Yalanın Sessiz Yankısı: Toplumun Vicdanla Sınavı
Son zamanlarda beni en çok sarsan şey, önder konumundaki
politikacıların bilerek yalan söylemesi ve tarihi bilinçli biçimde
çarpıtmasıdır. Bunun örneklerini hemen her gün duyuyoruz (Not 1). Yalan,
yalnızca bir bilgi yanlışı değil; aynı zamanda toplumsal vicdana karşı işlenmiş
bir ahlaki suçtur. Gerçeğin isteyerek eğilip bükülmesi, olayların anlamını
bozma yanında insanların birbirine ve geleceğe duyduğu güveni de kemirir;
toplumsal birliğin sessiz çöküşünü hazırlar. Politika güç oyunlarının
ötesinde, insanın doğruyla kurduğu ilişkinin açıkça göründüğü bir alandır.
Bugün yaşanan ahlaki yozlaşmanın, güvensizliğin ve
kutuplaşmanın kökeninde işte bu sessiz çöküş yatıyor. Kimi politikacıların kısa
erimli çıkarlar uğruna gerçeği çarpıtması, uzun erimde toplumun ahlaki
pusulasını şaşırtıyor. Böylece “doğru ile yanlış” arasındaki sınırlar
bulanıklaşıyor; insanlar, kime inanacağını, neye güveneceğini bilemez hale
geliyor.
Gerçekle bağını yitiren toplum zamanla kendine de
yabancılaşır; politikacının sözü vaat olmaktan çıkar, belirsiz bir gölgeye
dönüşür.
***
Toplumsal Bellek ve Tarihin Çarpıtılması
Bir toplumun belleği doğruyla beslenir; tarihi bilinçli
biçimde bükmek bu belleğe doğrudan müdahaledir. Yalan yalnız bugünü değil,
geçmişi ve geleceği de kirletir; kısa erimli kazançlar uğruna uzun erimli güven
feda edilir.
***
Belleğin Kirlenişi
Bir toplumun belleği, hakikatin ışığıyla canlı kalır.
Tarihi bilinçli biçimde saptırmak, bu belleğe doğrudan müdahaledir. Yalan
yalnız bugünü değil, geçmişi ve geleceği de kirletir. Kısa erimli kazançlar
uğruna uzun erimli güven feda edilir.
Bunun örneklerini tarih boyunca gördük: Çin’de Qin
Hanedanı, kendi iktidarını güçlendirmek için eski kitapları yaktırmıştı;
Roma’da Sezar sonrası dönemlerde tarihçiler “uygun” gerçekleri yazmakla
görevlendirilmişti. Yakın çağda totaliter rejimler, geçmişi yeniden yazarak
geleceği kontrol etmeye çalıştı. Ama sonuç hep aynı oldu: Gerçek, geç de olsa
geri döndü. Çünkü toplumsal bellek, yalanın üstünde kalıcı bir gelecek
kurulmasına izin vermez.
Politika: Güvenin Sınandığı Alan
Politika yalnızca yönetme sanatı değil, toplumsal güvenin
sınandığı bir vicdan alanıdır. Bir politikacının sözü, milyonların ortak
umudunu taşır. Bilinçli olarak söylenmiş bir yalan, sıradan bir “bilgi hatası”
değil, ortak vicdana yönelen bir ihlaldir.
Yalan kısa erimde kazandırabilir; ama ilk kayıp her zaman
güvendir. Güven yitirildiğinde yasa, adalet ve kurumlar anlamını yitirir.
Dışarıdan düzen sürüyor gibi görünse bile içten bir çürüme başlar. Toplumu bir
arada tutan görünmez bağ olan güven koptuğunda, söz vaat olmaktan çıkar,
anlamını yitirir. Yalanın getirdiği kazanç, aslında toplumun ruhundan
eksilendir.
Bu yüzden konuya ilişkin yaptığım felsefi ve tarihsel araştırmayı
siz okurlarla paylaşmak istedim.
Filozofların Aynasında Doğruluk
Felsefe tarihi boyunca düşünürler aynı soruyu sordu:
Doğruluk neden değerlidir?
Yalnızca doğru söylemek bir erdem midir, yoksa varlığın
ve toplumun kendisi mi doğruluk üzerine kurulur?
