, küçük ve görece eşitlikçi (egaliter) band’ler halindeydi (birkaç düzine ile birkaç yüz kişi arası). Avcı-toplayıcı yaşam, doğa koşullarıyla sürekli mücadele içinde olmayı gerektirdiği için, bu yaşam biçiminde belirli erdemler ön plana çıkmıştır:

İş Birliği ve Paylaşım

Avcı-toplayıcı gruplarda hayatta kalmanın anahtarı sıkı iş birliğiydi. Ortaklaşa avlanma, yiyecek toplama ve çocuk bakımı gibi faaliyetler, grup içi dayanışmayı gerektirdi. Özellikle büyük avların başarısı, bireylerin birlikte plan yapmasına ve birbirine güvenmesine bağlıydı. Antropologlar, erken Homo sapiens, dahası önceki ataların “zorunlu iş birliği” yaptığını, yani tek başlarına başaramayacakları avları ancak birlikte hareket ederek avlayabildiklerini belirtir. Bu “zorunlu ortak avlanma”, avcı-toplayıcı atalarımızda eşit ortaklar olarak çalışma ve ganimeti hakkaniyetle bölüşme gibi ilk ahlaki eğilimleri özendirdi. Nitekim deneysel bulgular, küçük çocukların bile paylaşımda adalete önem verdiğini; oysa şempanzelerin bu tür eşit bölüşüm normları olmadığını gösterir. Bu, insanda paylaşma ve adalet hissinin, avcı-toplayıcı atalarımızın hayatta kalmak için geliştirdiği bir erdem olduğunu düşündürür.

Cömertlik ve Eşitlikçilik

Avcı-toplayıcı topluluklarda yiyecek paylaşımı neredeyse kuraldı. Bu, grupta kimsenin aç kalmamasını güvence altına alırken açgözlülük ve bencillik göstermeyi de en aza indirger. Avcı-toplayıcılarda kişisel mülkiyet ve servet biriktirme olmadığı için, eşitlik önemli bir değerdir. Alan araştırmaları, bu topluluklarda paylaşmayan veya çok fazla tüketen kişilerin alay, küçümseme gibi sosyal yaptırımlarla karşılaştığını gösterir. Yani cimrilik, kibir, kendini üstün görme gibi davranışları grup bastırırken; tevazu, cömertlik ve paylaşımcılık erdemleri yüceltirdi. Antropologlar bunu “tersine hiyerarşi” olarak adlandırır: Grubun barışı ve iş birliğini korumak adına güçlü veya başarılı bireylerin kibirlenmesi engellenir, herkesin eşit düzeyde görülmesi sağlanır. Sonuçta, avcı-toplayıcı dönemde herkese yetecek kadar pay alma, dayanışma ve grup uyumu, en hayati değerlerdi.

Cesaret ve Fiziksel Yetenek

Avcı-toplayıcılar yırtıcı hayvanlarla karşı karşıya geliyor, büyük av hayvanlarını mızraklarla avlıyorlardı. Bu nedenle cesaret, dayanıklılık ve beceri değerli görülürdü. Özellikle avcı erkekler arasında fiziksel cesaret (örneğin tehlikeli bir avda öne atılmak) saygınlık kazandıran bir özellikti. Ancak bu cesaret bireysel bir gözü karalılıktan çok, grup yararına risk alma şeklinde değer kazanırdı – örneğin grup için tehlikeyi göze alıp bir yırtıcıyı uzaklaştıran kişi onurlandırılırdı. Kadınlar ve yaşlılar da bitki toplama, su bulma, çocuk yetiştirme konularındaki uzmanlıkları ve dayanıklılıkları ile topluma katkı sağladıkları için saygı görürdü. Dolayısıyla, emek ve beceri paylaşımı cinsiyet ve yaşa göre farklılaşsa da, her bireyin grubun yaşamına katkısı önemliydi. Bu bağlamda çalışkanlık, beceriklilik ve dayanışma erdem kabul edilirdi.

Empati ve Akrabalık Bağları

Küçük gruplar tipik olarak geniş ailelerden oluştuğu için grup içindeki ilişkiler yakındı. Bireyler birbirlerini yakından tanır, ihtiyaç ve duygularını paylaşırdı. Empati – bir başkasının acısını, sevincini paylaşabilme – bu dönemde grubun bir arada kalmasını sağlayan tutkal gibiydi. Örneğin, yaralanan veya hasta olan bir grup üyesine bakmak, avcı-toplayıcılarda yaygın bir uygulamaydı. İnsanlığın ilk dönemlerinden kalma fosil bulgularında, ciddi sakatlık yaşamış bireylerin uzun süre yaşadığı, dolayısıyla başkalarının bakımının olduğu görülür (örneğin yukarıda sözü edilen Neandertal örneği gibi). Avcı-toplayıcı topluluklarda çocuk bakımı da çoğunlukla kolektif bir çabaydı; insanlar yalnızca kendi çocuklarını değil, akrabalarının çocuklarını da kollardı. Bu tür yakın sosyal dayanışma davranışları, empati ve şefkat duygusunun evrimsel temeller üzerine kültürel olarak daha da güçlendiğini gösterir.

Dürüstlük ve Normlara Uyma

Küçük ölçekli toplumlarda herkes birbirini tanıdığı için, saygınlık ve güvenilirlik kritik önem taşırdı. Avcı-toplayıcı bir grupta yalan söylemek, hırsızlık yapmak veya grup normlarını ihlal etmek genellikle hemen fark edilir ve tepkiyle karşılanırdı. Bu nedenle dürüstlük, sözünü tutma, vadettiğini yapma gibi özellikler erdem sayılırdı. Modern araştırmalar, insanların evrimsel geçmişinde hilekarları ve bencil davrananları grubun dışladığını ve bunun da dürüstlük ve iş birliği yönünde güçlü bir seçilim baskısı yarattığını öne sürer. Yani güvenilmez bir kişi, av veya yiyecek paylaşımında ortak bulamayarak cezalandırılırdı. Bu durum, dürüstlük ve sadakatin hayatta kalma stratejisi olarak benimsenmesine yol açmıştır.

Avcı-toplayıcı dönemde erdemlerin önemi, doğrudan doğruya hayatta kalma ve grup bütünlüğü ile ilgiliydi. Küçük gruplarda herkesin katkısına ihtiyaç olduğundan iş birliği ve paylaşım bir “olmazsa olmaz”dı; aksi halde ne çocuklar büyüyebilir, ne av başarılabilir, ne de savunma sağlanabilirdi. Bu toplumlar kaynaklarını hemen tüketir, uzun erimli depolama yapmazdı; dolayısıyla “bugün bana, yarın sana” anlayışıyla karşılıklı yardımlaşma gelişmişti. Bireycilikten çok kolektivizmin ağır bastığı bu yaşam tarzında “biz” duygusu “ben”in önündeydi. Michael Tomasello, erken insanlar arasında gelişen bu “biz bilinci”nin, herkesin diğerini hem yargılayan hem yargılanan olarak gördüğü bir ortak ahlak zemini yarattığını belirtir. Özetle, avcı-toplayıcıların geliştirdiği erdemler, küçük ölçekli toplumlarda sosyal uyumu ve ortak çıkarı maksimize etmeye yönelikti. Bu değerler, ileriki çağlarda daha büyük toplumların kurulmasının da temelini attı.

4. Neolitik Devrim ve Tarım Toplumlarında Erdemler

İnsanlık tarihinin en büyük dönüşümlerinden biri yaklaşık 12 binyıl önce gerçekleşen Neolitik Devrim (yerleşik yaşama ve tarıma geçiş) olmuştur. Avcı-toplayıcı yaşamdan yerleşik tarım toplumuna geçiş, insanın gündelik yaşamından toplumsal yapısına kadar her şeyi değiştirdi. Küçük ve görece eşitlikçi toplumlardan daha büyük, kalıcı köylere ve zamanla ilk kentlere geçilirken, toplumların ihtiyaç duyduğu erdemlerde de önemli değişimler yaşandı.

Yerleşiklik ve Mülkiyet Kavramı

Avcı-toplayıcılar devinim halindeyken, tarıma geçen insanlar belirli bir toprağa yerleşip orada köyler kurdular. Bunun bir sonucu olarak, özel mülkiyet kavramı ve kalıcı zenginlik birikimi ortaya çıktı. Artık insanlar topraklarını, evlerini, ürettikleri tahılı sahipleniyorlardı. Bu durum, toplumsal eşitlik ilkesini kısmen zayıflattı ve sınıfsal farklılıklar filizlenmeye başladı. Tarım toplumlarında verimli araziler veya fazla ürün edinenler ile bunları edinemeyenler ayrıştıkça, “adalet” ve “eşitlik” erdemleri farklı bir boyut kazandı. Avcı-toplayıcı dönemde eşitlik, herkesin aşağı yukarı aynı şeyi edinmesi demek iken; tarım toplumunda adalet kavramı, emeğe göre hak etme veya toplumsal hiyerarşi içinde uygun davranma anlamlarına bürünebildi. Bu toplumlarda çalışkanlık, üretkenlik ve mülkü koruma erdem olarak görülmeye başlandı, çünkü ailenizin tarlasını ekip biçmek, hasadı depolamak artık temel yaşam tarzıydı. Örneğin, yerleşik köylü topluluklarında “başkasının malına göz dikmemek”, “hırsızlık yapmamak” gibi ahlaki öğretiler önem kazandı; çünkü mülkiyet düzeni sosyal düzenin bir parçasıydı.

Toplumsal Normların Kurumsallaşması

Nüfus arttıkça ve köyler kasabalara dönüştükçe, toplumlarda yazılı olmayan kurallar kadar yazılı yasalar ve dinsel normlar da biçimlenmeye başladı. Avcı-toplayıcılarda gelenek ve görenekler kuşaktan kuşağa sözlü aktarılırken, tarım toplumlarında karmaşık adetler, töreler ve ilk yasalar belirdi. Bu süreçte, daha önce doğal olarak var olan erdemler artık bilinçli şekilde öğretilen ve denetlenen normlar haline dönüştü.

Örneğin, bereketli Hilal bölgesindeki ilk uygarlıklardan biri olan Sümerler, yazılı yasa geleneğini başlatan öncülerdi. Ur-Nammu Yasaları (MÖ ~2100), insanlık tarihinin bilinen en eski yasa metinlerinden biridir ve suçlara karşı daha çok para cezasına dayalı bir adalet anlayışını yansıtır. Ardından Lipit-İştar Yasaları (MÖ ~1930), mülkiyet, evlilik, kölelik ve toplumsal düzen üzerine hükümler getirerek hukukun gelişimine katkıda bulunmuştur. Bu metinler, yalnızca toplumsal düzeni sağlamak için değil, aynı zamanda ahlaki değerleri korumak amacıyla da oluşturulmuştur.

Sümerlerin bu erken yasa çalışmaları, daha sonra Babil’de hazırlanan Hammurabi Yasalarına (MÖ ~1750) temel oluşturdu. Hammurabi Yasaları, toplum düzenini sağlamaya yönelik ayrıntılı ahlaki ve hukuki kurallar içerir. “Göze göz, dişe diş” ilkesiyle adaletin sağlanması, hırsızlığın, yalancı şahitliğin cezalandırılması, aile içi sorumluluklar gibi konular bu ilk yazılı yasalarda yer aldı. Bu, ahlaki erdemlerin (dürüstlük, adalet, sadakat gibi) artık yasal yaptırımlarla da desteklendiği anlamına gelir.

Tablo 1. Erken Mezopotamya Yasaları Arasındaki Karşılaştırma

Yasa Metni

Tarih (yaklaşık)

İçerik ve Özellikler

Adalet Anlayışı

Toplumsal Önemi

Ur-Nammu Yasaları

MÖ ~2100 (Ur III dönemi)

Suçlar ve cezalar yazılı hale getirilmiştir; genelde para cezaları öngörülür.

Cezalar çoğunlukla tazminat (gümüş ödemesi) şeklindedir.

İnsanlık tarihinin bilinen en eski yazılı yasalarıdır; sosyal düzeni korumaya yöneliktir.

Lipit-İştar Yasaları

MÖ ~1930 (İsin Krallığı)

Mülkiyet, evlilik, kölelik, borçlar gibi konulara dair hükümler içerir.

Hem para cezası hem de fiziksel cezalar yer alır.

Toplumsal hiyerarşiyi düzenler, kadın ve köle haklarını da kapsar.

Hammurabi Yasaları

MÖ ~1750 (Babil)

282 madde; aile, mülkiyet, ticaret, suç, ceza gibi geniş kapsamlı kurallar içerir.

“Göze göz, dişe diş” ilkesiyle kısasa dayalı adalet.

Ahlaki erdemler hukuki yaptırımlarla desteklenmiştir; sonraki uygarlıklara model olmuştur.

 

Bu tabloyu metne ekleyince, okur hem Sümerlerin hukuki mirasını hem de bu mirasın Babil’e nasıl zemin hazırladığını daha net görebilir.

Aynı dönemde, dinin ve inancın toplumsal yaşamda merkezi bir yer edinmesi de erdem anlayışını etkiledi. Birçok tarım toplumunda büyük dinsel gelenekler ve onların öğretileri, ahlakın çerçevesini çizdi. Örneğin, Musevilik, Hristiyanlık, İslam gibi dinlerde on emir, yedi ölümcül günah vb. listelerle hangi davranışların erdem, hangilerinin günah olduğu tanımlanmıştır. İnanç, takva, itaat, alçakgönüllülük, merhamet, cömertlik gibi erdemler dinlerin öğretilerinde vurgulanmıştır. Din, evrimsel temelleri daha eskiye dayanan ahlaki eğilimlerimizi alıp onları ilahi bir otoriteyle pekiştirmiştir. Bazı araştırmacılar, dinin ahlak sonrası ortaya çıkarak, ahlak kurallarını “her şeyi gören ilahi gözler” vasıtasıyla güçlendirdiğini öne sürer: İnsanlar, toplumdaki görünür gözlerden uzakta olsalar bile, tanrıların veya ataların gözlemine maruz olduklarına inanarak bencil dürtülerini dizginlediler. Sonuçta, tarım toplumlarında dine bağlı erdemler (dindarlık, günahkarlıktan kaçınma, komşunu sevme, yardımseverlik vs.) ahlaki düzenin temeline yerleşti. Örneğin, yardımseverlik ve sadaka verme çoğu dinde övülen bir erdemdir ve tarım toplumlarında zengin-fakir arasındaki uçurumu yumuşatma işlevi görmüştür.

