10 Kasım 2025 Pazartesi

Yalanın Sessiz Yankısı: Toplumun Vicdanla Sınavı

 Yalanın Sessiz Yankısı: Toplumun Vicdanla Sınavı

Değerli okurlar,

Son zamanlarda beni en çok sarsan şey, önder konumundaki politikacıların bilerek yalan söylemesi ve tarihi bilinçli biçimde çarpıtmasıdır. Bunun örneklerini hemen her gün duyuyoruz (Not 1). Yalan, yalnızca bir bilgi yanlışı değil; aynı zamanda toplumsal vicdana karşı işlenmiş bir ahlaki suçtur. Gerçeğin isteyerek eğilip bükülmesi, olayların anlamını bozma yanında insanların birbirine ve geleceğe duyduğu güveni de kemirir; toplumsal birliğin sessiz çöküşünü hazırlar. Politika güç oyunlarının ötesinde, insanın doğruyla kurduğu ilişkinin açıkça göründüğü bir alandır.

Bugün yaşanan ahlaki yozlaşmanın, güvensizliğin ve kutuplaşmanın kökeninde işte bu sessiz çöküş yatıyor. Kimi politikacıların kısa erimli çıkarlar uğruna gerçeği çarpıtması, uzun erimde toplumun ahlaki pusulasını şaşırtıyor. Böylece “doğru ile yanlış” arasındaki sınırlar bulanıklaşıyor; insanlar, kime inanacağını, neye güveneceğini bilemez hale geliyor.

Gerçekle bağını yitiren toplum zamanla kendine de yabancılaşır; politikacının sözü vaat olmaktan çıkar, belirsiz bir gölgeye dönüşür.

***

Toplumsal Bellek ve Tarihin Çarpıtılması

Bir toplumun belleği doğruyla beslenir; tarihi bilinçli biçimde bükmek bu belleğe doğrudan müdahaledir. Yalan yalnız bugünü değil, geçmişi ve geleceği de kirletir; kısa erimli kazançlar uğruna uzun erimli güven feda edilir.

***

Belleğin Kirlenişi

Bir toplumun belleği, hakikatin ışığıyla canlı kalır. Tarihi bilinçli biçimde saptırmak, bu belleğe doğrudan müdahaledir. Yalan yalnız bugünü değil, geçmişi ve geleceği de kirletir. Kısa erimli kazançlar uğruna uzun erimli güven feda edilir.

Bunun örneklerini tarih boyunca gördük: Çin’de Qin Hanedanı, kendi iktidarını güçlendirmek için eski kitapları yaktırmıştı; Roma’da Sezar sonrası dönemlerde tarihçiler “uygun” gerçekleri yazmakla görevlendirilmişti. Yakın çağda totaliter rejimler, geçmişi yeniden yazarak geleceği kontrol etmeye çalıştı. Ama sonuç hep aynı oldu: Gerçek, geç de olsa geri döndü. Çünkü toplumsal bellek, yalanın üstünde kalıcı bir gelecek kurulmasına izin vermez.

Politika: Güvenin Sınandığı Alan

Politika yalnızca yönetme sanatı değil, toplumsal güvenin sınandığı bir vicdan alanıdır. Bir politikacının sözü, milyonların ortak umudunu taşır. Bilinçli olarak söylenmiş bir yalan, sıradan bir “bilgi hatası” değil, ortak vicdana yönelen bir ihlaldir.

Yalan kısa erimde kazandırabilir; ama ilk kayıp her zaman güvendir. Güven yitirildiğinde yasa, adalet ve kurumlar anlamını yitirir. Dışarıdan düzen sürüyor gibi görünse bile içten bir çürüme başlar. Toplumu bir arada tutan görünmez bağ olan güven koptuğunda, söz vaat olmaktan çıkar, anlamını yitirir. Yalanın getirdiği kazanç, aslında toplumun ruhundan eksilendir.

Bu yüzden konuya ilişkin yaptığım felsefi ve tarihsel araştırmayı siz okurlarla paylaşmak istedim.

Filozofların Aynasında Doğruluk

Felsefe tarihi boyunca düşünürler aynı soruyu sordu:

Doğruluk neden değerlidir?