Bu sorulara Batı geleneğinde özetle şöyle yanıt
veriliyor:
Filozof Immanuel Kant (1724–1804), doğruluğu
koşullara göre değişebilecek bir tercih değil, her durumda yerine getirilmesi
gereken bir ödev olarak görür. Kant’a göre yalan söyleyen kişi, yalnızca
başkasını değil, kendi aklını da küçültür; çünkü karşısındakini bir araç
haline getirir. Oysa insan, her zaman bir amaç olmalıdır. Eğer herkes
yalan söyleseydi, söze güven kalmaz, dil çökerdi — yani iletişimin ve
ahlakın zemini yok olurdu. Doğruluk, böylece hem aklın hem de insan onurunun
sınavıdır.
John Stuart Mill (1748–1832) ve Jeremy Bentham (1806–1873) ise doğruluğu sonuçları
üzerinden değerlendirir. Onlara göre yalan, kısa erimde işe yarayabilir; birini
koruyabilir, bir sorunu erteleyebilir. Ancak uzun erimde güvenin zedelenmesi,
toplumun dokusunu aşındırır. Çünkü güven, faydanın da önkoşuludur: insanlar
birbirine inanmadığında, hiçbir ortak fayda kalıcı olamaz. Böylece doğruluk,
yalnızca ahlaki değil, sosyal bir sermaye (Not 2) haline gelir.
Antikçağ filozofu Aristoteles (MÖ 384–322),
dürüstlüğü bir eylem değil, bir yaşam biçimi olarak görür. Gerçek,
incelikle söylenebilir ama çarpıtılamaz; çünkü ortak yaşamın harcı, açık
sözlülüktür. Ona göre yalan, ruhun ölçüsüzlüğüdür — ne eksik ne fazla,
yalnızca olduğu gibi söylemek, karakterin olgunluk göstergesidir. Erdemli
insan, hakikati hem söyler hem taşır; doğruyu dile getirmek kadar, onunla
yaşamak da cesaret ister.
Yukarıdaki sorular Doğu geleneğinde ise özetle şöyle
yanıtlanıyor:
Konfüçyüs (MÖ 6. yüzyıl),
doğruluğu düzenin temeli sayar. Ona göre adalet, töre ve yasa ancak dilin
doğruluğuyla uyum içindeyse işler. “Doğru sözü yitiren devlet, adını da
yitirir.” Söz, yalnızca iletişim aracı değil; dünyayı kuran ilk bağdır. Bu bağ
koptuğunda toplum dağılır, isimler anlamını yitirir.
Buda (MÖ 5. yüzyıl),
yalanın yalnızca başkalarını değil, insanın kendi bilincini de kirlettiğini
söyler. “Doğru konuşma”, sekiz katlı aydınlanma (Not 3) yolunun bir
basamağıdır. Çünkü dil, zihnin aynasıdır; yalan söyleyen, önce kendi bilincine
gölge düşürür. Gerçekle uyumlu bir zihin, hem acıyı azaltır hem de başkalarıyla
uyum içinde yaşamayı mümkün kılar.
Mahatma Gandhi (1869-1948),
hakikatin gücü (Satyagraha) adını verdiği ilkeyi, bir direniş biçiminden
öte bir yaşam felsefesi haline getirmiştir. Ona göre gerçek, en güçlü
silahtır; çünkü “gerçeği bastıran bile sonunda ona boyun eğer.” Gandhi için
doğruluk, pasif bir dürüstlük değil, aktif bir adalet arayışıdır. Hakikat
uğruna acıya katlanmak, insanın hem kendi içindeki hem de dünyadaki karanlığa
karşı duruşudur.
Gerek Doğu gerekse Batı düşünürlerinin vardığı ortak
sonuç özetle şudur:
Kant’ın ödevi, Mill’in faydası,
Aristoteles’in erdemli dengesi, Konfüçyüs’ün dil–düzen bağı,
Buda’nın içsel arılığı ve Gandhi’nin hakikat sadakati — hepsi
aynı noktada buluşur:
Yalan kısa erimde kazandırır; ama uzun erimde insanı ve
toplumu içten çürütür.
Gerçek, hem bireyin vicdanını hem toplumun hafızasını
ayakta tutan sessiz omurgadır.
Modern düşünürler bu konuda neler söylüyor?
Modern çağda yalan, artık bireysel bir kusur değil; sistemsel
bir güç haline geldi. Gerçek, medya, politika ve dijital ağlar aracılığıyla
bir manipülasyon aracına dönüştü. Eskiden yalan, bireyin vicdanına
sıkışmış bir zayıflıktı; şimdi algoritmalar, propaganda aygıtları ve çıkar
ağlarının ürettiği bir ekonomik ve politik stratejiye dönüştü. Gerçeğin
değeri, çoğu zaman görünürlük ve etkileşim sayısı üzerinden ölçülür
oldu. Böylece hakikat, bilgiden çok imajın egemenliğine boyun eğdi.