Hiyerarşi ve İtaat

Tarım toplumları, avcı-toplayıcılara göre çok daha kalabalık ve karmaşık bir yapıdaydı; yüzlerce, binlerce kişilik köyler, kent devletleri ortaya çıktı. Böyle büyük gruplar içinde düzeni sağlayabilmek için genellikle hiyerarşik yapılar gelişti: kabile şefleri, krallar, imparatorlar, rahipler gibi yöneticiler ve sıradan halk şeklinde tabakalaşmalar oluştu. Bu toplumlarda itaat, sadakat ve görev bilinci önemli erdemler haline geldi. Avcı-toplayıcılar özgür ruhlu ve eşitlikçi iken, bir krallığın tebaaları için otoriteye saygı bir değer haline geldi. Örneğin, Konfüçyüsçülük gibi felsefeler, bireylerin ailede babaya, devlette hükümdara itaat etmesini erdem olarak tanımlar. Yine feodal toplumlarda, serflerin lordlarına bağlılığı, askerlerin komutanlarına itaatkarlığı temel toplumsal beklentilerdendi. “Hürmet, vefa, sadakat” kavramları, özellikle Orta Çağ tarım toplumlarında (Avrupa feodalitesi, Japonya’daki samuray düzeni vb.) ahlaki erdemler arasındaydı.

Toplumsal Cinsiyet Rolleri ve Aile Değerleri

Yerleşik yaşama geçişle birlikte, aile yapıları da daha patriyarkal (ataerkil) bir hal aldı. Tarımın getirdiği ağır fiziksel işler genelde erkeklerin sorumluluğundaydı; kadınlar ise ev ve çocuk bakımında uzmanlaştılar (her ne kadar kadınlar da tarlada çalışsa da). Bu iş bölümü zamanla toplumsal cinsiyet rollerini keskinleştirdi ve bu rollere uygun davranışlar erdemle ilişkilendirildi. Örneğin, birçok geleneksel tarım toplumunda iffet, namus, sadakat özellikle kadınlar için yüceltilen erdemlerdi; çünkü soy zincirinin takibi ve miras düzeni için kadının cinsel sadakati kültürel olarak vurgulandı. Erkekler içinse koruyuculuk, aileyi geçindirme, sözünü tutma gibi değerler öne çıktı. Kuşkusuz bu değerler evrensel değil, kültürden kültüre değişkendi; ancak genel hatlarıyla tarım toplumlarında aileye bağlılık, ebeveyne saygı (özellikle babaya), evlat yetiştirmede özveri gibi erdemler tüm büyük uygarlıklarda ortak temalar olmuştur. Örneğin Konfüçyüs’ün öğretilerinde “filial piety” denilen ebeveyne itaat ve hürmet en yüksek erdemlerden sayılmış; benzer biçimde çeşitli dinlerde “Anne babaya iyi davranmak” ahlaki buyruklar arasında yer almıştır.

Uygarlık ve Uygarlık Erdemleri

Tarım sayesinde ortaya çıkan kentleşme ve uygarlıklar, erdem kavramına yeni boyutlar ekledi. Antik Yunan ve Roma’da filozoflar, ideal insanın edinmesi gereken erdemler üzerine derinlemesine düşünüp yazdılar. Platon ve Aristoteles gibi düşünürler bilgelik (hikmet), cesaret, ölçülülük ve adalet gibi erdemleri tanımladılar. “Dört erdem” (ya da dört kardinal erdem: adalet, yiğitlik, ölçülülük, bilgelik) Batı düşüncesinde kalıcı bir miras bıraktı. Benzer şekilde, Doğu uygarlıklarında da erdem kavramı işlendi: Örneğin, Budizm’de sekiz dilimli yol doğru eylem, doğru düşünce gibi erdemleri içerir; Hint düşüncesinde ahimsa (canlıya zarar vermeme), dharma’ya uygun yaşama erdemleri vurgulanır. Bu örnekler gösterir ki, tarım toplumlarının kentleşen evresinde felsefi ve dini sistemler, ortak yaşama ilişkin değerleri sistematik hale getirdiler.

Tarım toplumlarında erdemlerin önemi, bir bakıma toplumsal bütünlüğü ve istikrarı korumak için daha da büyüdü. Avcı-toplayıcı gruplarda yanlış yapanı dışlamak çözüm olabiliyorken, koskoca kentlerde bu mümkün değildi; bunun yerine normlara uymayı içselleştirme ve sosyal denetim mekanizmaları (yasa, ayıp kavramı, günah kavramı vb.) gelişti. Bu dönemde bir yandan geleneksel erdemler (dürüstlük, yardımseverlik, sadakat) sürerken, diğer yandan yeni erdemler (dindarlık, vatanseverlik, itaatkarlık, çalışkanlık) ön plana çıktı. Toplumun bekası için erdemlerin işlevi genişledi: Yalnızca küçük grubu değil, binlerce kişilik krallıkları bir arada tutan harç oldular. Örneğin, imparatorlukları ayakta tutmak için yurttaşların ortak bir kimlik ve değerler etrafında birleşmesi gerekiyordu; Romalıların “Roma’ya sadakat”ı, Perslerin imparatora bağlılık erdemi, Çin’de Konfüçyüsçü devlete itaat anlayışı bunun yansımalarıdır. Bu şekilde, tarım ve uygarlık çağında erdemler, artık evrensel ahlak ilkeleri ya da kozmopolit felsefeler düzeyinde tartışılır hale geldi.

5. Sanayi Devrimi ve Modernleşme Sürecinde Erdemlerde Değişim

Sanayi Devrimi (kabaca 18. yüzyıl sonu ve 19. yüzyıl) insan toplumlarını tarım temelli düzenden sanayi ve kent temelli düzene dönüştürerek, erdem anlayışında yeni değişimlere yol açtı. Tarım toplumunda makbul olan birçok değer, sanayileşme ile birlikte farklı bir bağlamda yeniden tanımlandı ya da önem sırası değişti. Bu dönemde yaşanan hızlı ekonomik, teknolojik ve sosyal dönüşümler, iş ahlakı, disiplin, bireysellik gibi kavramları öne çıkardı.

Çalışkanlık ve Zaman Disiplini

Sanayi devrimiyle birlikte fabrikalar, mesai saatleri ve ücretli emek kavramı doğdu. Kırsal alandaki mevsimlik ve güneşin hareketine göre ayarlanan esnek çalışma düzeninin yerini, saatin tik taklarına göre ayarlanmış katı bir çalışma rejimi aldı. Bu yeni düzende dakiklik, düzen ve disiplin birer erdem haline geldi. Örneğin 19. yüzyıl Britanyası’nda sanayiciler, işçilerin sabahları vaktinde fabrikada olmalarını sağlamak için çeşitli yöntemler geliştiriyordu; “geç kalmak” artık yalnızca kişisel bir kusur değil, ahlaki bir zaaf olarak görülmeye başlamıştı. Britanyalı tarihçi E.P. Thompson, sanayileşmeyle beraber emekçilerin “zaman bilinci”nin değiştiğini, vaktini boşa harcamamanın ve üretken olmanın erdem olarak yüceltildiğini anlatır. Nitekim dönemin öğüt literatüründe, “Erken kalkan yol alır” örneği atasözleri ve tembelliğin kötülüğüne ilişkin vaazlar dikkat çeker. 1755’te bir İngiliz rahip, yoksullara hitaben yazdığı broşürde “Eğer tembellikle sabahları yatakta harcıyorsan, işten kaytarıp aylaklık ediyorsan yoksul kalman normaldir” diyerek erken kalkıp çalışmayı bir erdem, tembelliği ise bir ahlaki eksiklik olarak betimlemiştir. Özetle, sanayi çağı, çalışkanlık, üretkenlik, dakiklik gibi değerleri bireye aşılamaya çalıştı. “Vakit nakittir” sözü bu dönemin sloganı gibiydi ve hem zamana hem paraya karşı tutum artık ahlaki bir renk kazanmıştı.

Dürüstlük ve Tasarruf (İş Ahlakı)

Sanayileşme dönemi aynı zamanda Protestan iş etiği kavramının yükselişiyle ilişkilendirilir. Max Weber’in ünlü tezine göre, Protestanlığın bazı kolları (özellikle Kalvinizm), dünyevi başarıyı Tanrı’nın lütfunun bir işareti olarak yorumlamış ve çalışma, tasarruf, dünyevi hazlardan kaçınma gibi değerleri teşvik etmiştir. Bu dini ve kültürel etki, sanayi kapitalizminin iş ahlakıyla örtüşerek dürüst çalışma, sözünde durma, tutumluluk gibi erdemleri önemli hale getirdi. Gerçekten de sanayi toplumunda, bir kişinin güvenilir bir işçi ya da işveren olması, borcunu ödemesi, sözleşmelere riayet etmesi itibarını belirleyen faktörlerdi. Bu dönemde yazılan birçok çocuk kitabı ve ahlak metni, “yüksek karakterli insan”ı dürüst, çalışkan, tutumlu biri olarak idealize etmiştir. Örneğin, Amerikan kültüründe Benjamin Franklin’in özdeyişleri (“erken yatıp erken kalkmak insanı sağlıklı, zengin ve akıllı kılar” gibi) geniş kabul görmüştür.

Ayrıca, tasarruf ve birikim yapma, sanayi toplumunda erdem sayıldı; zira yatırım ve sermaye birikimi için kişilerin kazandığından fazlasını harcamaması, tutumlu davranması gerekiyordu. Bu, önceki tarım toplumlarında da bireysel erdem olarak bilinse de (örn. israf etmemek), sanayi toplumunda toplumsal ölçekte önem kazandı. İş ahlakı kavramı, kişinin işine sadakatini, sorumluluk duygusunu, kaliteye verdiği önemi vurgular hale geldi.

Bireycilik ve Özgürlük Değerleri

Sanayi çağı aynı zamanda Aydınlanma ve sonrasındaki dönemde bireysel özgürlüklerin, hakların gündeme geldiği bir dönemdir. 18. ve 19. yüzyıllarda mutlak monarşilerin yerine anayasal düzenler ve vatandaşlık kavramı güçlenirken, özgürlük, eşitlik, adalet gibi değerler politik idealler haline geldi. Bu değerler elbette ahlaki erdemler olarak da yüceltildi. Örneğin, düşünce özgürlüğü, vicdan özgürlüğü gibi kavramlar ahlaki bir iyi olarak savunuldu. Bireylerin kendi kaderini tayin hakkı, kendi inançlarını seçme özgürlüğü modern dönemde kutsanan erdemler oldu.

Özellikle Aydınlanma Çağı (18. yy) filozofları, insanın akıl ve vicdan sahibi bir özne olarak özerklik (otonomi) ilkesine göre yaşamasını idealize ettiler. Immanuel Kant, ahlak felsefesinde bireyin kendi rasyonel iradesiyle evrensel ahlak yasasını koymasını erdemin temeli saydı. Bu düşünsel dönüşüm, toplumda da ferdin ahlaki sorumluluğunu vurguladı: Artık erdem, yalnızca geleneğe ya da dine itaat değil, bireyin kendi vicdan muhasebesiyle ulaştığı bir şey olmalıydı.

Yurtseverlik ve Toplumsal Sorumluluk

Sanayi çağında imparatorlukların yerini ulus devletler alırken, vatanseverlik (yurtseverlik) yeni bir değer olarak yükseldi. Ulus-devletler vatandaşlarından ülkeye bağlılık, gerektiğinde fedakarlık bekledi. Bu da ahlaki söylemlere yansıdı: “Vatan için çalışma, gerekirse canını verme” erdemi, özellikle 19. ve 20. yüzyılda pek çok toplumda en yüce değerlerden biri sayıldı. Bununla bağlantılı olarak, askeri disiplin, cesaret, onur gibi daha eski erdemler modern ulusal ordularla yeniden önem kazandı. Örneğin, Birinci Dünya Savaşı’na giren ülkelerde propaganda, gençlere “vatan savunmasının kutsal bir görev olduğunu” telkin ediyordu.

Diğer yandan sanayileşme toplumunda ortaya çıkan işçi sınıfı, kentleşme, yeni sosyal sorunlar, dayanışma ve adalet kavramlarını da farklı boyutlarda gündeme getirdi. İşçi hareketleri, sosyal adaleti ve eşitliği yeni erdemler/idealler olarak yükseltti. 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başında, yardımlaşma, sınıf dayanışması, hakkını arama gibi kavramlar işçi çevrelerinde ahlaki bir doğruluk haline geldi. Bu da, modern çağın erdem yelpazesini genişletmiştir.

Bilim, Akıl ve Eğitim Değeri

Modernleşme süreci aynı zamanda bilimsel düşüncenin ve eğitimin önem kazanması demektir. Geleneksel toplumlarda bilgelik çoğunlukla deneyime ve yaşlıların bilgi birikimine saygı ile ilgiliyken, modern toplumda eğitimli olmak, rasyonel düşünmek bir erdem değeri olarak görülmeye başladı. Özellikle 20. yüzyılda, bir bireyin kendini geliştirmesi, okul okuması, cehaletten kurtulması yalnızca kişisel çıkar için değil, topluma karşı da bir sorumluluk gibi algılandı. “Cahil kalmak ayıptır” düşüncesi yaygınlaştı. Bu bağlamda merak, yenilikçilik, eleştirel düşünce gibi bilişsel erdemler değer kazandı. Örneğin, aydın kesimler arasında entelektüel dürüstlük, açık fikirlilik gibi erdemlerden söz edilir oldu.

Sanayi devrimi ve modernleşme döneminde erdemlerin değişimini özetlemek gerekirse: iş ahlakı ve disiplin en öne çıkan yeni değerlerdi; bireysel özgürlük ve haklar ahlaki söylemin bir parçası haline geldi; vatanseverlik ve toplumsal sorumluluk geniş ölçekli toplumları birarada tutan erdemler olarak önemliydi; yenilikçilik ve eğitim ise ilerlemenin erdemi sayıldı. Böylece erdem kavramı, modern dönemde hem özel hem kamusal alanda yeniden tanımlandı. Bir yanda hala dürüstlük, güvenilirlik, empati gibi kadim erdemler geçerliliğini korurken, diğer yanda özgürlük, eşitlik, insan haklarına saygı gibi kavramlar ahlaki yüklemeler kazandı.

6. Günümüzde Erdemlerin İşlevselliği ve Değeri

21.yüzyıl dünyasında, insanlığın geliştirdiği erdemler hem bireysel yaşamda hem de toplumsal düzeyde kritik roller oynamaya devam ediyor. Ancak modern toplumların küreselleşmiş, teknolojiye dayalı ve çeşitlilik içeren yapısı, bu erdemlerin işlevlerini ve vurgulanma biçimlerini geçmiş dönemlere göre kısmen değiştirmiştir. Günümüzde öne çıkan başlıca erdemlerin bireysel ve toplumsal işlevselliğine ilişkin bazı gözlemler şöyle sıralanabilir:

Empati ve Hoşgörü

Modern dünyada farklı kültürler, inançlar ve yaşam tarzları iç içe geçmiş durumda. Bu nedenle empati, hoşgörü ve çeşitliliğe saygı hem bireylerarası ilişkilerde hem de toplumsal barış için kilit erdemler haline gelmiştir. Küresel iletişim çağında bir kişinin yalnızca yakın çevresine değil, dünyanın öbür ucundaki insanların acılarına da empati gösterebilmesi beklenir hale geldi. Örneğin, insani yardım kampanyaları, küresel afetlere duyarlılık, ayrımcılığa karşı duruş gibi tutumlar, empati erdeminin sınır ötesi genişlemesini temsil eder. Hoşgörü ise modern demokratik toplumların temel taşı sayılır; etnik, dinsel, cinsel veya fikirsel farklılıklara katlanma ve saygı göstermek, çokkültürlü toplumların barış içinde bir arada yaşaması için zorunludur. Günümüzde birey düzeyinde empati, iyi bir arkadaş, eş veya ebeveyn olmanın vazgeçilmez parçası sayılıyor; toplumsal düzeyde ise hoşgörü ve insan haklarına saygı, anayasal değerler ve evrensel normlar haline gelmiştir.