Yalnızca doğru söylemek bir erdem midir, yoksa varlığın ve toplumun kendisi mi doğruluk üzerine kurulur?

Bu sorulara Batı geleneğinde özetle şöyle yanıt veriliyor:

Filozof Immanuel Kant (1724–1804), doğruluğu koşullara göre değişebilecek bir tercih değil, her durumda yerine getirilmesi gereken bir ödev olarak görür. Kant’a göre yalan söyleyen kişi, yalnızca başkasını değil, kendi aklını da küçültür; çünkü karşısındakini bir araç haline getirir. Oysa insan, her zaman bir amaç olmalıdır. Eğer herkes yalan söyleseydi, söze güven kalmaz, dil çökerdi — yani iletişimin ve ahlakın zemini yok olurdu. Doğruluk, böylece hem aklın hem de insan onurunun sınavıdır.

John Stuart Mill (1748–1832) ve Jeremy Bentham (1806–1873) ise doğruluğu sonuçları üzerinden değerlendirir. Onlara göre yalan, kısa erimde işe yarayabilir; birini koruyabilir, bir sorunu erteleyebilir. Ancak uzun erimde güvenin zedelenmesi, toplumun dokusunu aşındırır. Çünkü güven, faydanın da önkoşuludur: insanlar birbirine inanmadığında, hiçbir ortak fayda kalıcı olamaz. Böylece doğruluk, yalnızca ahlaki değil, sosyal bir sermaye (Not 2) haline gelir.

Antikçağ filozofu Aristoteles (MÖ 384–322), dürüstlüğü bir eylem değil, bir yaşam biçimi olarak görür. Gerçek, incelikle söylenebilir ama çarpıtılamaz; çünkü ortak yaşamın harcı, açık sözlülüktür. Ona göre yalan, ruhun ölçüsüzlüğüdür — ne eksik ne fazla, yalnızca olduğu gibi söylemek, karakterin olgunluk göstergesidir. Erdemli insan, hakikati hem söyler hem taşır; doğruyu dile getirmek kadar, onunla yaşamak da cesaret ister.

Yukarıdaki sorular Doğu geleneğinde ise özetle şöyle yanıtlanıyor:

Konfüçyüs (MÖ 6. yüzyıl), doğruluğu düzenin temeli sayar. Ona göre adalet, töre ve yasa ancak dilin doğruluğuyla uyum içindeyse işler. “Doğru sözü yitiren devlet, adını da yitirir.” Söz, yalnızca iletişim aracı değil; dünyayı kuran ilk bağdır. Bu bağ koptuğunda toplum dağılır, isimler anlamını yitirir.

Buda (MÖ 5. yüzyıl), yalanın yalnızca başkalarını değil, insanın kendi bilincini de kirlettiğini söyler. “Doğru konuşma”, sekiz katlı aydınlanma (Not 3) yolunun bir basamağıdır. Çünkü dil, zihnin aynasıdır; yalan söyleyen, önce kendi bilincine gölge düşürür. Gerçekle uyumlu bir zihin, hem acıyı azaltır hem de başkalarıyla uyum içinde yaşamayı mümkün kılar.

Mahatma Gandhi (1869-1948), hakikatin gücü (Satyagraha) adını verdiği ilkeyi, bir direniş biçiminden öte bir yaşam felsefesi haline getirmiştir. Ona göre gerçek, en güçlü silahtır; çünkü “gerçeği bastıran bile sonunda ona boyun eğer.” Gandhi için doğruluk, pasif bir dürüstlük değil, aktif bir adalet arayışıdır. Hakikat uğruna acıya katlanmak, insanın hem kendi içindeki hem de dünyadaki karanlığa karşı duruşudur.

Gerek Doğu gerekse Batı düşünürlerinin vardığı ortak sonuç özetle şudur:

Kant’ın ödevi, Mill’in faydası, Aristoteles’in erdemli dengesi, Konfüçyüs’ün dil–düzen bağı, Buda’nın içsel arılığı ve Gandhi’nin hakikat sadakati — hepsi aynı noktada buluşur:

Yalan kısa erimde kazandırır; ama uzun erimde insanı ve toplumu içten çürütür.