Jürgen Habermas (1929–), bu çağın en güçlü uyarısını getirir: Demokrasinin özü, “dürüst
diyalog”tur — yani herkesin sözünün eşit ağırlıkta olduğu bir kamusal alan. Gerçek,
güçle değil, ikna yoluyla ortaya çıkar. Yalan, bu dengeyi bozar; ortak
aklı manipülasyonun eline bırakır. Habermas’a göre bir toplumda iletişim,
çıkarın değil anlamanın hizmetinde olmalıdır; aksi halde demokrasi,
biçimsel bir törene dönüşür.
John Rawls (1921–2002) da
adaletin yalnızca yasalarla değil, insanlar arasındaki karşılıklı güven
duygusuyla yaşadığını vurgular. Bir toplumun adil olması, yalnızca
kuralların doğru yazılmasıyla değil, o kurallara inanılabilir olmasıyla
mümkündür. Eğer yurttaşlar yöneticilerin sözlerine güvenmiyorsa, o toplumun
sözleşmesi (yasası) — ne kadar iyi tasarlanmış olursa olsun — ahlaki
geçerliliğini yitirir. Rawls’un “adalet duygusu”, gerçeğe sadakatle
beslenen bir ahlaki ekosistemdir (Not 4).
Bernard Williams (1929–2003), çağımızın en ürkütücü teşhislerinden birini koyar:
“Artık sorun yalanın varlığı değil, doğruluğun
önemsizleşmesidir.” Yani tehlike, yalanın çoğalmasından çok, doğruluğun
artık talep edilmemesidir. Hakikate duyarsızlaşmış bir toplumda, yalan
kendini gizlemek zorunda bile kalmaz; sıradanlaşır, dahası makul görünür. Bu da
hakikatle bağını koparan modern insanın yeni trajedisidir: doğrunun
değersizleşmesi.
Benzer yankılar Doğu düşüncesinde de görülür. Rabindranath
Tagore (1861-1941), bir ulusun gerçeğiyle bağını koparmasının yalnızca politik
değil, ruhsal bir çöküş olduğunu söyler: “Gerçekten kopmuş bir ulus,
şiirini de ruhunu da yitirir.” Ona göre yalan, yalnızca bilgiye değil, hayal
gücüne de zarar verir; çünkü sahicilik olmadan ne sanat, ne sevgi, ne de
umut yaşar.
Ali Şeriati (1933-1977)
ise modern yalanın en sinsi biçimini teşhis eder: Yalan, toplumun bilincini
bastıran bir afyon haline gelmiştir. Söylemler, hakikati değil, rahatlatıcı
yanılsamaları üretir. Bu nedenle, hakikatle yüzleşmek yalnızca entelektüel
bir görev değil, ahlaki bir direniştir. Gerçeği savunmak, hem bireysel
hem toplumsal özgürleşmenin ilk adımıdır.
Bu düşünürlerin farklı coğrafyalardan yükselen sesleri,
aynı yankıda buluşur:
Doğruluk, demokrasinin görünmez anayasasıdır.
Bir toplum bu anayasayı ihmal ettiğinde, kurumlar
işlemeye devam eder ama anlamlarını yitirir; yalan sıradanlaştıkça,
hakikat lüks hale gelir. Ve sonunda, Orwell’in uyardığı gibi, “hakikatin
bedelini yine toplum öder.”
Dijital Çağda Gerçek Krizi
Yirmi birinci yüzyıl, insanlık tarihinin en bilgi
zengini çağı oldu — fakat aynı zamanda, hakikatin en fazla yitirildiği
dönem de. Artık sorun bilgiye erişememek değil; bilgi fazlalığı içinde doğruyu
seçememek oldu. Bir zamanlar “bilgi güçtür” denirdi; bugünse, bilgi gürültüye
karışmış durumda.
Sosyal medya, arama motorları ve algoritmalar, bilgiyi
yalnızca iletmiyor; biçimlendiriyor, eğip büküyor ve bağlamından
koparıyor. Gerçek, hızın ve etkileşimin mantığına bağlı hale geldi. Bir
haberin doğruluğundan çok, kaç kişi paylaştığı belirleyici oluyor. “Viral
olan”ın (Not 5), yani hızla yayılan ve çok sayıda kişinin gördüğü, “gerçek
olan”ın yerini aldığı bu düzende, hakikat artık görünürlük mücadelesi
vermek zorunda kalıyor.