Adalet ve Dürüstlük

Modern toplumlarda karmaşık kurumlar (hukuk sistemi, iş dünyası, hükümetler) olduğu için adalet kavramı hem kişisel etik hem de kurumsal düzen açısından yaşamsaldır. Bireyler arası ilişkilerde dürüst ve adil olmak (örneğin yalan söylememek, hile yapmamak) güvenilirlik getirir; benzer şekilde devlet yönetiminde şeffaflık ve hesap verebilirlik (yani kurumsal dürüstlük) vatandaşların güvenini sağlar. Günümüzde adalet duygusu belki her zamankinden daha evrensel bir ideal olmuştur: Yalnızca mahkeme salonlarında değil, aynı zamanda sosyal adalet hareketlerinde, gelir eşitsizliği tartışmalarında, küresel iklim adaleti çağrılarında kendini gösterir. Toplumlar, yasalarını ve kurumlarını adil işlemediği algılandığında protestolarla çalkalanıyor; bu da adalet erdeminin ne kadar merkezi olduğunu gösteriyor. Birey düzeyinde de insanlar, iş yerinde, arkadaşlıkta adil davranmayanları dışlama veya kınama eğilimindedir. Yani dürüstlük ve adalet erdemleri, hem mikro düzeyde ilişkileri düzenler, hem makro düzeyde toplumsal sözleşmenin özünü oluşturur.

İş Birliği ve Toplumsal Dayanışma

Modern dünya, her ne kadar bireycilik vurgulanıyor olsa da, gerçekte devasa ölçekte iş birliğine ihtiyaç duyuyor. Milyonlarca insanın yaşadığı kentlerde, karmaşık tedarik zincirleri veya dijital ağlarla bağlanmış küresel ekonomide hiç kimse tamamen tek başına var olamaz. Bu nedenle, takım çalışması, kolektif sorumluluk, dayanışma ruhu günümüzde de büyük önem taşıyor. Örneğin, bir şirkette ekip halinde çalışma becerisi, modern bir erdem gibi değerlendiriliyor; çünkü ortak amaçlar için bireysel egoları dengeleyip uyum sağlamak gerekiyor. Toplumsal düzeyde de dayanışma erdemi, kendini sosyal gönençli devletlerinde veya uluslararası iş birliği kurumlarında gösterir. İnsanlar, dezavantajlı grupları korumak için vergilerini paylaşmayı, salgın gibi durumlarda herkesin iyiliği için fedakarlık yapmayı (maske takmak, aşı olmak vb.) ahlaki bir yükümlülük olarak kabul edebiliyorlar. Özellikle COVID-19 salgını gibi küresel buhranlar, başkalarını düşünme ve toplum için feragat edebilme erdeminin ne kadar yaşamsal önemde olduğunu tekrar anımsattı. Günümüz toplumunda “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” anlayışı ahlaken eleştirilirken, “biz bilinciyle hareket etme” ideali öne çıkarılıyor. Dahası insanlığın küresel sorunları (iklim krizi, salgınlar, savaşlar) çözebilmesi için, ulusal veya etnik kimlikleri aşan bir küresel dayanışma ahlakına ihtiyacı olduğu sık sık vurgulanır.

Özgürlük, Saygı ve Kendini Gerçekleştirme

Modern değer sisteminde bireysel özgürlük ve kişisel gelişim çok önemli yer tutar. Günümüzün erdem anlayışı, bir kişinin kendi özgün benliğini baskı altında kalmadan geliştirmesini ve ifade etmesini olumlu karşılar. Bu bağlamda kendine karşı dürüst olmak, başkalarının özgürlüğüne saygı duymak ahlaki erdemlerdir. Örneğin, bir gencin ailesinin veya toplumun baskısına karşın kendi sevdiği mesleği seçmesi, kendi kimliğini yaşaması bugün erdemli ve cesur bir davranış olarak değerlendirilebilir. Toplum da giderek, farklılıklara saygıyı ve herkesin kendi potansiyelini gerçekleştirme hakkını bir değer sayıyor. İfade özgürlüğü, düşünceye saygı, özerklik gibi ilkeler hem yasal güvencelere hem de toplumsal normlara dönüşmüş durumdadır. Bununla birlikte, özgürlüğün erdemi, sorumluluk duygusuyla dengelenir: Bireyler özgür iradeleriyle hareket ederken, başkalarına zarar vermeme, kamusal alanda saygılı olma yükümlülüğü taşırlar. Bu nedenle “özgür ama sorumlu birey” modeli, modern ahlakın idealidir. Eğitim sistemleri bile öğrencilere yalnızca itaat etmeyi değil, aynı zamanda sorgulama, yaratıcı düşünme fakat bunu yaparken başkalarının haklarını gözetme değerlerini aşılamaya yönelmiştir.

Çevre Bilinci ve Küresel Düşünce

İçinde bulunduğumuz yüzyılda, belki de ilk defa doğaya ve geleceğe karşı sorumluluk bir erdem olarak açıkça tanımlanıyor. Sanayi devriminin yarattığı çevre yıkımı ve iklim değişikliği tehlikesi, çevreye saygı, sürdürülebilirlik, gelecek kuşakları düşünme gibi erdemleri ortaya çıkardı. Günümüzde bir bireyin karbon ayakizini azaltmaya çalışması, geri dönüşüm yapması, doğayı koruması yalnızca bir alışkanlık değil, ahlaki bir doğru olarak algılanabiliyor. Toplumsal düzeyde de devletler ve kurumlar, çevreye duyarlı politikaları benimsedikçe eko-erdemler kurumsallaşıyor. Bu, önceki dönemlerde pek konuşulmayan, yeni sayılabilecek bir erdem alanıdır ve modern insanın etik ufkunu gezegendeki tüm canlıları kapsayacak şekilde genişletiyor.

Teknoloji ve Dijital Erdemler

Modern yaşamın büyük kısmı dijital platformlarda geçtiği için, dijital etik diyebileceğimiz yeni erdem tanımları da gündeme geldi. Örneğin, çevrimiçi ortamda nezaket (kişilere zorbalık yapmama), doğru bilgi yayma, mahremiyete saygı gibi konular artık ahlaki tartışmaların parçasıdır. Başkası hakkında sosyal medyada linç kampanyasına katılmamak, yalan haber yaymamak, internette kibarlık kurallarına uymak günümüzün “iyi insan” tanımının bir parçası haline geliyor. Bu da, erdem kavramının toplumsal değişimlere nasıl uyum sağladığının bir örneği.

Sonuç olarak, günümüz toplumunda insanın evrimsel ve tarihsel süreçte geliştirdiği erdemler hala yaşamsal önemde işlevler görüyor. Bireysel düzeyde, erdemli olmak kişinin hem kendine saygısını hem de çevresiyle sağlıklı ilişkiler kurmasını sağlıyor. Örneğin, empati sahibi ve dürüst bir insan, psikolojik açıdan daha doyumlu ilişkiler yaşıyor; çalışkan ve disiplinli bir insan kariyerinde başarılı oluyor; açık fikirlilik ve öğrenmeye açıklık, kişinin entelektüel gelişimini sürdürüyor. Toplumsal düzeyde ise bu bireysel erdemler bir araya gelerek sosyal bütünlüğü kuruyor. Güven duygusu yüksek, adil ve merhametli insanların oluşturduğu bir topluluk, buhranlara daha dirençli oluyor, suç oranları düşüyor, iş birliği kolaylaşıyor. Modern toplumların karmaşık problemlerini çözebilmesi, ancak yurttaşlarının gerekli erdemleri göstermesiyle mümkün olabilir – örneğin küresel ısınmaya karşı fedakarlık yapmaya razı insanlar olmadan, politik kararlar işe yaramaz; ya da bilimsel ilerlemelerin etik kullanımını sağlamak için dürüst ve sorumlu olan bilim insanlarına ihtiyaç vardır.

İnsanlık, evrimsel mirası olan erdemleri üzerine inşa ettiği uygarlık yolculuğunda, her dönemde farklı sınavlardan geçti. Avcı-toplayıcı günlerde bizi birbirimize kenetleyen erdemler, tarım toplumunda din ve geleneklerle kurumsallaştı; sanayi ve modern çağda akıl, özgürlük ve küresel bilinç ile harmanlandı. Bugün, belki de ilk kez, tüm insanlığı tek bir “biz” olarak görüp küresel erdemler etrafında birleşme ihtiyacıyla karşı karşıyayız. Bu, evrimsel yolculuğumuzda yeni bir sayfa olabilir. Yine de özünde, günümüzün erdemleri hala atalarımızdan miras kalan insani değerlerdir: başkalarına duyduğumuz şefkat, adil olma isteğimiz, birlikte başarma arzumuz ve bilinmeyeni anlama merakımız. Bu erdemler, insan olmanın ne anlama geldiğini tanımlamaya devam ediyor ve çağlar boyunca olduğu gibi, gelecekte de hayatta kalmamızın ve gelişmemizin anahtarı olacaklar.

Kaynakça

Cruz, C. (2023, 23 Eylül). The Evolution of Human Virtues and Moral Beliefs Over Millennia. Medium. (Çevrimiçi blog yazısı).

De Waal, F. (2005, 1 Eylül). The evolution of empathy. Greater Good Magazine. University of California, Berkeley. (Çevrimiçi makale).

Dizikes, P. (2025, 14 Mart). When did human language emerge? MIT News. (Çevrimiçi haber bülteni).

Karadağ, O. (2025, Haziran). İnsan düşüncesinin evrimi: 65 milyon yıllık bir öykü. Doğu Kitabevi, İstanbul

Karadağ, O. (2025, Eylül). Dinin evrimi: İnsanlık tarihinde inancın biyolojik ve kültürel yolculuğu. Doğu Kitabevi, İstanbul

Lewis, H. M., Vinicius, L., Strods, J., Mace, R., & Migliano, A. B. (2014). High mobility explains demand sharing and enforced cooperation in egalitarian hunter-gatherers. Nature Communications, 5, 5789. https://doi.org/10.1038/ncomms6789

Tomasello, M. (2018). The origins of human morality. Scientific American, 319(3), 70-75.

What the world values, in one chart. (2014, 29 Aralık). Vox (Brandon Ambrosino). (Inglehart–Welzel Dünya Değerler Haritası ile ilgili içerik). Erişim tarihi: 10 Eylül 2025, https://www.vox.com/2014/12/29/7461009/culture-values-world-inglehart-welzel

 

15 Ağustos 2025 Cuma

Eksik Olan Nedir

Eksik Olan Nedir?

Günlerdir kafamı kurcalayan bir soru: Eksik olan nedir?

Söze sondan başlayacağım: Ahlakın çöktüğü bir toplumda yasa da din de yalnızca dekor olur; sahneyi güçlülerin kuralsız saltanatı kaplar.

Skandal Günlük Yaşamımızda

Gün yok ki yeni bir yolsuzluk haberiyle uyanmayalım. Bir gün ihaleye fesat karıştırılıyor. Ertesi gün, kamu fonları usulsüz kullanılıyor. Başka bir gün, milyonlar rüşvet çarkında kayboluyor. Dosyalar kapanıyor, yenileri açılıyor; skandalların ardı arkası kesilmiyor.

Peki neden?

Neden bu dönemde yolsuzluk, yağmur sonrası mantar gibi bitmeye devam ediyor? Hukuk sistemi mi yetersiz, yönetim biçimi mi kusurlu, yoksa din mi etkisiz?

Yasa Var, Yönetim Var, Din Var… Ahlak Yok

“Yasalar mı?” diye sorarsınız. Meclis, adeta bir üretim bandı gibi çalışıyor; sabah akşam yasa çıkarıyor. Kanun maddeleri raflara diziliyor, yönetmelikler Resmi Gazete’de arka arkaya yayınlanıyor.

“Yönetim mi?” derseniz… Kararlar, koca bir ülkenin geleceğini belirleyecek ölçüde, tek bir kişinin imzasına bağlanmış durumda.

“Din mi?” diye sorarsanız… Tarihte hiç olmadığı kadar büyük bir yatırım alanı olmuş. Camiler dolup taşıyor, Cuma namazları yoğun katılımla kılınıyor. Oruçlar tutuluyor; hacca gidenler, umreye gidenler ardı ardına. Hutbeler okunuyor, fetvalar peş peşe geliyor.

Tutmayan Dikiş, Dağılan Sistem

Ama bütün bu önlemler, görünürde güçlü olsa da dikiş tutmuyor. Yolsuzluklar azalmıyor; aksine çığ gibi büyüyor. Bir davanın dosyası kapanmadan yenisi gündeme düşüyor. Bir skandalın dumanı tüterken, bir diğeri patlak veriyor. Dahası kimi zaman bu “operasyonların” bir bölümü, gerçekten yolsuzluğu ortaya çıkarmaktan çok, muhalefeti sindirmek ve korkutmak amacıyla sahte delillere dayandırılıyor. Böyle olunca hem gerçek suçlar gölgeleniyor hem de adalet mekanizmasına olan güven, ince bir buz tabakası gibi kırılıp dağılıyor.

Rüşvetle Kurtulma Mantığı

Yolsuzluk yapanlar yalnızca cesaret değil, bir tür “güvence” ile hareket ediyor. Yakalanmayacaklarını düşünüyorlar. Eğer yakalanırlarsa, servetlerinin bir kısmını rüşvetle cezadan muaf tutacaklarına inanıyorlar. Bu mantık, hem suçu hem de sistemi besleyen bir kısır döngü yaratıyor: Yolsuzluk, rüşveti doğuruyor; rüşvet, yolsuzluğu koruyor.

Toplumsal bünyeye sinmiş bir zihniyet hastalığı…

Sanki toplumun damarlarına işlemiş, görünmez bir virüs var: Hesap sormaktan çekinen, haksız kazancı normalleştiren, küçük çıkarlar uğruna büyük değerleri gözden çıkaran bir zihniyet…

Eksik Olan Tek Şey

Demek ki bir şey eksik. O eksik olan şey ne mi? Ahlak. Ahlak, bireyin içsel denetimidir; dışsal baskılardan bağımsız, vicdanın sesiyle yön bulur. Tarihte, Roma’nın çöküşü de yalnızca barbar istilalarıyla değil, içten içe çöken ahlaki yapı nedeniyle hızlanmıştır.

Ne yasa ile sağlanabilen ne otoriter yönetimle tesis edilebilen ne de dinin en yoğun yatırım gördüğü bu dönemde güçlenebilen…Tam tersine, her geçen gün biraz daha aşınan ahlak. Yasa korkusu, yönetim baskısı ya da dini ritüeller, ahlakın yokluğunu gideremiyor. Çünkü ahlak, yalnızca öğütle değil, örnekle beslenir; yalnızca sözle değil, eylemle yaşar.