Gerçek, hem bireyin vicdanını hem toplumun hafızasını ayakta tutan sessiz omurgadır.

Modern düşünürler bu konuda neler söylüyor?

Modern çağda yalan, artık bireysel bir kusur değil; sistemsel bir güç haline geldi. Gerçek, medya, politika ve dijital ağlar aracılığıyla bir manipülasyon aracına dönüştü. Eskiden yalan, bireyin vicdanına sıkışmış bir zayıflıktı; şimdi algoritmalar, propaganda aygıtları ve çıkar ağlarının ürettiği bir ekonomik ve politik stratejiye dönüştü. Gerçeğin değeri, çoğu zaman görünürlük ve etkileşim sayısı üzerinden ölçülür oldu. Böylece hakikat, bilgiden çok imajın egemenliğine boyun eğdi.

Jürgen Habermas (1929–), bu çağın en güçlü uyarısını getirir: Demokrasinin özü, “dürüst diyalog”tur — yani herkesin sözünün eşit ağırlıkta olduğu bir kamusal alan. Gerçek, güçle değil, ikna yoluyla ortaya çıkar. Yalan, bu dengeyi bozar; ortak aklı manipülasyonun eline bırakır. Habermas’a göre bir toplumda iletişim, çıkarın değil anlamanın hizmetinde olmalıdır; aksi halde demokrasi, biçimsel bir törene dönüşür.

John Rawls (1921–2002) da adaletin yalnızca yasalarla değil, insanlar arasındaki karşılıklı güven duygusuyla yaşadığını vurgular. Bir toplumun adil olması, yalnızca kuralların doğru yazılmasıyla değil, o kurallara inanılabilir olmasıyla mümkündür. Eğer yurttaşlar yöneticilerin sözlerine güvenmiyorsa, o toplumun sözleşmesi (yasası) — ne kadar iyi tasarlanmış olursa olsun — ahlaki geçerliliğini yitirir. Rawls’un “adalet duygusu”, gerçeğe sadakatle beslenen bir ahlaki ekosistemdir (Not 4).

Bernard Williams (1929–2003), çağımızın en ürkütücü teşhislerinden birini koyar:

“Artık sorun yalanın varlığı değil, doğruluğun önemsizleşmesidir.” Yani tehlike, yalanın çoğalmasından çok, doğruluğun artık talep edilmemesidir. Hakikate duyarsızlaşmış bir toplumda, yalan kendini gizlemek zorunda bile kalmaz; sıradanlaşır, dahası makul görünür. Bu da hakikatle bağını koparan modern insanın yeni trajedisidir: doğrunun değersizleşmesi.

Benzer yankılar Doğu düşüncesinde de görülür. Rabindranath Tagore (1861-1941), bir ulusun gerçeğiyle bağını koparmasının yalnızca politik değil, ruhsal bir çöküş olduğunu söyler: “Gerçekten kopmuş bir ulus, şiirini de ruhunu da yitirir.” Ona göre yalan, yalnızca bilgiye değil, hayal gücüne de zarar verir; çünkü sahicilik olmadan ne sanat, ne sevgi, ne de umut yaşar.

Ali Şeriati (1933-1977) ise modern yalanın en sinsi biçimini teşhis eder: Yalan, toplumun bilincini bastıran bir afyon haline gelmiştir. Söylemler, hakikati değil, rahatlatıcı yanılsamaları üretir. Bu nedenle, hakikatle yüzleşmek yalnızca entelektüel bir görev değil, ahlaki bir direniştir. Gerçeği savunmak, hem bireysel hem toplumsal özgürleşmenin ilk adımıdır.

Bu düşünürlerin farklı coğrafyalardan yükselen sesleri, aynı yankıda buluşur:

Doğruluk, demokrasinin görünmez anayasasıdır.

Bir toplum bu anayasayı ihmal ettiğinde, kurumlar işlemeye devam eder ama anlamlarını yitirir; yalan sıradanlaştıkça, hakikat lüks hale gelir. Ve sonunda, Orwell’in uyardığı gibi, “hakikatin bedelini yine toplum öder.”