Bu yeni bilgi düzeninde, bireyler kendilerini yankı
odalarında (Not 6) buluyor — yani yalnızca kendi inançlarını onaylayan
seslerin yankılandığı kapalı dijital dünyalarda. Böylece toplum, ortak bir
gerçeklikten değil, birbirinden kopuk hakikat adacıklarından oluşuyor. Bu
parçalanmış zihin coğrafyasında, ortak akıl yerini duygusal tepkilere
bırakıyor. Jürgen Habermas bu durumu çok önceden sezmişti:
“Gerçeğin yerini viral olan, aklın yerini tepki alıyor.”
Habermas’a göre kamusal alan, artık akılcı tartışmanın
değil, duygusal mobilizasyonun alanına dönüşmüştür. Gerçek, iletişimin
amacı olmaktan çıkmış; algı yönetiminin malzemesi haline gelmiştir.
Bu değişim yalnızca bilgi düzeyinde değil, adalet ve
güvenin dokusunda da derin yaralar açıyor. Toplumun ortak doğrularının
çözülmesi, etik sorumluluğun da zayıflamasına yol açıyor. Artık bir
yalanın yalan olduğu bile tartışma konusu haline gelebiliyor.
Bernard Williams’ın keskin teşhisi bu noktada anlam kazanır:
“Doğruluk artık bir sorumluluk değil, tercihe
dönüşmüştür.”
Bu, modern insanın yeni trajedisidir: Hakikatle
ilgilenmek bir görev değil, kişisel bir seçenek haline gelmiştir.
Dijitalleşmenin Etik Bedeli
Algoritmalar görünüşte tarafsızdır; ama gerçekte, dikkatimizi
yöneten güçlerdir. Ne gördüğümüzü, neyi önemsediğimizi, dahası neye
inandığımızı belirlerler. Sosyal medya platformları, kullanıcıya “ilgi çekici”
içerik sunmak adına, çatışmayı ve duygusal aşırılığı
ödüllendirir. Böylece toplum, giderek öfke ekonomisine dönüşür: En çok
yankı uyandıran duygu, gerçeğin yerini alır.
Doğu düşüncesinde de bu krize benzer sezgiler vardır. Hint
düşünürü Sri Aurobindo (1872-1950), insan zihninin “bilgi bolluğunda
kaybolma tehlikesine” dikkat çeker; ona göre “gerçek bilgi, yalnızca sessiz bir
zihinle kavranabilir.” Japon yazar Haruki Murakami (1949-), modern
dünyada hakikatin “bir sis perdesi” ardına gizlendiğini söyler — bilgi
çoğaldıkça, anlamın kaybolduğunu hatırlatır.
Hakikatin Sessizliği ve Yalanın Politik Bedeli
Bugün en büyük tehlike, yalanın gücünden çok, hakikatin
sessizliğidir. Gerçeğin sesi artık çıkmıyor; çünkü duymak isteyen kulaklar
azaldı. Ancak hakikat, dijital çağın gürültüsünde bile, sessiz bir direnç
olarak varlığını sürdürür. Tarih boyunca olduğu gibi, bugün de sonunda yalanın
gürültüsü diner, geriye yalnızca hakikatin yankısı kalır. Hannah
Arendt (1906–1975), hakikatin ve özgürlüğün birbirinden ayrılamayacağını söylüyor:
“Hakikat olmadan özgürlük; özgürlük olmadan adalet
yaşayamaz.”
Bu söz yalnızca bir felsefi ilke olarak görülmemeli;
hakikat, toplumun vicdanının, bireyin eylemlerinin ve politik yaşamın temel
taşıdır. Yalanın cazibesi parlak, anlık ve etkileyicidir. Kalabalıkları
büyüler, dikkatleri çeker, kısa süreli bir coşku yaratır. Oysa hakikat böyle
değildir. O, yavaş akan bir ırmak gibidir: sessiz, derin ve kalıcı. İlk
bakışta fark edilmez; çoğu zaman göz ardı edilir. Ama zamanla, en derin
çatlaklara bile nüfuz eder, gerçek anlamda kalıcı bir etki bırakır.