Sonsöz

Ahlakın olmadığı yerde yasa dekor, din ritüel, adalet ise yalnızca bir illüzyondur.

 

14 Ağustos 2025 Perşembe

Yaşamdaş" Ne Demek?

 "Yaşamdaş" diye bir sözcük yok belki sözlüklerde. Ama benim dilimde var, yüreğimde bir yeri var.

Kadın için koca, erkek için karı demek değil bu sözcük. Daha derin, daha eşit, daha içten bir anlam taşıyor.
Ben "yaşamdaş"ı, yaşam yolculuğunda el ele yürüyen iki insan için kullanıyorum. Birbirine yalnızca eş değil, omuz, nefes, yoldaş olan insanlar için.
"Yaşamdaş", zorlukta destek, sevinçte ortaklık, sessizlikte anlayış demek.
İki kişinin birbirine yalnızca sevgiyle değil, saygıyla, sabırla, emekle bağlanması demek.
Yaşam boyunca birbirinin yanında duran, birlikte büyüyen, birlikte yaşlanan iki ruhun adı belki de "yaşamdaş."

Politika mı, Siyaset mi

 

Politika mı, Siyaset mi?

Türkiye'de "politika" ve "siyaset" sözcükleri genellikle eş anlamlı olarak kullanılır. Oysa bu iki kavram, kökenleri ve taşıdıkları anlamlar bakımından birbirinden oldukça farklıdır. Bu fark, yalnızca sözcüklerin etimolojisinde değil, toplumsal ve politik yaşamdaki yansımalarında da kendini gösterir.

"Politika", kökenini Eski Yunanca polis (kent) ve politikos (kente ilişkin) sözcüklerinden alır. Eski Yunan'da politika, farklı düşünce ve çıkarların bir arada yaşamasını sağlayan, uzlaşmayı hedefleyen bir yönetim sanatıdır. Bu yönüyle politika, çoğulculuğun ve diyalogun temelidir; farklı görüşlerin çatışmak yerine uzlaşı aradığı bir zemini ifade eder.

Öte yandan "siyaset", Arapça kökenli bir sözcüktür ve "seyislik", yani at terbiyeciliği anlamına gelir. Buradaki "terbiye etme" anlayışı, bir varlığın kendi iradesi yerine belirli bir otoriteye boyun eğmesi fikrine dayanır. Bu yönüyle siyaset, otoriter yapıları ve hiyerarşik ilişkileri çağrıştırır. Biat kültürü bu anlayışın doğal bir sonucudur.

Bu iki kavramsal yaklaşım, Türkiye'deki politik uygulamayı anlamak açısından da önemli ipuçları sunar. Özellikle sağ kesim siyaset anlayışında, parti liderine mutlak bağlılık ve lidere itaat ön planda tutulur. Bu durum, politik partileri fikirlerin tartışıldığı platformlar olmaktan çıkarır; lideri memnun etmeye yönelik bir hiyerarşik yapıya dönüştürür. Böyle bir ortamda sorunlar, toplumsal uzlaşıyla değil, liderin iradesiyle çözülmeye çalışılır. Bu da politikayı, demokratik değerlerden uzaklaştırarak kişisel sadakat ilişkilerine indirger.

Oysa demokrasi, farklılıkların bir arada yaşayabildiği, fikirlerin özgürce ifade edildiği, çoğulculuğun esas alındığı bir sistemdir. Demokrasi ancak uzlaşma kültürüyle gelişir. Biat kültürü ise bu gelişimin önündeki en büyük engeldir. Biat, sorgulamayı dışlar; uzlaşma ise karşılıklı saygı ve akıl yürütmeyi gerektirir.

Türkiye'de demokrasinin yerleşmesi, “siyaset” anlayışının “politikaya” evrilmesiyle mümkündür. Bunun için biat kültüründen uzaklaşmak, uzlaşma kültürünü özendiren bir politik dil ve pratik geliştirmek zorundayız. Aksi halde demokrasi, yalnızca sandıkla sınırlı kalan bir ritüelden öteye geçemez.

 

13 Ağustos 2025 Çarşamba

Adalet ve Adil Olmak: Tarihsel ve Çok Disiplinli Bir İnceleme

 Adalet ve Adil Olmak: Tarihsel ve Çok Disiplinli Bir İnceleme

1.Giriş: Adalet (Tüze) Arayışının Öyküsü

Adalet, insanlık tarihinin en köklü ve tartışmalı değerlerinden biridir. En yalın kabilelerden en karmaşık devlet düzenlerine kadar, insan toplulukları tüze arayışı içinde olmuşlardır. Sözlükte "herkese hakkını verme" olarak tanımlansa da, bu yalın ifade adalet kavramının ardındaki derin düşünsel, ahlaki ve toplumsal boyutları tam olarak yansıtmaz.

Adalet, yalnızca yasaların uygulanması değildir; eşitlik, hakkaniyet, vicdan ve erdem ile bağlantılı bir ilkedir. Bir çocuğun oyundaki haksızlığa isyanından uluslararası mahkemelerin karmaşık kararlarına kadar uzanan geniş bir yelpazede, "doğru olan nedir?" ve "hak edilen nasıl verilmelidir?" soruları insanlığın temel gerilimlerini oluşturur.

Adil olmak ise yalnızca kurallara uymak değildir; bireyin içsel yönelimi, ahlaki kimliği ve toplumsal sorumluluğudur. Çünkü adalet yalnızca yasalarla değil; vicdan, değerler, kültürel birikim ve tarihsel deneyim ile biçimlenir.

Büyük harfle yazılan Adalet, toplumsal yaşamı düzenleyen kuramsal çerçeveyi, yasaların ruhunu ve kaynakların nasıl hakça paylaştırılacağını sorgular. Buna karşılık adil olmak, bireyin dürüstlük, tarafsızlık ve hakkaniyet gözeten eylemleridir; kişinin başkalarının haklarına saygı duyması ve vicdani bir sorumlulukla davranmasıdır. Biri olmadan diğerinin tam anlamıyla var olması mümkün değildir.

Adalet kavramı dönemlere ve kültürlere göre farklı biçimler almıştır. Antik Yunan'da dike (hak, denge) ile ifade edilen adalet, Platon'a göre ruhun erdemi, Aristoteles'e göre ise herkese hak ettiğini vermektir. Roma hukukunda ius (hak) ve aequitas (hakkaniyet) ile biçimlenirken, İslam'da adalet hem hukuki hem ahlaki bir buyruk olarak Allah'ın adlarından biri olan el-Adl ile ilişkilendirilir. Doğu düşüncesinde Konfüçyüs'ün ahlaki dengeye (li) dayanan görüşü ve Hinduizm'in dharma kavramı, adaleti bireysel doğruluktan kozmik düzene uzanan bir ilke olarak tanımlar. Çağdaş dönemde ise John Rawls, adaleti toplumsal sözleşme ve hakça bölüşüm üzerinden yeniden tanımlamıştır.

Bu çalışmada şu temel sorulara yanıt aranacaktır: Adaletin tarihsel gelişimi içinde hangi evreler ayırt edilebilir? Adaletin felsefi temelleri ile hukuksal uygulamaları ne ölçüde örtüşür? Toplumsal eşitsizlikler bağlamında adalet nasıl biçimlenmiştir? Bireylerin adalet algısı hangi bilişsel süreçlerle gelişir? Farklı kültürlerde adil olma biçimleri nasıl tanımlanmıştır? Günümüz dünyasında adalet hangi yeni sorunlarla karşı karşıyadır?

Bu bağlamda adalet, yalnızca bir hukuk ilkesi değil, insanın toplumsal ve zihinsel yapısının ayrılmaz bir parçasıdır. Bu yazı, adaletin çok boyutlu yapısını hem kuramsal hem de yaşamsal bir düzlemde ele alarak, daha derinlikli bir anlayış geliştirmeyi hedefliyor.

2. Adaletin Tarihsel Kökenleri

Adalet, insan topluluklarının düzen arayışının en eski ve temel öğelerinden biridir. İnsanlar bir arada yaşamaya başladıklarında hak, sorumluluk, ceza ve ödül gibi kavramlarla bir düzen ve denge arayışına girmiştir. Bu arayış zamanla adalet adı verilen ortak bir değer yargısına dönüşmüş; farklı toplumlar bu değeri kendi inanç, gelenek ve toplumsal yapılarına göre tanımlamıştır.

Mezopotamya'da Yazılı Hukukun Doğuşu

Mezopotamya, yalnızca insanlık tarihinin ilk kentlerini değil, aynı zamanda ilk yazılı hukuk sistemlerini de barındıran bir uygarlık beşiğidir. Bu topraklarda, yönetimle birlikte hukukun ortaya çıkışı da çok erken dönemlere dayanır. Toplumun karmaşıklaşmasıyla birlikte bireyler arası ilişkileri düzenlemek, mülkiyeti güvence altına almak ve sosyal eşitsizliklere bir çerçeve çizmek için kurallar oluşturulmuş; bu kurallar zamanla yazıya geçirilmiştir.

Bilinen en eski hukuk reformlarını, Sümer kenti Lagaş’ta hüküm süren Urukagina gerçekleştirmiştir. Kral Urukagina, halkı dinsel ve sivil seçkinlerin sömürmesine karşı bir dizi düzenlemeyle toplumsal adaleti yeniden tesis etmeye çalışmıştır. Yazılı metinler eksik olsa da, reformların içeriği çeşitli belgelerden anlaşılır. Onun uygulamaları arasında: Aşırı vergilendirmeye karşı önlemler, Borçluların özgürlüğünün korunması, Rahip ve memurların keyfi mülk gasplarının engellenmesi, Yoksulların mallarının korunması gibi hükümler yer almıştır.

Bu düzenlemelerle birlikte kral, “dul ve yetimin hakkını gözeten” bir yönetim anlayışını benimsemiştir. Hukuk, burada yalnızca cezalandırıcı değil, aynı zamanda koruyucu bir işlev üstlenmiştir (Kramer, 1963).

Urukagina’dan yaklaşık iki yüzyıl sonra, Ur kentinin kralı Ur-Nammu, tarihteki en eski tam yazılı yasa metinlerinden birini oluşturmuştur. Ur-Nammu Yasaları, çiviyazısıyla yazılmış olup 30’dan fazla madde içerir. Bu yasaların Hammurabi’ninkine göre daha insancıl olduğu dikkat çeker. Örneğin: Cinayet ve tecavüz gibi ağır suçlar ölümle cezalandırılırken, Bedensel zararlar ve hırsızlık gibi suçlarda para cezası uygulanır.

Bu yaklaşım, “tazmin esaslı hukuk” anlayışını yansıtır. Ur-Nammu, yasal düzenlemeleriyle hem krallığın otoritesini pekiştirmiş hem de halkın refahını gözetmiştir (Roth, 1995).

Ur-Nammu’nun ardından, İsin kent devletinde hüküm süren Lipit-İştar, yine bir yasa koleksiyonu hazırlatmıştır. Bu metin, hukukun tanrısal kökenlere dayandırıldığını açıkça vurgular. Giriş kısmında, tanrıların Lipit-İştar’ı adaleti sağlamak için görevlendirdiği belirtilir. Yasalar; Miras paylaşımı, Kölelikten kurtulma, Evlilik ve boşanma koşulları, Mülkiyet hakları gibi gündelik yaşama dair hükümler içerir.

Bu dönem yasalarında dikkat çeken nokta, toplumsal yaşamın her alanını kapsayan bir düzenleme çabasının bulunmasıdır. Hukuk, yalnızca suç ve ceza değil, toplumsal ilişkilerin tümünü biçimlendiren bir sistemdir (Hallo & Simpson, 1971).

Mezopotamya yazılı hukukunun en bilinen örneğini, Babil Kralı Hammurabi‘nin oluşturduğu yasa derlemesidir. Hammurabi, bu yasaları yalnızca halkına düzen getirmek için değil, tanrısal bir görev olarak ortaya koymuştur. Yasaların girişinde Tanrı Marduk’un, Hammurabi’yi yeryüzünde adaleti sağlamakla görevlendirdiği anlatılır. Bu yönüyle Hammurabi Yasaları, hem hukukun kutsal kaynağını vurgular hem de kralın meşruiyetini güçlendirir.

Yasalar, kısasa kısas (Latince: lex talionis) ilkesiyle ünlüdür: “Bir adam başka bir adamın gözünü çıkarırsa, onun da gözü çıkarılır.” Bu anlayış, suç ile ceza arasında doğrudan ve simetrik bir denge kurar. Ancak sosyal sınıflar arasında cezaların farklılık gösterdiği görülür. Örneğin, bir özgür kişiye verilen zarar ile bir köleye verilen zarar aynı biçimde cezalandırılmaz.

Hammurabi Yasaları'nın içeriği şu alanları kapsar: Aile hukuku (evlilik, boşanma, evlat edinme), Mülkiyet ve ticaret hukuku, Tarım ve sulama düzenlemeleri, İşçi ücretleri ve köle hakları, Ceza hukuku ve mahkeme süreçleri.

Bu yasa koleksiyonu, politik otoritenin hukuk yoluyla pekiştirildiği; birey, toplum ve devlet arasındaki ilişkinin metne döküldüğü ilk örneklerden biridir. Yasalar, yüksek bir taş blok üzerine çiviyazısıyla kazınmış ve kamusal alanlara yerleştirilmiştir. Böylece hukuk, halkın gözü önünde bir kamu düzenleyicisi olarak sergilenmiştir (Van De Mieroop, 2005).

Mezopotamya’da yazılı hukukun doğuşu, yalnızca yasa metinlerinin ortaya çıkışıyla sınırlı değildir. Bu süreç, devletin meşruiyetini sağlamasından halkın haklarını korumaya, dinsel otoriteyle dünyasal gücün birleşmesinden sosyal ilişkilerin düzenlenmesine kadar birçok boyut içerir. Urukagina ile başlayan toplumsal adalet arayışı, Ur-Nammu ve Lipit-İştar ile yasal sistemin gelişmesi ve Hammurabi ile birlikte hukukun politik ve tanrısal bir araca dönüşmesi, insanlık tarihinde hukukun evrimini anlamak açısından temel basamaklardır.

Antik Mısır'da Maat İlkesi

Antik Mısır'da adalet, Ma'at kavramıyla özdeşleşmiştir. Ma'at evrenin düzeni, doğruluk ve denge anlamına gelir. Firavunlar tanrısal düzeni korumakla yükümlü oldukları için adaletin uygulayıcıları olarak görülürdü. Ma'at yalnızca hukuksal değil, aynı zamanda ahlaki ve kozmik bir ilkedir; toplumun düzeni, bireyin ahlaki davranışları ve evrenin uyumuyla bağlantılıdır.

Antik Yunan'da Felsefi Adalet

Adalet düşüncesi Antik Yunan'da felsefi bir derinlik kazanmıştır. Sokrates, Platon ve Aristoteles, adaleti yalnızca dışsal bir düzen değil, insanın ruhsal dengesiyle ilişkilendirerek yorumlamıştır.