Dijital Çağda Gerçek Krizi

Yirmi birinci yüzyıl, insanlık tarihinin en bilgi zengini çağı oldu — fakat aynı zamanda, hakikatin en fazla yitirildiği dönem de. Artık sorun bilgiye erişememek değil; bilgi fazlalığı içinde doğruyu seçememek oldu. Bir zamanlar “bilgi güçtür” denirdi; bugünse, bilgi gürültüye karışmış durumda.

Sosyal medya, arama motorları ve algoritmalar, bilgiyi yalnızca iletmiyor; biçimlendiriyor, eğip büküyor ve bağlamından koparıyor. Gerçek, hızın ve etkileşimin mantığına bağlı hale geldi. Bir haberin doğruluğundan çok, kaç kişi paylaştığı belirleyici oluyor. “Viral olan”ın (Not 5), yani hızla yayılan ve çok sayıda kişinin gördüğü, “gerçek olan”ın yerini aldığı bu düzende, hakikat artık görünürlük mücadelesi vermek zorunda kalıyor.

Bu yeni bilgi düzeninde, bireyler kendilerini yankı odalarında (Not 6) buluyor — yani yalnızca kendi inançlarını onaylayan seslerin yankılandığı kapalı dijital dünyalarda. Böylece toplum, ortak bir gerçeklikten değil, birbirinden kopuk hakikat adacıklarından oluşuyor. Bu parçalanmış zihin coğrafyasında, ortak akıl yerini duygusal tepkilere bırakıyor. Jürgen Habermas bu durumu çok önceden sezmişti:

“Gerçeğin yerini viral olan, aklın yerini tepki alıyor.”

Habermas’a göre kamusal alan, artık akılcı tartışmanın değil, duygusal mobilizasyonun alanına dönüşmüştür. Gerçek, iletişimin amacı olmaktan çıkmış; algı yönetiminin malzemesi haline gelmiştir.

Bu değişim yalnızca bilgi düzeyinde değil, adalet ve güvenin dokusunda da derin yaralar açıyor. Toplumun ortak doğrularının çözülmesi, etik sorumluluğun da zayıflamasına yol açıyor. Artık bir yalanın yalan olduğu bile tartışma konusu haline gelebiliyor.

Bernard Williams’ın keskin teşhisi bu noktada anlam kazanır:

“Doğruluk artık bir sorumluluk değil, tercihe dönüşmüştür.”

Bu, modern insanın yeni trajedisidir: Hakikatle ilgilenmek bir görev değil, kişisel bir seçenek haline gelmiştir.

Dijitalleşmenin Etik Bedeli

Algoritmalar görünüşte tarafsızdır; ama gerçekte, dikkatimizi yöneten güçlerdir. Ne gördüğümüzü, neyi önemsediğimizi, dahası neye inandığımızı belirlerler. Sosyal medya platformları, kullanıcıya “ilgi çekici” içerik sunmak adına, çatışmayı ve duygusal aşırılığı ödüllendirir. Böylece toplum, giderek öfke ekonomisine dönüşür: En çok yankı uyandıran duygu, gerçeğin yerini alır.

Doğu düşüncesinde de bu krize benzer sezgiler vardır. Hint düşünürü Sri Aurobindo (1872-1950), insan zihninin “bilgi bolluğunda kaybolma tehlikesine” dikkat çeker; ona göre “gerçek bilgi, yalnızca sessiz bir zihinle kavranabilir.” Japon yazar Haruki Murakami (1949-), modern dünyada hakikatin “bir sis perdesi” ardına gizlendiğini söyler — bilgi çoğaldıkça, anlamın kaybolduğunu hatırlatır.

Hakikatin Sessizliği ve Yalanın Politik Bedeli

Bugün en büyük tehlike, yalanın gücünden çok, hakikatin sessizliğidir. Gerçeğin sesi artık çıkmıyor; çünkü duymak isteyen kulaklar azaldı. Ancak hakikat, dijital çağın gürültüsünde bile, sessiz bir direnç olarak varlığını sürdürür. Tarih boyunca olduğu gibi, bugün de sonunda yalanın gürültüsü diner, geriye yalnızca hakikatin yankısı kalır. Hannah Arendt (1906–1975), hakikatin ve özgürlüğün birbirinden ayrılamayacağını söylüyor:

“Hakikat olmadan özgürlük; özgürlük olmadan adalet yaşayamaz.”