Bir toplumun olgunluğu, işte bu ırmağı ne kadar
koruyabildiğiyle ölçülür. Toplum, hakikati yok saymaya veya görmezden gelmeye
çalıştığında, ilk anda herhangi bir sorun görünmeyebilir. Yalan, kısa süreli
bir sessizlik ve görünüşte düzen sağlar. Ancak zamanla, bu sessizlik yerini güvensizliğe,
ahlaki çöküşe ve sosyal ayrışmalara bırakır. Ne kadar çok hakikat görmezden
gelinirse, o toplumun içsel dayanıklılığı o kadar zayıflar.
Hakikat, yalnızca bireysel doğruluk meselesi değildir; toplumsal
dirençtir. Yalanın gürültüsü ve manipülasyonu ne kadar yüksek olursa olsun,
hakikat sonunda kendini gösterir. Tıpkı bir ırmağın taşkın sonrası bıraktığı
derin izler gibi, hakikatin yankısı da kalıcıdır ve sonraki kuşaklara
aktarılır.
Özetle, hakikat sessizdir, görünmezdir ama kalıcıdır.
Yalanın gürültüsü geçici ve aldatıcıdır; hakikat ise zamana karşı direnç
gösterir. Bir toplum, hakikati korumayı başarırsa, içsel dayanıklılığını,
vicdanını ve adalet duygusunu korur. Ve eninde sonunda, yalanın geçici zaferi
sönüp gider; geriye yalnızca hakikatin sessiz, derin yankısı kalır.
Hannah Arendt şöyle uyarıyor:
“Politikadaki en yıkıcı an, yalanın artık fark edilmediği
andır.”
Bir politikacının sözü, yalnızca kişisel bir ifade
değildir; kamusal bir sorumluluğun somut biçimidir. Her açıklama,
toplumla yapılan sessiz bir antlaşma gibidir. Bu antlaşma, güvenin görünmez
bağları üzerine kuruludur: yurttaşlar, politikacının sözlerini yalnızca bilgi
olarak değil, ortak bir güven ve öngörü zemini olarak algılarlar. Yalan
söylendiğinde, bu bağ kırılır. Yalnızca bilgi bozulmaz; devlet ile yurttaş
arasındaki temel güven da zedelenir.
Tarih, bu yıkıcı sürece sayısız örnek sunar. Örneğin,
Nazi Almanyası’nda propagandanın sürekli kullanılması, halkın büyük bir bölümünde
gerçek ile yalan arasındaki sınırları bulanıklaştırdı ve sonuçta toplumsal
vicdan ciddi şekilde çarpıtıldı. Benzer biçimde, Japonya’da İkinci Dünya Savaşı
sonrası tartışmalar, savaş sırasında bilinçli olarak çarpıtılan bilgilerin
toplumun kolektif belleğinde bıraktığı derin izleri gösterir. Bu örnekler,
yalanın yalnızca kısa erimli kazanç sağlamakla kalmayıp, toplumun temel
vicdanını da aşındırdığını ortaya koyar.
Yalan üzerine kurulu her iktidar, tıpkı dışarıdan
sağlam görünen ama içten çürüyen bir ağaç gibidir. İlk bakışta düzen varmış
gibi görünür; yasalar işler, kararlar alınır, kurallar uygulanır. Ancak içten
içe bir çürüme başlar. Korkuyla kurulan düzen yalnızca sessizlik yaratır;
insanlar itaat eder, ama içten içe güvensizlik ve kuşku büyür. Oysa güvene
dayalı bir düzen, yalnızca sessizlik yaratmaz; toplumsal dayanışmayı, iş
birliğini ve ortak sorumluluk duygusunu besler.
Bir toplumun gücü, yöneticilerinin ne kadar sert veya
güçlü olduğunda değil, ne kadar dürüst kalabildiğinde ölçülür.
Dürüstlük, yalnızca kişisel erdem değil; toplumsal yapının temel direğidir.
Güven bir kez kirlenirse, vaatler ve yasalar bunu kolayca geri getiremez. Güven
kaybı, bir domino etkisi yaratır: kurumların inandırıcılığı düşer, sözler boş
birer ses haline gelir, kamusal vicdan uyuşur. Bu noktada yalan, yalnızca bir
yanlış bilgi değildir; toplumun geleceğini biçimlendiren görünmez bir zehir
haline gelir.
Kısacası, politik yalan, yalnızca politik bir hata
değildir. O, toplumun vicdanına ve dayanışma mekanizmasına işleyen sessiz ama
derin bir tehdittir. Arendt’in de belirttiği gibi, en tehlikeli an, yalanın
sıradanlaşması ve fark edilmemesidir; çünkü o an, toplum kendi öz güvenini ve
kolektif direncini kaybetmeye başlar.