Platon'a göre adalet, ruhun üç ögesinin (arzu, öfke ve akıl) uyum içinde çalışmasıyla ortaya çıkar. Devlet adlı eserinde ideal toplum düzeninde her sınıfın (yöneticiler, koruyucular, üreticiler) kendi işini yapması ve başkasının işine karışmaması adil olandır: "Adalet, herkesin kendi işini yapmasıdır".

Aristoteles Nikomakhos'a Etik'te adaleti ikiye ayırır: Dağıtıcı adalet (kaynakların hakkaniyetle paylaşımı) ve denkleştirici adalet (haksızlıkların giderilmesi). Ona göre adalet, toplumda dengeyi sağlayan en yüce erdemdir.

Bu düşünürlerin kurduğu temeller, Batı düşüncesinde adalet tartışmalarına yüzyıllar boyunca yön vermiştir.

Roma Hukukunda Normatif Adalet

Roma İmparatorluğu’nda adalet, yalnızca hukukun teknik bir boyutu değil, toplumun düzenini ayakta tutan temel bir ilke olarak görülmüştür. Hukuk, Roma kültüründe yalnızca devlet otoritesinin bir aracı değil, aynı zamanda ahlaki bir idealin somut ifadesi olma niteliği taşımıştır. Bu anlayış, doğal hukuk (ius naturale) kavramının Roma düşüncesinde belirginleşmesiyle daha da güçlenmiştir.

Doğal hukuk, her insanın doğuştan ve evrensel olarak sahip olduğu haklar bulunduğu fikrine dayanır. Roma hukukçuları, bu hakların herhangi bir yasa ile verilmediğini, aksine insan doğasının bir gereği olarak var olduğunu savunmuşlardır. Böylece hukuk, salt bir yasa metninden ibaret olmaktan çıkarak evrensel akla ve hakkaniyete dayanan bir sistem haline gelmiştir.

Roma düşünürlerinden Marcus Tullius Cicero, De Legibus adlı eserinde adaletin yalnızca pozitif hukuk (ius civile) kurallarına bağlı kalmaması gerektiğini, asıl temelin doğa ve akıl olduğunu ileri sürmüştür. Ona göre lex (yasa) ancak evrensel aklın ve adaletin yansıması olduğu sürece meşru olabilir. Cicero’nun ünlü ifadesi "Summum ius, summa iniuria"“Aşırı hukuk, en büyük haksızlıktır” — adaletin yalnızca katı kurallar bütünü olmadığını, aynı zamanda hakkaniyet (aequitas) ilkesiyle dengelenmesi gerektiğini gösterir.

Roma hukuk geleneğinde ius (yazılı hukuk) ile aequitas (hakkaniyet) arasında yapılan ayrım, normatif adalet anlayışının merkezinde yer almıştır. Ius, yasaların kesin hükümlerini ifade ederken, aequitas bu hükümlerin insani durumlara uyarlanması ve adil sonuçlar doğuracak şekilde esnetilmesi anlamına geliyordu. Bu denge, yalnızca Roma döneminde değil, günümüz modern hukuk sistemlerinin pek çoğuna da ilham kaynağı olmuştur. Özellikle medeni hukuk geleneklerinde görülen hakkaniyet hükümleri, Roma hukukundan miras alınan bu anlayışın modern bir yansımasıdır.

Roma’nın bu normatif adalet yaklaşımı, hukuku yaşayan bir organizma haline getirerek hem devletin istikrarını hem de bireylerin güven duygusunu pekiştirmiştir.

Tablo 1. Roma Hukukunda Adalet Anlayışının Tarihsel Evrimi

MÖ 5. yüzyıl – On İki Levha Kanunları (Lex Duodecim Tabularum)

- Roma’da ilk yazılı hukuk kodu oluşturulur.

- Toplumsal düzeni güvence altına alır, ancak katı kurallara dayanır (ius).

MÖ 1. yüzyıl – Cicero ve Doğal Hukuk

- Doğal hukuk (ius naturale) kavramı felsefi temelde gelişir.

- Adaletin evrensel akla dayanması gerektiği vurgulanır.

- Summum ius, summa iniuria ifadesi hakkaniyetin önemini ortaya koyar.

MS 2. yüzyıl – Klasik Roma Hukuku

- Ius (yasalar) ve aequitas (hakkaniyet) ayrımı belirginleşir.

- Praetor’lar davalarda hakkaniyet ilkelerini uygular.

- Hukuk, yaşamın farklı alanlarına esnek şekilde uyarlanır.

MS 6. yüzyıl – Justinianus’un Corpus Iuris Civilis

- Roma hukukunun sistematik derlemesi yapılır.

- Aequitas ilkeleri kodifikasyona dahil edilir.

- Avrupa hukuk geleneğinin temel kaynağı haline gelir.

Ortaçağ – Üniversite Hukuku ve Kanon Hukuku

- Roma hukuku yeniden keşfedilir (Bologna Okulu).

- Hakkaniyet ilkeleri Kilise hukuku (ius canonici) içinde yaygınlaşır.

17.–18. yüzyıllar – Doğal Hukuk Okulu

- Grotius, Pufendorf ve Locke, doğal hukuku modern devlet teorisine uyarlar.

- Ius naturale evrensel insan haklarının felsefi temeli olur.

19.–20. yüzyıllar – Modern Medeni Hukuk Sistemleri

- Roma hukuku, Alman ve Fransız Medeni Kanunları’na ilham verir.

- Aequitas, modern mahkemelerde hakkaniyet hükümleri olarak yaşar.

21. yüzyıl – Evrensel İnsan Hakları

- Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, doğal hukuk ilkelerini küresel ölçekte kurumsallaştırır.

- Ius ile aequitas dengesi, çağdaş adalet sistemlerinin merkezinde yer alır.

 

Doğu Düşüncesinde Adaletin Gelişimi

Doğu kültürlerinde adalet, bireyin ahlaki tutumu kadar, evrendeki düzenin korunmasıyla da ilişkilendirilmiştir. Bu anlayış, adaleti yalnızca insanlar arası bir ilişki biçimi olarak değil, aynı zamanda kozmik bir denge olarak yorumlamıştır.

Çin düşünce tarihinde Konfüçyüs (MÖ 551–479), adaleti ahlaki düzenin bir parçası olarak tanımlar. Konfüçyüs’e göre, yöneticilerin halkı adaletle yönetebilmesi için öncelikle erdemli olmaları gerekir. Bu bağlamda adalet, li (ritüel düzen) ve ren (insanlık duygusu) kavramlarıyla iç içe geçmiştir. Li, toplumun uyum içinde işlemesini sağlayan geleneksel kuralları ve davranış normlarını ifade ederken, ren bireyin içsel iyiliğini temsil eder. Konfüçyüs’e göre bir toplumda düzenin ve barışın sağlanması, yasalarla değil, erdemli yöneticilerle mümkündür. Bu yaklaşım, adaletin kaynağını hukuk değil, ahlaki otorite olarak gören bir anlayışı temsil eder (Yao, 2000).

Hindu düşüncesinde, adalet anlayışı dharma kavramı etrafında biçimlenir. Dharma, her varlığın doğasına ve toplumsal konumuna uygun davranışlarda bulunması anlamına gelir. Bu, yalnızca bireyin etik yükümlülüklerini değil, aynı zamanda evrensel düzeni (rita) koruma sorumluluğunu da içerir. Örneğin, Bhagavad Gita'da savaşçı bir sınıftan kişinin savaşa katılması, kendi dharmasını yerine getirmesi olarak görülür. Adalet, burada bireysel haklardan çok, kozmik ve toplumsal düzenin korunmasıyla ilişkilidir. Bu yönüyle Hint düşüncesinde adalet, hem metafiziksel hem de toplumsal bir dengeyi temsil eder (Doniger, 2009).

Antik İran’da Zerdüştlük, adalet kavramını Asha üzerinden tanımlar. Asha, doğru düşünce, doğru söz ve doğru davranış üçlüsünü kapsayan evrensel bir ilkedir. Zerdüşt’e göre, adaletli olmak, bu üç ilkeye uygun yaşamakla mümkündür. Kötülüğe karşı iyiliğin zaferi, evrendeki kaosun düzene dönüşmesiyle sağlanır (Boyce, 1979). Bu anlayış da adaleti yalnızca hukuki değil, kozmik bir ilke olarak kavrar.

Ortaçağ'da İlahi Adalet Düşüncesi

Ortaçağ boyunca, Doğu ve Batı'da adalet anlayışını büyük ölçüde dinsel inanç sistemleri biçimlendirmiştir. İlahi adalet, Tanrı’nın mutlak iradesine dayanan, evrensel ve değişmez bir düzenin ifadesi olarak görülmüştür.

Yahudi hukukunda (Halakha), adalet kavramı hem yasal hem de ahlaki boyutlarıyla ele alınır. Tzedakah, adalet ile hayırseverliğin birleştiği bir anlayışı ifade eder. Tevrat’ta yer alan şu ifade bu anlayışı yansıtır: "Adalet, adaletin peşinden gideceksin..." (Tesniye 16:20). Bu cümledeki tekrar, adaletin yalnızca bir kural değil, bir yaşam ilkesi olduğunu gösterir. Tzedakah, özellikle yoksullara yardım etme yükümlülüğüyle ahlaki sorumluluğu da içine alır (Levine, 2010).

Hristiyan düşüncesinde adalet, Tanrı’nın kutsal iradesine uygun yaşamak anlamına gelir. Augustinus ve Aquinolu Thomas gibi düşünürler, adaleti Tanrı’ya yönelmiş düzenli bir irade olarak tanımlar. Bu dönemde adalet, bireyin değil, Tanrı’nın merkezde olduğu teolojik bir çerçeveyle ele alınır. Günah, adaletsizlik olarak görülürken; bağışlanma ve merhamet, Tanrısal adaletin tezahürü sayılır (MacIntyre, 1984).

İslam düşüncesinde adalet, hem bireysel hem de toplumsal düzeyde temel bir ilkedir. Kur’an’da adalet, vasat ümmet kavramı ile ifade edilir: "Böylece sizi vasat (ölçülü, dengeli) bir ümmet yaptık ki, insanlara karşı şahitler olasınız" (el-Bakara, 2/143). Bu ve başka ayetlerde adalet, yalnızca yasal bir yükümlülük değil, aynı zamanda vicdani bir sorumluluk olarak ortaya konur. İslam düşünürleri, özellikle Farabi, İbn Rüşd ve Gazali, adaletin hem ilahi iradeye uygunluk hem de toplumsal düzenin temeli olduğunu savunmuştur (Hourani, 2001).

Aydınlanma ve Modern Hukukta Adalet

17.-18. yüzyılda Avrupa’da gelişen Aydınlanma düşüncesi, adalet kavramını dinsel temellerden ayırarak seküler ve rasyonel bir zemine oturtmuştur. Bu süreçte bireyin aklı, hakları ve özgürlüğü ön plana çıkmıştır.

John Locke ve Doğal Haklar: John Locke, her bireyin doğuştan gelen yaşam, özgürlük ve mülkiyet hakkına sahip olduğunu savunur. Ona göre adalet, bireysel hakların korunması ve devletin bu haklara müdahale etmemesiyle ilgilidir. Bu yaklaşım, modern hukuk devleti ilkesinin temelini oluşturmuştur (Locke, 1689/2003).

Rousseau ve Toplum Sözleşmesi: Jean-Jacques Rousseau, adaletin temelini halk egemenliği ve toplum sözleşmesine dayandırır. İnsanlar arasında eşitliğin sağlanması, ancak herkesin katıldığı ortak bir iradeyle mümkündür. Ona göre genel irade, adil olanı belirleyen en yüksek otoritedir (Rousseau, 1762/1997).

Kant ve Evrensel Ahlak Yasası: Immanuel Kant, adaletin kaynağını bireyin içsel akıl yasasına (kategorik imperatif) dayandırır. Ona göre, adil olan, evrenselleştirilebilir bir ilkeye uygun olan davranıştır. Bu anlayış, çağdaş insan hakları düşüncesinin temel felsefi dayanaklarından biridir (Kant, 1785/2002).

Bu düşünürlerin katkıları, modern anayasal düzenlerin, insan hakları bildirgelerinin ve uluslararası hukuk ilkelerinin temellerini atmıştır. Aydınlanma'nın mirası bugün de çağdaş hukuk sistemlerinin çoğunda yaşamaktadır.

3. Felsefede Adalet

Adalet, insan düşüncesinin en eski ve en temel konularından biridir. Yalnızca bir hukuk ilkesi ya da toplumsal düzenleme değil, aynı zamanda bireyin iç dünyasını, ahlaki yapısını ve toplumsal ilişkilerini biçimlendiren bir erdem olarak düşünülmüştür. Felsefe tarihinde adalet, “ne doğrudur?”, “hak nedir?”, “eşitlik nasıl sağlanır?” gibi sorularla birlikte ele alınmış; hem bireyin hem toplumun varoluşsal temellerinden biri olarak değerlendirilmiştir.

Bu uzun felsefi yolculukta adalet, farklı dönemlerde ve kültürlerde farklı biçimlerde tanımlanmış; kimi zaman tanrısal bir düzenin parçası, kimi zaman ise insan aklının ve özgürlüğünün bir ürünü olarak yorumlanmıştır.

Platon: Ruhun Uyumu, Devletin Dengesi

Antik Yunan düşüncesinde adalet kavramının felsefi temelleri, özellikle Platon’la birlikte sistemleşmiştir. Platon, Devlet (Politeia) adlı yapıtında adalet kavramını hem bireysel hem de toplumsal düzeyde bir uyum ve düzen durumu olarak ele alır. Ona göre insan ruhu üç bölümden oluşur: arzu, öfke (ya da irade) ve akıl. Toplum da bu bölümlerle paralel olarak üç sınıftan meydana gelir: üreticiler, koruyucular ve yöneticiler. Platon’a göre adalet, her bireyin kendi doğasına uygun işi yapmasıyla ortaya çıkar. Üretici üretmeli, koruyucu korumalı, yönetici ise aklın rehberliğinde karar vermelidir. Böyle bir düzende adalet, tüm parçaların kendi görevini yerine getirmesiyle oluşur. Bu bakış açısında adalet, bir sonuç değil, doğru düzenlenmiş bir varoluş biçimidir. Platon için adil insan, ruhunda denge ve ahenk olan, aklın önderliğinde yaşayan kimsedir.

Aristoteles: Dağıtıcı ve Denkleştirici Adalet

Platon’un öğrencisi Aristoteles ise Nikomakhos’a Etik adlı eserinde adalet kavramını daha ayrıntılı biçimde sınıflandırır. Ona göre adalet, “başkalarıyla ilişki içinde ortaya çıkan bir erdem”dir ve bu yönüyle sosyal bir boyut taşır. Aristoteles, adalet kavramını iki temel türe ayırır: Dağıtıcı adalet, ortak kaynakların ve fırsatların bireyler arasında hakça paylaştırılmasını ifade eder. Buradaki eşitlik, orantılı eşitliktir; yani bireylerin katkılarına, liyakatlerine ya da toplumsal konumlarına göre adil bir dağılım öngörülür. Denkleştirici adalet, haksızlık durumlarında devreye girer. Özellikle alım-satım ilişkilerinde ya da suç ve ceza bağlamlarında, taraflar arasında bozulan dengenin yeniden sağlanmasıdır. Aristoteles’e göre adalet, yalnızca yasalara uymakla sınırlı değildir; daha derin bir anlamda, eşitliğe ve hakikate uygunluk anlamını da taşır.