Bu söz yalnızca bir felsefi ilke olarak görülmemeli; hakikat, toplumun vicdanının, bireyin eylemlerinin ve politik yaşamın temel taşıdır. Yalanın cazibesi parlak, anlık ve etkileyicidir. Kalabalıkları büyüler, dikkatleri çeker, kısa süreli bir coşku yaratır. Oysa hakikat böyle değildir. O, yavaş akan bir ırmak gibidir: sessiz, derin ve kalıcı. İlk bakışta fark edilmez; çoğu zaman göz ardı edilir. Ama zamanla, en derin çatlaklara bile nüfuz eder, gerçek anlamda kalıcı bir etki bırakır.

Bir toplumun olgunluğu, işte bu ırmağı ne kadar koruyabildiğiyle ölçülür. Toplum, hakikati yok saymaya veya görmezden gelmeye çalıştığında, ilk anda herhangi bir sorun görünmeyebilir. Yalan, kısa süreli bir sessizlik ve görünüşte düzen sağlar. Ancak zamanla, bu sessizlik yerini güvensizliğe, ahlaki çöküşe ve sosyal ayrışmalara bırakır. Ne kadar çok hakikat görmezden gelinirse, o toplumun içsel dayanıklılığı o kadar zayıflar.

Hakikat, yalnızca bireysel doğruluk meselesi değildir; toplumsal dirençtir. Yalanın gürültüsü ve manipülasyonu ne kadar yüksek olursa olsun, hakikat sonunda kendini gösterir. Tıpkı bir ırmağın taşkın sonrası bıraktığı derin izler gibi, hakikatin yankısı da kalıcıdır ve sonraki kuşaklara aktarılır.

Özetle, hakikat sessizdir, görünmezdir ama kalıcıdır. Yalanın gürültüsü geçici ve aldatıcıdır; hakikat ise zamana karşı direnç gösterir. Bir toplum, hakikati korumayı başarırsa, içsel dayanıklılığını, vicdanını ve adalet duygusunu korur. Ve eninde sonunda, yalanın geçici zaferi sönüp gider; geriye yalnızca hakikatin sessiz, derin yankısı kalır.

Hannah Arendt şöyle uyarıyor:

“Politikadaki en yıkıcı an, yalanın artık fark edilmediği andır.”

Bir politikacının sözü, yalnızca kişisel bir ifade değildir; kamusal bir sorumluluğun somut biçimidir. Her açıklama, toplumla yapılan sessiz bir antlaşma gibidir. Bu antlaşma, güvenin görünmez bağları üzerine kuruludur: yurttaşlar, politikacının sözlerini yalnızca bilgi olarak değil, ortak bir güven ve öngörü zemini olarak algılarlar. Yalan söylendiğinde, bu bağ kırılır. Yalnızca bilgi bozulmaz; devlet ile yurttaş arasındaki temel güven da zedelenir.

Tarih, bu yıkıcı sürece sayısız örnek sunar. Örneğin, Nazi Almanyası’nda propagandanın sürekli kullanılması, halkın büyük bir bölümünde gerçek ile yalan arasındaki sınırları bulanıklaştırdı ve sonuçta toplumsal vicdan ciddi şekilde çarpıtıldı. Benzer biçimde, Japonya’da İkinci Dünya Savaşı sonrası tartışmalar, savaş sırasında bilinçli olarak çarpıtılan bilgilerin toplumun kolektif belleğinde bıraktığı derin izleri gösterir. Bu örnekler, yalanın yalnızca kısa erimli kazanç sağlamakla kalmayıp, toplumun temel vicdanını da aşındırdığını ortaya koyar.

Yalan üzerine kurulu her iktidar, tıpkı dışarıdan sağlam görünen ama içten çürüyen bir ağaç gibidir. İlk bakışta düzen varmış gibi görünür; yasalar işler, kararlar alınır, kurallar uygulanır. Ancak içten içe bir çürüme başlar. Korkuyla kurulan düzen yalnızca sessizlik yaratır; insanlar itaat eder, ama içten içe güvensizlik ve kuşku büyür. Oysa güvene dayalı bir düzen, yalnızca sessizlik yaratmaz; toplumsal dayanışmayı, iş birliğini ve ortak sorumluluk duygusunu besler.