Gerçeğin Silinişi: Orwell’in Uyarısı
George Orwell (1903-1950), 1984 adlı romanında,
gerçeğin sistemli biçimde yok edildiği bir dünyayı çarpıcı biçimde betimler. Bu
dünyada sözcükler anlamlarını yitirir, tarih çarpıtılır ve yalan, kısa sürede
“yeni normal” haline gelir. İnsanlar artık doğruluğu aramaz; yalnızca “işe
yarayan” bilgiyi kabul eder hale gelirler. Orwell’in uyarısı açıktır: böyle bir
toplumda, hakikatin bedeli yalnızca bireysel vicdanın değil, toplumun
bütününün ödediği bir maliyettir.
Orwell’in kurgusu, totaliter rejimlerin gerçekliği
manipüle ederek toplumu kontrol etmesinin nasıl mümkün olduğunu gösterir.
Parti, geçmişi yeniden yazmakta ve anıların güvenilirliğini sistematik olarak
yok etmektedir. İnsanlar, hatırladıklarıyla resmi anlatı arasında sürekli bir
çatışma yaşar; bu da toplumun kolektif hafızasını zayıflatır. Yalanın
sıradanlaştığı bu ortamda, insanlar doğruluktan kopar ve gerçeğin ağırlığı
yerine kolaylıkla manipüle edilebilen anlatıları kabul ederler.
Hakikatin değersizleştiği yerde, kamu aklı felce uğrar.
Toplumsal tartışmalar, fikir alışverişi ve demokratik denetim işlevsizleşir;
insanlar neye güveneceklerini bilemez hale gelir. Gerçeğe sadakat, bir toplumun
ahlaki bağışıklık sistemi gibidir; bu sistem çöktüğünde, geriye yalnızca
biçimsel kurumlar ve prosedürler kalır — ama anlam yitmiştir. Mahkemeler var
olabilir, seçimler yapılabilir, yasalar uygulanabilir; ancak toplumsal vicdan
çürümüş ve güvenin temeli kaybolmuştur.
Orwell’in uyarısı yalnızca totaliter rejimler için
geçerli değildir. Günümüz dünyasında, sosyal medyada viral olan yanlış
bilgiler, manipüle edilmiş görseller ve sahte haberler, aynı etkiyi
yaratabilir: toplum, gerçeği ayırt etmekte zorlanır ve hakikatin önemi giderek
küçülür. Bu, yalnızca bireysel yanlış bilgi sorunu değil, toplumsal bir
krizdir. Hakikatin sessizliği, kaosun önünde duran tek bariyer iken,
yalanın gürültüsü sürekli çoğaldığında, toplumun geleceği ciddi biçimde
tehlikeye girer.
Orwell’in mesajı nettir: hakikat, korunmadığı sürece hem
bireysel hem toplumsal özgürlüğün temeli kaybolur. Bir toplum, gerçeğe sadık
kaldığı ölçüde ayakta durur; yoksa geriye yalnızca gölgeler ve yanılsamalar
kalır.
Hakikatin Sessiz Zaferi
Yalan, ilk anda büyüleyici ve etkileyici görünebilir.
Büyük laflar, gösterişli vaatler veya çarpıcı iddialar, toplumun dikkatini
çeker ve kısa süreli bir coşku yaratır. Ancak bu geçici etki, yalanın kendi
ağırlığı altında er geç çökeceğinin habercisidir. Gerçek ise bağırmaz, gösteriş
yapmaz; sessizdir ama kalıcıdır. Zamanla, hakikat kendiliğinden görünür hale
gelir ve yalanın bıraktığı boşluğu doldurur.
Filozof Martha Nussbaum (1947–), hakikate sadakatin insan
onurunu koruduğunu vurgular. Ona göre, doğruluk bir erdemdir; hem bireyin
vicdanını hem de toplumun güven duygusunu ayakta tutar. Bir toplum, hakikate
sadık kaldığında, yalnızca olayların doğruluğu sağlanmaz; insanların birbirine
olan güveni ve ortak vicdanı da güçlenir.
Alasdair MacIntyre (1929–) ise erdemleri toplumsal
belleğe bağlar. Dürüstlük ve doğruluk, tek başına bireysel değerler değildir;
toplumda nesiller boyunca aktarıldığında anlam kazanır. Toplumsal hafıza, doğru
ve yanlışın kalıcı ölçütlerini koruduğunda, yalanın kısa süreli kazanımları
erimeye mahkûm olur.