Ortaçağ’da Adalet: Tanrısal Düzenin Yansıması

Ortaçağ boyunca adalet düşüncesi, büyük ölçüde ilahi irade ve tanrısal düzen temelinde yorumlanmıştır. Hristiyan felsefesinde Augustinus, adaleti "Tanrı’ya hakkını vermek" olarak tanımlar. Bu anlayışta, adalet Tanrı’nın iradesine uygun yaşamaktır; yani adaletin ölçütü, ilahi yasadır. İslam dünyasında ise filozoflar adaleti hem bireysel bir erdem hem de toplumsal düzenin temeli olarak ele almışlardır. Farabi, erdemli toplumun temelinin adalet olduğunu belirtir; toplumun tüm kurumlarının ahlaki erdemler temelinde inşa edilmesi gerektiğini savunur. İbn Sina, adalet kavramını hem bireydeki ölçülülük hem de yöneticideki hikmetle ilişkilendirir. İbn Rüşd ise adaletin yalnızca bireysel değil, aynı zamanda politik bir ilke olduğunu vurgular (Netton, 1992).

Aydınlanma Çağı ve Toplumsal Sözleşme Kuramları

17.-18. yüzyıllarda Aydınlanma düşüncesiyle birlikte adalet, seküler temeller üzerine inşa edilmeye başlanır. Bu dönemde bireyin aklı, özgürlüğü ve doğuştan sahip olduğu haklar ön plana çıkar. Toplumsal sözleşme kuramları, bu bağlamda adaletin nasıl kurulabileceğine dair yeni modeller sunar:

Thomas Hobbes, Leviathan adlı eserinde, insanların doğa durumunda kaos içinde yaşadığını ve adaletin ancak güçlü bir egemen otorite (Leviathan) sayesinde sağlanabileceğini savunur. John Locke, bireyin doğal hakları olan yaşam, özgürlük ve mülkiyetin korunmasını merkeze alır. Ona göre adalet, bu hakları garanti altına alan bir hukuki ve politik düzenle mümkündür. Jean-Jacques Rousseau ise adaleti, halkın genel iradesine uygun bir toplumsal sözleşmeyle tanımlar. Ona göre bireyler, özgürlüklerini korumak ve ortak iyiye ulaşmak için ortak bir sözleşmeye bağlı kalmalıdır (Boucher & Kelly, 1994).

Kant: Özgürlük, Ahlak ve Evrensel Yasa

Immanuel Kant, adalet anlayışını akıl, ahlak ve özgürlük temelleri üzerine kurar. Ona göre insanlar, özerk ve akıl sahibi varlıklardır; bu nedenle kendi yasalarını kendileri koyabilirler. Kant’ın kategorik buyruk ilkesi, adil bir davranışın evrensel olarak herkes tarafından uygulanabilir olması gerektiğini söyler: “Yalnızca senin değil, herkesin aynı anda uygulayabileceği bir ilkeye göre davran.” Kant için adalet, bireylerin birbirlerinin özgürlüğünü sınırlamadan yaşayabileceği bir düzenin kurulmasıyla mümkündür. Bu nedenle adalet, yalnızca dışsal eylemlerle değil, ahlaki niyetle de ilgilidir (Kant, 1785/2012).

Çağdaş Felsefede Adalet: Rawls, Nozick, Gilligan ve Marx

Yirminci yüzyılda adalet kavramı, hem liberal hem eleştirel kuramlar çerçevesinde yeniden yorumlanmıştır.

John Rawls, Adalet Olarak Hakkaniyet (1971) kuramında, adil bir toplumun iki temel ilkeye dayanması gerektiğini savunur: 1) Herkesin temel özgürlüklere eşit olarak sahip olması; 2) Toplumsal ve ekonomik eşitsizliklerin, en dezavantajlıların yararına olacak şekilde düzenlenmesi. Rawls’un meşhur cehalet peçesi düşünce deneyi, bireylerin kendi çıkarlarını bilmedikleri bir durumda en adil sistemi tasarlayacaklarını varsayar.

Robert Nozick, Anarşi, Devlet ve Ütopya (1974) adlı eserinde, Rawls’un yeniden dağıtım anlayışına karşı çıkar. Ona göre adalet, bireylerin mülkiyet haklarını ve özgürlüklerini korumakla sınırlıdır. Zorunlu yeniden dağıtım, bireysel özgürlüğe müdahaledir.

Carol Gilligan, ahlaki gelişim modellerinin erkek merkezli olduğunu, bakım etiğinin göz ardı edildiğini belirtir. Ona göre adalet, yalnızca hak ve kurallarla değil, ilişkisel bağlarla ve empatiyle de ilgilidir.

Karl Marx, adalet kavramını sınıf mücadelesi bağlamında ele alır. Mevcut adalet sistemlerinin egemen sınıfın çıkarlarını yansıttığını savunur. Ona göre gerçek adalet, üretim araçlarının ortaklaştığı, sınıfsız bir toplumda mümkündür (Marx, 1867/1990).

4. Hukukta Adalet

Adalet, tarih boyunca insan düşüncesinin ve toplum yaşamının temel ideallerinden biri olmuştur. Hukuk ise bu ideali hayata geçirme çabasının en sistemli araçlarından biridir. Ancak her zaman hukuk ile adalet arasında tam bir örtüşme yaşanmaz. Çünkü bir hukuk sistemi yürürlükteki kurallar bütününden oluşsa da, bu kuralların adil olması –yani hak gözetici, eşitlikçi ve insani değerlere uygun olması– başka bir meseledir. Hukukun amacı yalnızca kuralları uygulamak değildir; asıl hedef, bireylerin haklarını korumak, toplumsal düzeni sağlamak ve adaleti gerçekleştirmektir. Bu noktada karşımıza çıkan temel bir ayrım, pozitif hukuk ile doğal hukuk arasındaki farktır.

Pozitif Hukuk ve Doğal Hukuk Ayrımı

Pozitif hukuk, belirli bir toplumda yürürlükte olan yazılı ve biçimsel hukuk kurallarını ifade eder. Bu anlayışa göre yasa ne diyorsa, o doğrudur; adalet de bu yasaların uygulanmasıyla sağlanır. Dolayısıyla yasaların içeriği tartışma konusu edilmez, önemli olan onlara uyulmasıdır. Öte yandan doğal hukuk, insanın doğuştan sahip olduğu evrensel ve değişmez haklara dayanır. Bu anlayış, ahlaki değerleri hukukun temeli olarak görür. Doğal hukuk savunucularına göre bir yasa eğer adaletsizse, o yasa hukuken geçerli sayılsa bile meşru değildir. Bu görüşün en özlü ifadesi, Aziz Augustinus’a atfedilen şu sözde yatar: "Adaletsiz yasa, yasa değildir." Bu iki yaklaşım arasındaki fark, hukukun yalnızca biçimsel mi yoksa aynı zamanda etik bir içeriğe de sahip olması gerektiği sorusu etrafında biçimlenir.

Hukukun Adaleti Sağlama İşlevi

Hukuk, toplumsal yaşamın düzenleyicisi olarak bireyler arasındaki ilişkileri düzenler, hak ve özgürlükleri güvence altına alır ve haksızlıkların önüne geçmeye çalışır. Adil bir hukuk düzeni; erişilebilirlik, tarafsızlık, eşitlik ve hakkaniyet gibi ilkeler temelinde kurulur. Bu ilkeler sağlanmadığında hukuk, yalnızca bir iktidar aracı hâline gelebilir. Gerçekten adil bir hukuk sistemi, yalnızca ceza ve yaptırım üzerinden değil, toplumun farklı kesimlerinin haklarını gözeterek, mağduriyetleri gidererek ve bireylerin haklarını eşit biçimde koruyarak işlevini yerine getirir.

Hukuk ile Adaletin Çatıştığı Tarihsel Örnekler

Tarihte hukuk ile adaletin çeliştiği sayısız örnek mevcuttur. Örneğin Nazi Almanyası’nda çıkarılan yasalar, dönemin yürürlükteki pozitif hukuku olarak kabul ediliyordu. Yahudilere, engellilere ve muhaliflere karşı uygulanan bu yasalar biçimsel anlamda "hukuki" idi; ancak içerikleri bakımından adaletsizlikle özdeşleşmişlerdir. Benzer şekilde, Güney Afrika’daki Apartheid rejimi döneminde siyah ve beyaz vatandaşlara farklı hukuki statüler tanınması da yasal bir uygulamaydı. Ancak bu ayrımcılık, evrensel doğal hukuk ilkelerine bütünüyle aykırıydı. Bu örnekler, şu soruyu gündeme getirir: "Yasal olan mı adildir, yoksa adil olan mı yasal olmalıdır?" Bu soru, hem felsefi hem hukuki tartışmaların temelini oluşturur.

Modern Hukukta Adalet İlkeleri

Günümüz demokratik hukuk sistemlerinde adaletin sağlanabilmesi için bazı temel ilkeler benimsenmiştir: Masumiyet karinesine göre bir kişi suçlu olduğu yargı kararıyla kanıtlanmadıkça masum kabul edilir. Bu ilke, keyfi cezalandırmanın önüne geçer. Adil yargılanma hakkına göre her birey, yansız bir mahkemede, savunma hakkına sahip olarak yargılanmalıdır. Orantılılık ilkesine göre verilen ceza, işlenen suçla orantılı olmalı ne daha az ne daha fazla olmalıdır. Temel haklara saygıya göre hukuk düzeni, bireylerin yaşama, düşünce ve ifade özgürlüğü gibi temel haklarını korumalıdır. Bu ilkeler, yalnızca yasal düzenlemelerin değil, aynı zamanda yargı organlarının da adaleti gözeten bir işleyişe sahip olmasını gerektirir.

Adaletin Hukuki Biçimlerin Ötesinde Değerlendirilmesi

Hukukta adalet, yalnızca cezalandırma ya da yaptırım yoluyla değil, onarıcı adalet, uzlaştırma ve toplumsal barış gibi yaklaşımlarla da ele alınır. Bu anlayışlar özellikle ceza hukukunda önemli bir dönüşümü yansıtır. Onarıcı adalet, suç nedeniyle zarar gören tarafın zararını gidermeye ve suç işleyen bireyin topluma yeniden kazandırılmasına odaklanır. Fail ve mağdur arasında bir diyalog kurmayı, sorumluluğu üstlenmeyi ve telafiyi hedefler. Bu yaklaşımda cezadan çok toplumsal iyileşme ön plandadır. Ayrıca uzlaştırma yöntemleri ile taraflar arası çözüm yolları geliştirilebilir, yargı yükü hafifletilebilir ve toplumsal ilişkiler onarılabilir.

Adaletin hukuk yoluyla sağlanması, hem biçimsel düzenlemeler hem de ahlaki duyarlılıklar gerektirir. Pozitif hukuk kurallarının adil olması, doğal hukuk ilkeleriyle uyum içinde bulunmasıyla mümkündür. Tarihsel deneyimler, yasaların meşruiyetini yalnızca varlıkları değil, adalete katkıları üzerinden değerlendirmemiz gerektiğini gösterir. Dolayısıyla adalet, hukuk sisteminin yalnızca bir hedefi değil, varlık nedenidir.

5. Sosyolojide Adalet

Adalet, yalnızca hukuksal bir mesele değil, aynı zamanda toplumsal bir olgudur. Sosyoloji açısından bakıldığında, adalet; toplumun nasıl örgütlendiğini, kaynakların kimler arasında ve ne şekilde paylaşıldığını ve iktidarın nasıl dağıtıldığını sorgulayan temel bir konudur. Toplumsal adalet anlayışı, bireylerin yalnızca yasal olarak eşit görülmesiyle yetinmeyip, onların yaşam şansları, fırsatlara erişimi ve onurlu bir yaşam sürdürebilme imkânlarını da dikkate alır. Adalet, toplumda sınıf, toplumsal cinsiyet, etnik kimlik, inanç ve kültürel yapı gibi çeşitli ayrımlar çerçevesinde biçimlenir. Bu nedenle sosyolojik adalet, yalnızca yargı sistemine değil, toplumun tüm yapısına nüfuz eden bir kavram olarak ele alınmalıdır.

Toplumsal Eşitsizlik ve Adalet

Toplumlarda gözlemlenen en temel sorunlardan biri, bireyler arasındaki eşitsizliklerdir. Bu eşitsizlikler yalnızca gelir dağılımıyla sınırlı değildir; eğitim olanaklarına erişim, sağlık hizmetleri, barınma, istihdam gibi birçok alanda kendini gösterir. Toplumsal adalet, bireylerin yalnızca yasa önünde eşit sayılmasını değil, aynı zamanda yaşamın başlangıç koşullarında eşit imkânlara sahip olmasını da hedefler. Hindistan'dan çıkan bir düşünür olan Amartya Sen, yetenekler yaklaşımı (capability approach) ile adaletin, bireylerin temel gereksinimlerini karşılayabilecek ve potansiyellerini gerçekleştirebilecek kaynaklara erişimiyle yakından ilişkili olduğunu belirtir. Sen’e göre, fırsatlara eşit erişim olmadan gerçek anlamda bir adalet sağlanamaz (Sen, 1999).

Durkheim: Toplumsal Dayanışma ve Adalet

Fransız sosyolog Émile Durkheim, adaleti toplumsal dayanışma kavramı ile birlikte ele alır. Ona göre adalet, bireylerin ortak değerleri paylaşması ve toplumsal kurallara uyması ile mümkündür. Durkheim’a göre modern toplumlar, iş bölümü ve uzmanlaşma sayesinde daha karmaşık ancak aynı zamanda daha uyumlu hale gelir. Bu da organik dayanışma adını verdiği yeni bir toplumsal bütünleşme biçimiyle mümkün olur. Bu yapıda adalet, bireylerin emeklerinin karşılığını alması ve toplumsal işleyişte adil bir yer edinmesiyle sağlanır (Durkheim, 1893/2014).

Weber: Hukuksal Rasyonalizm ve Meşruiyet

Max Weber, adalet konusunu meşruiyet ve otorite biçimleri üzerinden inceler. Weber’e göre modern toplumlarda adaletin sağlanması, hukuksal-rasyonel otorite ile mümkündür. Bu otorite biçiminde kurallar nesneldir ve herkes için eşit şekilde uygulanır. Bu, adaletin biçimsel anlamda yerleşmesini sağlar. Ancak Weber, aynı zamanda modern bürokrasinin aşırı kuralcılığı nedeniyle, adaletin şekilci bir hâle gelebileceği uyarısında da bulunur. Bürokrasi, kimileyin adaleti yalnızca kurallara uymanın ötesine geçiremeyebilir. Bu durumda, kuralların kendisi adaletsizlik doğurabilir (Weber, 1922/1978).