Bir toplumun gücü, yöneticilerinin ne kadar sert veya güçlü olduğunda değil, ne kadar dürüst kalabildiğinde ölçülür. Dürüstlük, yalnızca kişisel erdem değil; toplumsal yapının temel direğidir. Güven bir kez kirlenirse, vaatler ve yasalar bunu kolayca geri getiremez. Güven kaybı, bir domino etkisi yaratır: kurumların inandırıcılığı düşer, sözler boş birer ses haline gelir, kamusal vicdan uyuşur. Bu noktada yalan, yalnızca bir yanlış bilgi değildir; toplumun geleceğini biçimlendiren görünmez bir zehir haline gelir.

Kısacası, politik yalan, yalnızca politik bir hata değildir. O, toplumun vicdanına ve dayanışma mekanizmasına işleyen sessiz ama derin bir tehdittir. Arendt’in de belirttiği gibi, en tehlikeli an, yalanın sıradanlaşması ve fark edilmemesidir; çünkü o an, toplum kendi öz güvenini ve kolektif direncini kaybetmeye başlar.

Gerçeğin Silinişi: Orwell’in Uyarısı

George Orwell (1903-1950), 1984 adlı romanında, gerçeğin sistemli biçimde yok edildiği bir dünyayı çarpıcı biçimde betimler. Bu dünyada sözcükler anlamlarını yitirir, tarih çarpıtılır ve yalan, kısa sürede “yeni normal” haline gelir. İnsanlar artık doğruluğu aramaz; yalnızca “işe yarayan” bilgiyi kabul eder hale gelirler. Orwell’in uyarısı açıktır: böyle bir toplumda, hakikatin bedeli yalnızca bireysel vicdanın değil, toplumun bütününün ödediği bir maliyettir.

Orwell’in kurgusu, totaliter rejimlerin gerçekliği manipüle ederek toplumu kontrol etmesinin nasıl mümkün olduğunu gösterir. Parti, geçmişi yeniden yazmakta ve anıların güvenilirliğini sistematik olarak yok etmektedir. İnsanlar, hatırladıklarıyla resmi anlatı arasında sürekli bir çatışma yaşar; bu da toplumun kolektif hafızasını zayıflatır. Yalanın sıradanlaştığı bu ortamda, insanlar doğruluktan kopar ve gerçeğin ağırlığı yerine kolaylıkla manipüle edilebilen anlatıları kabul ederler.

Hakikatin değersizleştiği yerde, kamu aklı felce uğrar. Toplumsal tartışmalar, fikir alışverişi ve demokratik denetim işlevsizleşir; insanlar neye güveneceklerini bilemez hale gelir. Gerçeğe sadakat, bir toplumun ahlaki bağışıklık sistemi gibidir; bu sistem çöktüğünde, geriye yalnızca biçimsel kurumlar ve prosedürler kalır — ama anlam yitmiştir. Mahkemeler var olabilir, seçimler yapılabilir, yasalar uygulanabilir; ancak toplumsal vicdan çürümüş ve güvenin temeli kaybolmuştur.

Orwell’in uyarısı yalnızca totaliter rejimler için geçerli değildir. Günümüz dünyasında, sosyal medyada viral olan yanlış bilgiler, manipüle edilmiş görseller ve sahte haberler, aynı etkiyi yaratabilir: toplum, gerçeği ayırt etmekte zorlanır ve hakikatin önemi giderek küçülür. Bu, yalnızca bireysel yanlış bilgi sorunu değil, toplumsal bir krizdir. Hakikatin sessizliği, kaosun önünde duran tek bariyer iken, yalanın gürültüsü sürekli çoğaldığında, toplumun geleceği ciddi biçimde tehlikeye girer.

Orwell’in mesajı nettir: hakikat, korunmadığı sürece hem bireysel hem toplumsal özgürlüğün temeli kaybolur. Bir toplum, gerçeğe sadık kaldığı ölçüde ayakta durur; yoksa geriye yalnızca gölgeler ve yanılsamalar kalır.