Zygmunt Bauman (1925–2017), modern çağın “akışkan”
doğasında doğruluğun kolayca büküldüğünü, bu yüzden dürüstlüğün artık bir
cesaret biçimine dönüştüğünü hatırlatır. İnsanlar, anlık çıkarlar, sosyal
baskılar veya manipülasyon karşısında doğruluktan sapmakta kolaylık görür; bu
da hakikati savunmayı, hem bireysel hem toplumsal bir mücadele haline getirir.
Nasreddin Hoca’nın nükteleri, doğruluğun sessiz ama güçlü
etkisini vurgular: “Doğru söz acıdır, ama ilacı da odur.” Yani hakikat, başta
zorlayıcı ve sarsıcı görünse de, uzun vadede hem bireyleri hem de toplumu
onarır ve iyileştirir.
Hakikatin sessiz zaferi budur: yalanın geçici ışıltısına
kapılan toplumlar, er geç gerçeğin kalıcı ışığıyla yüzleşir. Zaman, doğruyu
görünür kılar; yalan ise kendi çürüyen ağırlığında kaybolur. Toplumun
olgunluğu, bu sessiz nehre ne kadar sahip çıkabildiğiyle ölçülür — hakikat
korundukça, güven, onur ve adalet ayakta kalır.
Sonuç: Gerçeğe Sadakat Bir Uygarlık Meselesidir
Yalanın bedeli yalnızca bir dönemin çöküşü değil, kamusal
vicdanın çürümesidir. Bir kez güven çöktüğünde, ne kurum kalır, ne yasa, ne
umut. Gerçek, demokrasinin oksijenidir; yalan çoğaldıkça toplum nefessiz kalır.
“Doğruluk, politik yaşamın son sığınağıdır — onu yitiren
toplum, sonunda kendini de yitirir.”
Esenlikler diliyorum.
Notlar
Not 1: Geçenlerde (30
Ekim 2025) Orta Anadolu illerinden birinde yaşayan bir TIR şoförüyle kısa bir
sohbet etme fırsatım oldu. Arazisinde bir dönem pancar ürettiğini, ancak kazanç
elde edemediğini; şimdi ise yonca ektiğini fakat ondan da yeterli gelir elde
edemediğini; Borcu borçla kapatabildiğini anlattı. Söz arasında şöyle dedi:
“Bizim oralarda Cumhuriyeti kuranların Osmanlı
İmparatorluğu’nu yıkıp Cumhuriyeti kurdukları söyleniyor.”
Bu sözleri duyunca gerçekten kanım dondu. Böyle bir
söylentiyi Anadolu’da kim yayıyorsa, bırakın yurttaşlık bilincini, her şeyden
önce insanlık niteliğini yitirmiştir; bu tür kişiler açıkça vatan hainidir.
Kendilerine bir ülke kazandıranlar hakkında bu kadar kindar olmak inanılır gibi
değil.
Adım gibi eminim ki bu söylemin sahipleri gerçeği çok iyi
biliyor, ama bilerek gizliyorlar. Çünkü Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşünün
ardında yatan temel neden, dinsel bağnazlıktı. İmparatorluğun yıkılışı aslında
çok daha önce, 1699 Karlofça Antlaşması ile başlamıştı. Üstelik Avrupa’nın önde
gelen devletlerinin “Osmanlı pastasını” kendi aralarında paylaşabilmek için
izledikleri denge politikası sayesinde imparatorluğun ömrü Birinci Dünya
Savaşı’na kadar yapay biçimde uzatılmıştı.
Not 2: Sosyal sermaye,
bir toplumda insanların güven, dayanışma, işbirliği ve karşılıklı ilişkilere
dayalı ağlar yoluyla oluşturduğu toplumsal bağların toplamıdır. Kısaca:
Sosyal sermaye = güven + ağlar + karşılıklı yardım
kültürü
Bu kavram, bireylerin ve grupların birbirine güvenip
birlikte hareket edebilmesini sağlar; böylece hem ekonomik hem de toplumsal
gelişmeyi destekler.
Örneğin, mahallede komşuların birbirine yardım etmesi
veya bir derneğin üyelerinin dayanışma içinde olması sosyal sermayeye örnektir.
Not 3: Buda’nın Sekiz
Katlı Aydınlanma Yolu, Budizm’de ıstıraptan kurtulup aydınlanmaya ulaşmanın
yoludur. Üç ana başlık altında sekiz ilke içerir:
Bilgelik
1.Doğru Anlayış – Gerçeği, özellikle Dört Yüce Gerçeği
kavramak.