Bourdieu: Simgesel Şiddet ve Hak Dağılımı

Fransız düşünür Pierre Bourdieu, adaletin yalnızca maddi değil, aynı zamanda simgesel bir mesele olduğunu savunur. Ona göre iktidar, yalnızca fiziksel ya da ekonomik yollarla değil, simgesel şiddet yoluyla da sürdürülür. Bu şiddet biçimi, bireylerin farkında olmadan kabullendikleri kültürel normlar ve dil kalıpları üzerinden işler. Eğitim sistemi, Bourdieu’ye göre en önemli simgesel iktidar alanlarından biridir. Eğitimde kullanılan dil, değer yargıları ve kültürel sermaye, bazı grupların avantajlı, bazılarının ise dezavantajlı konuma itilmesine neden olur. Böylece toplumsal eşitsizlik yeniden üretilir (Bourdieu, 1984).

Sınıf, Cinsiyet ve Irk Bağlamında Adalet

Adaletin işleyişi toplumun tüm üyeleri için eşit değildir. Özellikle sınıf, toplumsal cinsiyet ve ırk gibi ayrımlar, bireylerin adalete erişimini doğrudan etkiler. Alt sınıflara mensup bireyler, temel hizmetlere ve hukuki korumaya erişimde sık sık engellerle karşılaşırken, kadınlar da toplumsal cinsiyet rolleri nedeniyle adalet sisteminde eşit temsil edilemeyebilirler. Bu noktada feminist kuramcılar, adaletin yalnızca nötr bir hak dağılımı meselesi olmadığını, toplumsal cinsiyet bağlamında yeniden düşünülmesi gerektiğini ileri sürerler. Feminist düşünürler, kadına yönelik şiddet, ücret eşitsizliği ve temsil sorunları gibi konuların adalet tartışmalarının merkezinde yer alması gerektiğini vurgular (Fraser, 1997). Benzer şekilde, ırk ve etnik köken temelinde ayrımcılık yaşayan bireyler de, hem hukuki hem de toplumsal adaletin dışına itilebilmektedir. Bu durum, özellikle çok kültürlü toplumlarda daha görünür hâle gelir ve ırksal adalet taleplerinin doğmasına yol açar.

Sosyolojik açıdan adalet, yalnızca mahkemelerde verilen kararlarla sınırlı bir kavram değildir. O, toplumun tüm katmanlarında işleyen ve insanların yaşam kalitelerini doğrudan etkileyen bir ilkedir. Bu nedenle adalet, sosyologlar için yalnızca hukukun değil; aynı zamanda ekonominin, eğitimin, kültürün ve gündelik yaşamın da merkezinde yer alır. Toplumsal adalet, yalnızca eşitlik değil, aynı zamanda hakkaniyet, katılım ve onur kavramlarıyla birlikte düşünülmelidir. Ancak bu şekilde, bireylerin yalnızca eşit haklara sahip olduğu değil, aynı zamanda eşit yaşam şanslarına sahip olduğu bir toplum mümkün olabilir.

6. Psikolojide Adil Olma

Adalet, insan zihninde yalnızca soyut bir ilke değil, aynı zamanda derin bir duygusal gereksinimdir. Psikoloji açısından adalet, bireyin çevresindeki olayları adil ya da adaletsiz olarak algılaması, bu algıya bağlı olarak duygusal tepkiler geliştirmesi ve davranışlarını buna göre biçimlendirmesiyle ele alınır. Başka bir deyişle, adalet yalnızca toplumsal düzenin değil, bireyin içsel dengesinin de temel yapı taşlarından biridir.

İsviçreli psikolog Jean Piaget, çocukların adalet anlayışının bilişsel gelişim evreleri ile birlikte değiştiğini vurgular. Ona göre erken çocukluk döneminde adalet, büyük ölçüde otorite figürlerinin —anne-baba, öğretmen veya başka yetişkinlerin— koyduğu kurallara dayanır. Bu dönemde çocuk için “adil olan”, otoritenin belirlediği şeydir. Ancak yaş ilerledikçe ve soyut düşünme becerileri geliştikçe, birey yalnızca kuralları değil, aynı zamanda niyetleri ve bağlamı da değerlendirmeye başlar.

7. Antropolojik Perspektiften Adalet

Antropoloji, adalet kavramını yalnızca hukuki kurallar bütününe indirgemez; onu, insan topluluklarının kültürel, toplumsal ve ahlaki yapılarının ayrılmaz bir parçası olarak görür. Bu yaklaşım, adaletin toplumsal kurumlar, değer sistemleri, inançlar ve günlük yaşam pratikleri içinde nasıl biçimlendiğini anlamayı amaçlar. Dolayısıyla adalet, her toplumda farklı biçimlerde yorumlanan, değişken ve dinamik bir olgudur.

Yazının henüz icat edilmediği dönemlerde ilkel topluluklar, adaleti sağlamak için kuşaktan kuşağa aktarılan karmaşık sözlü gelenekler geliştirmiştir. Bu sözlü hukuk sistemi, hem toplumsal uyumu koruyan hem de kültürel kimliği güçlendiren bir mekanizma işlevi görmüştür.

Mitolojik temeller, adalet kuralları çoğu zaman yaratılış mitleri, ata kültü ve kutsal öykülerle meşrulaştırılırdı. Yaşlılar konseyi, toplumun en yaşlı, en deneyimli ve bilgeliğiyle tanınan üyeleri, adaletin sağlanmasında başlıca otoriteydi. Ritüel ve sembolik adalet durumunda adalet, yalnızca karar verme süreciyle değil, aynı zamanda ritüel ve sembolik uygulamalarla da sağlanırdı.

İlkel toplumlarda hukuk, merkezi bir otoritenin yazılı yasalarından çok, topluluğun kendi iç denetim sistemlerine dayanıyordu. Başlıca mekanizmalar şunlardı: Sosyal dışlama, en güçlü yaptırım biçimlerinden biri olan sosyal dışlama, bireyin hem toplumsal kimliğini hem de hayatta kalma şansını tehlikeye atardı. Tabu sistemi, belirli davranışların kutsal yasağa (tabu) tabi tutulması, toplumsal düzeni koruyan başlıca araçlardan biriydi. Karşılıklı yükümlülük ağları, armağan ekonomisi ve karşılıklı yardım ilkesi, toplum içinde adaletsizliklerin önlenmesinde temel rol oynardı.

İlkel toplumların adalet anlayışı, modern ceza adaletinin cezalandırıcı yönünden farklı olarak, onarım ve barış odaklıydı. Suçlunun toplumdan kalıcı olarak dışlanması yerine, hem suçlunun hem de mağdurun yeniden toplumsal dokuya kazandırılması hedeflenirdi. Adalet yalnızca maddi tazminata indirgenmezdi. Onur, saygınlık ve toplumsal itibarın yeniden tesisi, adaletin asıl amacı olarak görülürdü. Bu nedenle törenler, özür ritüelleri ve sembolik hediyeler, suçun etkisini toplumsal hafızadan silmek için kullanılırdı.

Tarih boyunca kabile toplumları, bugünkü yargı sistemlerinin ilk örneklerini barındıran özgün hakemlik ve uzlaşma yöntemleri geliştirmiştir. Bu topluluklarda hakemlik yalnızca hukuki bir işlev değil, aynı zamanda toplumsal birlikteliği koruyan bir kurumdu. Kabile önderleri ya da şeyhler, hem politik hem de adaletin sembolik temsilcisi olarak görülürdü. Örneğin Afrika’daki birçok toplulukta şef (chief), yalnızca yöneten değil, aynı zamanda karar veren ve adalet dağıtan bir figürdü.  Bunun yanında, kolektif karar alma kültürü de gelişmişti. Bedevi toplumlarındaki majlis sistemi, demokratik müzakerenin erken biçimlerinden biri olarak görülür; burada tüm kabile üyeleri, bir mesele üzerinde tartışma ve ortak karar verme sürecine katılırdı.

Bu antropolojik bakış açısı, adaleti evrensel bir kavram olarak görmek yerine, kültürel bağlamda biçimlenen ve sürekli dönüşen bir fenomen olarak anlamamızı sağlar. Her toplum, kendi değer sistemine ve yaşam koşullarına uygun adalet mekanizmaları geliştirmiş ve bu sistemler, insanlık tarihinin zengin adalet mirasını oluşturmuştur.

8. Çağdaş Tartışmalar ve Eleştiriler

21.yüzyılda adalet kavramı, küreselleşme, teknolojik devrim, iklim değişikliği ve hızlı sosyal dönüşümlerle birlikte köklü bir sorgulama sürecine girdi. Geleneksel adalet kuramları, günümüzün karmaşık toplumsal sorunlarına yanıt vermekte yetersiz kalırken; yeni paradigmalar, yaklaşımlar ve kurumsal modeller ortaya çıkıyor.

Adalet ve Eşitlik: Aynı Şey Mi?

Günlük dilde eşitlik ve adalet çoğu zaman birbirinin yerine kullanılır. Oysa bu iki kavram, benzer görünmelerine karşın özünde farklı anlamlar taşır. Eşitlik (equality), herkese aynı şekilde davranmayı, ölçülebilir ve matematiksel bir denkliği ifade eder. Örneğin, bir sınıfta tüm öğrencilere aynı ders kitabının verilmesi, eşitliğin basit bir örneğidir. Adalet (justice veya equity), bireylerin farklı ihtiyaçlarını, koşullarını ve topluma yaptıkları katkıları dikkate alarak hakkaniyetli bir düzenleme yapmayı amaçlar. Bu bakımdan adalet, eşitliği değil, hakkaniyeti merkeze alır. Bu ayrım, “herkese aynı muamele” ile “herkese hak ettiği muamele” arasındaki temel farktır.

Üç Temel Eşitlik Anlayışı

Eşitlik düşüncesi, tarih boyunca farklı biçimlerde yorumlanmıştır. Üç ana yaklaşım öne çıkar: Biçimsel eşitlikte temel ilke, “kanun önünde herkes eşittir” ifadesidir. Hukukun herkese aynı şekilde uygulanmasını savunur. Ancak, mevcut yapısal eşitsizlikleri göz ardı edebilir. Örneğin, kadın ve erkeklerin aynı seçim hakkına sahip olması biçimsel eşitliktir; fakat kadınların siyasete katılımındaki engelleri ortadan kaldırmaz. Fırsat eşitliğinde, herkesin benzer başlangıç koşullarına sahip olması gerektiğini savunur. Eğitim, sağlık ve istihdam alanlarında pozitif ayrımcılık uygulamalarıyla desteklenir. Örneğin, yoksul bölgelerdeki okullara ek kaynak sağlanması, öğrencilerin eğitimde daha eşit fırsatlara ulaşmasını sağlar. Sonuç eşitliğinde, yalnızca başlangıç koşullarını değil, ulaşılan sonuçların da adil olmasını hedefler. Genellikle yeniden dağıtım politikaları gerektirir. Örneğin, gelir vergisinin artan oranlı olması, toplumdaki gelir uçurumunu azaltmayı amaçlar.

Sosyal Adalet Hareketlerinin Perspektifi

Günümüz sosyal adalet hareketleri, yalnızca bireysel eşitlik taleplerine değil, toplumsal yapının derinliklerine işlemiş yapısal eşitsizliklere odaklanır. Bu hareketler, interseksiyonellik (intersectionality) kavramını öne çıkarır. İnterseksiyonellik, cinsiyet, ırk, sınıf, cinsel yönelim, engellilik durumu gibi farklı kimlik boyutlarının birbirini kesiştirerek çok katmanlı ayrımcılık biçimleri üretebileceğini savunur. Örneğin, siyahi bir kadın hem ırkçılık hem de cinsiyetçilik nedeniyle çifte dezavantaj yaşayabilir. Bu bağlamda, hakkaniyet kavramı eşitlikten ayrılır. Eşitlik herkesin aynı olanaklara sahip olmasını hedeflerken, hakkaniyet, her bireyin ihtiyacına göre destek görmesini savunur. Bir başka deyişle, hakkaniyet, eşitliğin adaletle tamamlanmış hâlidir.

Adil Olmak ile Hukuki Olmak Arasındaki Çelişkiler

Tarih boyunca hukuk ile adalet arasında her zaman kusursuz bir uyum görülmemiştir. Pozitif hukuk ile doğal hukuk arasındaki gerilim, bu ayrışmanın en belirgin ifadesidir. Pozitif hukuk, hukuku devletin koyduğu kurallar bütünü olarak tanımlar ve bu kuralların ahlaki değerlendirmelerden bağımsız şekilde uygulanması gerektiğini savunur (Hart, 1994). Bu yaklaşımda, yasaların meşruiyeti onların içeriğinden değil, devletin otoritesi ile varlık kazanmasından gelir. Buna karşılık doğal hukuk anlayışı, hukukun meşruiyetini evrensel ahlaki ilkelerden alması gerektiğini ileri sürer (Finnis, 2011). Bu görüşe göre, bir yasa yürürlükte olsa bile eğer temel ahlaki değerlere aykırı ise, gerçek anlamda hukuk sayılmaz. Bu iki yaklaşım arasındaki gerilim, “hukuki olan her zaman adil midir?” sorusunu sürekli gündemde tutar.

Hukuki Reform: Adalet ile Hukuku Yakınlaştırma Çabası

Modern demokratik sistemler, hukuk ile adalet arasındaki uçurumu kapatmak için çeşitli kurumsal mekanizmalar geliştirmiştir. Anayasa mahkemeleri, yasaların temel hak ve özgürlüklere uygunluğunu denetler. İnsan hakları mahkemeleri (ör. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi), ulusal hukuk düzeninin ötesinde, bireylerin haklarını korur. Uluslararası Adalet Divanı, devletler arası uyuşmazlıklarda evrensel hukuk ilkelerini uygular. Bu kurumlar, hukukun yalnızca yasal olmakla kalmayıp aynı zamanda adil olmasını sağlamak için çalışır.

Pozitif hukuk ile doğal hukuk arasındaki gerilim, hukuk felsefesinin en eski ve en tartışmalı konularından biridir. Tarih, hukukun her zaman adaletle uyumlu olmadığını kanıtlamıştır. Ancak, sivil itaatsizlik ve hukuki reform gibi yöntemler, hukuku adalete yaklaştırma çabalarının birer aracı olmuştur.

Dijital Çağda Algoritmik Adalet

Günümüzde algoritmik adalet, yalnızca teknik bir kavram değil, aynı zamanda toplumsal eşitlik ve insan hakları açısından kritik bir meseledir. Temel hedefi, yapay zekâ sistemlerinin insanlar hakkında adil ve önyargısız kararlar almasını sağlamaktır. Artık birçok karar süreci, insanların doğrudan kontrolünden çıkarak algoritmaların analizlerine dayanmaktadır. Kredi değerlendirmesi, işe alım süreçleri, ceza adaleti sistemi ve sosyal yardım dağıtımı gibi alanlarda yapay zekâ kullanımı giderek yaygınlaşıyor. Örneğin, bir kişinin kredi başvurusunun kabul edilip edilmeyeceği, çoğu zaman onun mali geçmişini analiz eden bir algoritma tarafından belirlenir. Bu durum, verimliliği ve hızla işlem yapma kapasitesini artırsa da beraberinde ciddi bir risk taşır: Eğer algoritmalar yanlış veya önyargılı verilerle eğitilirse, bu hataları sistematik şekilde yeniden üretebilirler.