2.Doğru Düşünce – Şefkatli, kötü niyetten uzak düşünmek.
Ahlak
3. Doğru Söz – Yalan, iftira, kaba dil kullanmamak.
4. Doğru Davranış – Canlılara zarar vermemek, çalmamak,
doğru yaşamak.
5. Doğru Geçim – Zararsız ve dürüst bir şekilde geçimini
sağlamak.
Zihin Disiplini
6. Doğru Çaba – İyi nitelikleri geliştirmek, kötülerden
uzak durmak.
7. Doğru Farkındalık – Bedeni, duyguları ve zihni
bilinçle gözlemlemek.
8. Doğru Yoğunlaşma – Meditasyonla zihni derin huzura ve
odaklanmaya ulaştırmak.
Kısaca, bu yol ahlaklı yaşam, bilinçli farkındalık ve
doğru düşünceyle özgürleşmeye giden rehberdir.
Not 4: Ahlaki ekosistem,
bir toplumda değerlerin, normların, kurumların ve bireysel davranışların
birbirini etkilediği ahlaki ilişkiler ağıdır. Kısaca:
Ahlaki ekosistem = değerler + kurumlar + insanlar +
kültürel etkileşim.
Bu ekosistemde aile, eğitim, medya, din, hukuk gibi
unsurlar birlikte çalışarak toplumun vicdanını ve etik düzenini biçimlendirir. Tıpkı
doğadaki ekosistem gibi, biri bozulduğunda tüm ahlaki denge de etkilenir.
Not 5: Viral olan, bir
şeyin (özellikle içerik, video, haber vb.) çok hızlı ve geniş bir şekilde
yayılması demektir. Kısaca:
Viral = hızla yayılan ve çok kişi tarafından paylaşılan.
Genellikle sosyal medyada bir gönderi, video ya da fikir
kısa sürede binlerce kişiye ulaşırsa “viral oldu” denir.
Not 6: Yankı odaları,
insanların yalnızca kendi düşüncelerini destekleyen bilgi ve görüşlerle
karşılaştığı kapalı iletişim ortamlarıdır. Kısaca:
Yankı odası = aynı fikirlerin sürekli tekrarlanıp
güçlendiği bilgi balonu.
Örneğin, sosyal medyada yalnızca kendi görüşünü paylaşan
ve aynı fikirdeki insanları izleyen biri, farklı sesleri duyamadığı bir yankı
odasında yaşar.
Kaynakça
Arendt, H. (1994). Truth and politics. New York,
NY: Schocken Books.
Aurobindo, S. (1997). The human cycle.
Pondicherry, India: Sri Aurobindo Ashram Press.
Bauman, Z. (2000). Liquid modernity. Cambridge,
UK: Polity Press.
Bentham, J. (1996). An introduction to the principles
of morals and legislation (J. H. Burns & H. L. A. Hart, Eds.). Oxford,
UK: Clarendon Press. (Orijinal çalışma 1789)
Gandhi, M. K. (2001). The collected works of Mahatma
Gandhi (Vol. 1–100). New Delhi, India: Publications Division.
Habermas, J. (1989). The structural transformation of
the public sphere (T. Burger, Trans.). Cambridge, MA: MIT Press. (Orijinal
çalışma 1962)
Kant, I. (1993). Grounding for the metaphysics of
morals (J. W. Ellington, Trans.). Indianapolis, IN: Hackett Publishing.
(Orijinal çalışma 1785)
MacIntyre, A. (2007). After virtue (3rd ed.).
Notre Dame, IN: University of Notre Dame Press.
Mill, J. S. (2002). Utilitarianism. Indianapolis,
IN: Hackett Publishing. (Orijinal çalışma 1863)
Murakami, H. (2002). Kafka on the shore (P.
Gabriel, Trans.). New York, NY: Knopf.
Orwell, G. (1949). Nineteen eighty-four. London,
UK: Secker & Warburg.
Rawls, J. (1999). A theory of justice (Rev. ed.).
Cambridge, MA: Harvard University Press. (Orijinal çalışma 1971)
Schériati, A. (1980). On the sociology of Islam.
Tehran, Iran: Mizan Press.
Tagore, R. (1913). Gitanjali. London, UK:
Macmillan.
Williams, B. (2002). Truth and truthfulness: An essay
in genealogy. Princeton, NJ: Princeton University Press.