Algoritmalar tarafsız makineler değildir; beslendikleri verilerdeki toplumsal önyargıları öğrenir ve tekrar edebilirler. Bu olgu, “dijitalleşmiş önyargı” olarak adlandırılır ve üç ana boyutta (ırksal, cinsiyet ve sosyoekonomik) kendini gösterir.

Yapay zekâ sistemlerinin önemli bir sorunu kara kutu problemidir. Bu kavram, algoritmaların nasıl karar verdiğinin dışarıdan anlaşılamaması durumunu ifade eder. Kullanıcılar veya denetleyiciler, algoritmanın hangi mantık zincirini izlediğini göremediğinde, adil olup olmadığını da değerlendiremez.

Küresel Ölçekte Adalet Sorunları

21.yüzyıl, adalet kavramının yalnızca ulusal değil, aynı zamanda küresel boyutta da tartışılması gerektiğini açıkça gösterir. İklim krizinden göç hareketlerine, ekonomik eşitsizliklerden dijital erişime kadar pek çok alanda adaletin sağlanması, hem ahlaki hem de hukuki bir zorunluluk hâline gelmiştir. Aşağıda, günümüzde öne çıkan üç temel küresel adalet sorunu ayrıntılı biçimde ele alınır.

İklim değişikliği, doğrudan fiziksel çevreye zarar vermekle kalmaz; aynı zamanda tarihsel sorumluluk, nesiller arası adalet ve yeşil geçiş adaleti gibi etik boyutları da beraberinde getirir.

Tarihsel sorumluluk: Sanayi Devrimi’nden bu yana atmosfere salınan toplam karbonun yarısından fazlası, dünyanın en zengin ülkeleri arasında yer alan G7 devletlerinden kaynaklanır. Buna karşılık, sera gazı salımlarında en az paya sahip Sahra-altı Afrika ve Güney Asya ülkeleri, iklim değişikliğinin yol açtığı kuraklık, sel ve gıda krizleri gibi felaketlerin en ağır sonuçlarını yaşıyor (IPCC, 2023). Bu durum, “kirleten öder” ilkesinin küresel ölçekte ne kadar zayıf işlediğini gözler önüne serer.

Kuşaklar arası adalet: Bugün alınan çevre politikaları, yalnızca mevcut nüfusun değil, gelecek kuşakların yaşam koşullarını da doğrudan etkiler. Fosil yakıtlara dayalı enerji politikaları veya ormansızlaştırma, gelecekteki yaşam alanlarını daraltırken, ekosistemleri onarılamaz biçimde tahrip edebilir (Gardiner, 2011).

Yeşil geçiş adaleti: Karbon yoğun sektörlerde (kömür madenciliği, petrol, çelik üretimi vb.) çalışan milyonlarca kişi, düşük karbon ekonomisine geçiş sürecinde işsiz kalma riski taşımaktadır. Bu nedenle, yeşil dönüşüm politikaları yalnızca çevresel değil, sosyal boyutları da kapsamalıdır. Adil bir yeşil geçiş, bu işçilerin yeni beceriler kazanarak sürdürülebilir sektörlere yönlendirilmelerini gerektirir (Newell & Mulvaney, 2013).

Göçmen Krizi

Küresel ölçekte zorla yerinden edilen insan sayısı, tarihte eşi benzeri görülmemiş bir seviyeye ulaşmıştır. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’ne göre, bugün 100 milyondan fazla insan savaş, politik baskı, yoksulluk veya iklim felaketleri nedeniyle evini terk etmek zorunda kalmıştır (UNHCR, 2023). İklim değişikliğine bağlı göçmenler —örneğin yükselen deniz seviyesi nedeniyle ada ülkelerinden kaçmak zorunda kalanlar— hâlâ uluslararası hukuk tarafından mülteci statüsünde tanınmamaktadır. Bu durum, iklim mağdurlarının hukuki korumadan yoksun kalmasına yol açar (Biermann & Boas, 2010). Zorunlu göçün artması, yük paylaşımı, çok kültürlülük ve ulusal kimlik dengesi konularında yoğun tartışmaları da beraberinde getirmektedir. Bazı ülkeler göçmen kabulünde sorumluluğu paylaşmaya yanaşmazken, bazıları ise sosyal uyum politikaları geliştirerek göçü fırsata dönüştürmeye çalışmaktadır.

Küresel ekonomik sistem, zengin ile yoksul ülkeler arasındaki gelir farkını derinleştiren vergi cennetleri, fikri mülkiyet adaleti ve dijital uçurum gibi yapısal eşitsizlikler barındırır.

Türkiye’de Adalet Algısı

Türkiye’de adalet algısı, yalnızca mahkemelerin kararlarıyla değil, aynı zamanda ekonomik yapılar, vergi politikaları, toplumsal cinsiyet eşitliği ve uluslararası hukukla ilişkiler üzerinden de biçimlenir. Halkın adalet sistemine olan güveni; yargı bağımsızlığı, ekonomik adalet, vergi adaleti ve toplumsal cinsiyet adaleti gibi farklı boyutlarda değerlendirilir.

Türkiye’de yargı bağımsızlığı tartışmaları, özellikle 2010 ve 2017 Anayasa değişiklikleri ile belirginleşmiştir. 2010 yılında yapılan değişiklikler, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun (HSYK) yapısını değiştirerek yürütmenin yargı üzerindeki etkisini artırma ya da azaltma yönünde çeşitli yorumlara yol açmıştır. 2017’deki Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi’ne geçiş ise Hâkimler ve Savcılar Kurulu’nun (HSK) yapısında yeni düzenlemeler getirmiştir (Özbudun, 2015).

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), Türkiye hakkında verdiği bazı kararlarda adil yargılanma hakkı ihlallerine dikkat çekmiştir. Bu kararlar, hem yargılamaların bağımsızlığı hem de tarafsızlığı açısından kamuoyunda yoğun tartışmalara neden olmuştur (Council of Europe, 2023).

Son yıllarda avukatların gözaltına alınması, savunma hakkı ve avukatlık mesleğinin güvence altında olup olmadığı konusunda eleştiriler doğurmuştur. Bu durum, adaletin yalnızca “karar verme” değil, “kararı savunabilme” sürecinde de sorunlar yaşandığını göstermektedir.

Ekonomik adalet, gelir dağılımındaki dengesizlikleri azaltmayı ve herkes için yaşanabilir bir ekonomik ortam oluşturmayı hedefler. Türkiye’nin Gini katsayısı 0,408 ile OECD ortalamasının üzerindedir (OECD, 2023). Bu durum, gelir dağılımındaki adaletsizliğin yüksek olduğunu göstermektedir. Son yıllarda asgari ücretin satın alma gücündeki erime, yaşanabilir ücret kavramını gündeme taşımıştır.

Vergi sistemi, adaletin ekonomik boyutunun en kritik unsurlarındandır. Türkiye’de vergi gelirlerinin büyük kısmı KDV ve ÖTV gibi dolaylı vergilerden oluşuyor. Bu vergiler, gelir düzeyi düşük olan haneleri orantısız şekilde etkileyerek orantısız vergi yükü sorununu doğurur. Sık tekrarlanan vergi afları, vergi ödeme alışkanlıklarını olumsuz etkileyerek uyum ve adalet ilkelerini zayıflatmaktadır. Dijital ekonominin büyümesiyle birlikte Google, Meta, Amazon gibi uluslararası teknoloji şirketlerinin kazançlarının adil şekilde vergilendirilmesi, yeni bir politika ihtiyacı olarak öne çıkıyor.

Toplumsal cinsiyet eşitliği, adalet algısının en görünür sosyal boyutlarından biridir. Kadınlara yönelik şiddetin önlenmesine ilişkin yasanın uygulamada etkinlik sorunları yaşanıyor. Türkiye’nin 2021’de İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmesi, ulusal ve uluslararası kamuoyunda kadın hakları açısından ciddi endişeler yaratmıştır (Council of Europe, 2021).

Çağdaş dönemde adalet kavramı, geleneksel sınırlarını aşarak küresel, teknolojik ve ekolojik boyutlar kazanmıştır. Bu genişleme, bir yandan yeni fırsatlar sunarken, diğer yandan karmaşık etik ve politik sorunları beraberinde getirir. Modern toplumların karşılaştığı temel meydan okuma, prosedürel adalet, dağıtım adaleti ve tanınma adaleti arasında sürdürülebilir bir denge kurabilir. Gelecekte adalet arayışının başarısı, hem yerel hem küresel ölçekte, teknolojik imkanları insani değerlerle buluşturabilen, çeşitliliği birlik içinde yaşatabilen ve nesiller arası sorumluluğu güncel ihtiyaçlarla dengeleyebilen yeni kurumsal modellerin geliştirilmesine bağlı olacaktır.

9. Sonuç

Adalet, insanlık tarihinin en eski ve en evrensel değerlerinden biridir. Hem bireysel vicdanın hem de toplumsal düzenin temel taşı olarak, uygarlıkların kuruluşundan bugüne kadar insan yaşamının merkezinde yer almıştır. İlk kent devletlerinden modern uluslara, mitolojik destanlardan anayasa metinlerine kadar adalet, her dönemin hukuk, ahlak ve politika anlayışının en önemli dayanağı olmuştur. Tarihsel kökenlerinden günümüze bakıldığında adalet, tek boyutlu bir kavram değil; felsefi, hukuki, sosyolojik, psikolojik ve antropolojik açılardan incelenebilecek çok katmanlı bir olgudur. Örneğin Platon adaleti toplumsal uyum olarak tanımlarken, Aristoteles onu eşitlik ve hakkaniyet üzerinden yorumlamıştır. Modern dönemde Rawls adaleti eşit özgürlükler ve fırsat eşitliği ilkeleriyle ele alırken, Nozick özgürlük ve mülkiyet haklarını merkeze almıştır.

Adalet, yalnızca geçmişten miras aldığımız bir değer değil; aynı zamanda geleceğimizi biçimlendirecek bir tasarım projesidir. Her birey, kendi yaşamında adaletin uygulanmasına katkıda bulunabilir; bu katkı, toplumsal ölçekte büyük dönüşümlere zemin hazırlayabilir. Bu noktada okuyucuya şu sorular yöneltilebilir: 1) Adil bir toplum için neler yapmalıyız? 2) Günlük yaşamımızda adaleti nasıl hayata geçirebiliriz? 3) Adalet gerçekten evrensel bir ilke mi, yoksa her dönemin ruhuna göre değişen bir arayış mı?

Kaynakça

Biermann, F., & Boas, I. (2010). Preparing for a warmer world: Towards a global governance system to protect climate refugees. Global Environmental Politics, 10(1), 60–88.

Boucher, D., & Kelly, P. (1994). The Social Contract from Hobbes to Rawls. Routledge.

Bourdieu, P. (1984). Distinction: A Social Critique of the Judgement of Taste. Harvard University Press.

Boyce, M. (1979). Zoroastrians: Their Religious Beliefs and Practices. London: Routledge & Kegan Paul.

Cicero, M. T. (1999). On the laws (De Legibus) (C. W. Keyes, Trans.). Cambridge, MA: Harvard University Press.

Council of Europe. (2021). Istanbul Convention: Action against violence against women and domestic violence. Council of Europe.

Council of Europe. (2023). European Court of Human Rights – Country profiles: Turkey. Council of Europe.

Doniger, W. (2009). The Hindus: An Alternative History. New York: Penguin Press.

Durkheim, É. (2014). The Division of Labour in Society (G. Simpson, Trans.). Free Press. (Original work published 1893)

Fraser, N. (1997). Justice Interruptus: Critical Reflections on the “Postsocialist” Condition. Routledge.

Gardiner, S. M. (2011). A perfect moral storm: The ethical tragedy of climate change. Oxford University Press.

Gilligan, C. (1982). In a different voice: Psychological theory and women's development. Harvard University Press.

Hallo, W. W., & Simpson, W. K. (1971). The ancient Near East: A history. Harcourt Brace Jovanovich.

Hourani, A. (2001). Islam in European Thought. Cambridge: Cambridge University Press.

IPCC. (2023). Climate Change 2023: Synthesis Report. Intergovernmental Panel on Climate Change.

Kant, I. (2002). Groundwork for the Metaphysics of Morals (trans. M. Gregor). Cambridge: Cambridge University Press. (Original work published 1785)

Kohlberg, L. (1981). The philosophy of moral development: Moral stages and the idea of justice. Harper & Row.

Kramer, S. N. (1963). The Sumerians: Their history, culture, and character. University of Chicago Press.

Levine, B. A. (2010). In the Presence of the Lord: A Study of Cult and Some Cultic Terms in Ancient Israel. Leiden: Brill.

Locke, J. (2010). Two treatises of government. Cambridge University Press.

MacIntyre, A. (1984). After Virtue. Notre Dame: University of Notre Dame Press.

Marx, K. (1990). Kapital Cilt I. (Çev. M. Selik). Sol Yayınları. (Orijinal eser 1867)

Mill, J. S. (2001). On liberty. Kitchener: Batoche Books. (Orijinal eser 1859’da yayımlandı)

Netton, I. R. (1992). Muslim Neoplatonists: An Introduction to the Thought of the Brethren of Purity. Edinburgh University Press.

Newell, P., & Mulvaney, D. (2013). The political economy of the ‘just transition’. The Geographical Journal, 179(2), 132–140.

Nozick, R. (1974). Anarchy, state, and utopia. Basic Books.

OECD. (2023). Income inequality (indicator). Organisation for Economic Co-operation and Development.

Özbudun, E. (2015). Turkish constitutional reform and the 2010 referendum. Turkish Studies, 16(1), 103–118.

Piaget, J. (1932). The moral judgment of the child. Free Press.

Rawls, J. (1971). A theory of justice. Harvard University Press.

Roth, M. T. (1995). Law collections from Mesopotamia and Asia Minor. Scholars Press.

Rousseau, J.-J. (1997). The Social Contract (C. Betts, Trans.). Oxford: Oxford University Press. (Original work published 1762)

Sen, A. (1999). Development as Freedom. Oxford University Press.

Stein, P. (1999). Roman law in European history. Cambridge: Cambridge University Press.

Tyler, T. R., & Lind, E. A. (1992). A relational model of authority in groups. Advances in Experimental Social Psychology, 25, 115–191.

UNHCR. (2023). Global Trends: Forced Displacement in 2023. United Nations High Commissioner for Refugees.

Van De Mieroop, M. (2005). King Hammurabi of Babylon: A biography. Blackwell Publishing.

Watson, A. (1995). The spirit of Roman law. Athens, GA: University of Georgia Press.

Weber, M. (1978). Economy and Society: An Outline of Interpretive Sociology (G. Roth & C. Wittich, Eds.). University of California Press. (Original work published 1922)

Worthington, E. L. (2006). Forgiveness and reconciliation: Theory and application. Routledge.

Yao, X. (2000). An Introduction to Confucianism. Cambridge: Cambridge University Press.