Hakikatin Sessiz Zaferi

Yalan, ilk anda büyüleyici ve etkileyici görünebilir. Büyük laflar, gösterişli vaatler veya çarpıcı iddialar, toplumun dikkatini çeker ve kısa süreli bir coşku yaratır. Ancak bu geçici etki, yalanın kendi ağırlığı altında er geç çökeceğinin habercisidir. Gerçek ise bağırmaz, gösteriş yapmaz; sessizdir ama kalıcıdır. Zamanla, hakikat kendiliğinden görünür hale gelir ve yalanın bıraktığı boşluğu doldurur.

Filozof Martha Nussbaum (1947–), hakikate sadakatin insan onurunu koruduğunu vurgular. Ona göre, doğruluk bir erdemdir; hem bireyin vicdanını hem de toplumun güven duygusunu ayakta tutar. Bir toplum, hakikate sadık kaldığında, yalnızca olayların doğruluğu sağlanmaz; insanların birbirine olan güveni ve ortak vicdanı da güçlenir.

Alasdair MacIntyre (1929–) ise erdemleri toplumsal belleğe bağlar. Dürüstlük ve doğruluk, tek başına bireysel değerler değildir; toplumda nesiller boyunca aktarıldığında anlam kazanır. Toplumsal hafıza, doğru ve yanlışın kalıcı ölçütlerini koruduğunda, yalanın kısa süreli kazanımları erimeye mahkûm olur.

Zygmunt Bauman (1925–2017), modern çağın “akışkan” doğasında doğruluğun kolayca büküldüğünü, bu yüzden dürüstlüğün artık bir cesaret biçimine dönüştüğünü hatırlatır. İnsanlar, anlık çıkarlar, sosyal baskılar veya manipülasyon karşısında doğruluktan sapmakta kolaylık görür; bu da hakikati savunmayı, hem bireysel hem toplumsal bir mücadele haline getirir.

Nasreddin Hoca’nın nükteleri, doğruluğun sessiz ama güçlü etkisini vurgular: “Doğru söz acıdır, ama ilacı da odur.” Yani hakikat, başta zorlayıcı ve sarsıcı görünse de, uzun vadede hem bireyleri hem de toplumu onarır ve iyileştirir.

Hakikatin sessiz zaferi budur: yalanın geçici ışıltısına kapılan toplumlar, er geç gerçeğin kalıcı ışığıyla yüzleşir. Zaman, doğruyu görünür kılar; yalan ise kendi çürüyen ağırlığında kaybolur. Toplumun olgunluğu, bu sessiz nehre ne kadar sahip çıkabildiğiyle ölçülür — hakikat korundukça, güven, onur ve adalet ayakta kalır.

Sonuç: Gerçeğe Sadakat Bir Uygarlık Meselesidir

Yalanın bedeli yalnızca bir dönemin çöküşü değil, kamusal vicdanın çürümesidir. Bir kez güven çöktüğünde, ne kurum kalır, ne yasa, ne umut. Gerçek, demokrasinin oksijenidir; yalan çoğaldıkça toplum nefessiz kalır.

“Doğruluk, politik yaşamın son sığınağıdır — onu yitiren toplum, sonunda kendini de yitirir.”

Esenlikler diliyorum.

Notlar

Not 1: Geçenlerde (30 Ekim 2025) Orta Anadolu illerinden birinde yaşayan bir TIR şoförüyle kısa bir sohbet etme fırsatım oldu. Arazisinde bir dönem pancar ürettiğini, ancak kazanç elde edemediğini; şimdi ise yonca ektiğini fakat ondan da yeterli gelir elde edemediğini; Borcu borçla kapatabildiğini anlattı. Söz arasında şöyle dedi:

“Bizim oralarda Cumhuriyeti kuranların Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkıp Cumhuriyeti kurdukları söyleniyor.”

Bu sözleri duyunca gerçekten kanım dondu. Böyle bir söylentiyi Anadolu’da kim yayıyorsa, bırakın yurttaşlık bilincini, her şeyden önce insanlık niteliğini yitirmiştir; bu tür kişiler açıkça vatan hainidir. Kendilerine bir ülke kazandıranlar hakkında bu kadar kindar olmak inanılır gibi değil.

Adım gibi eminim ki bu söylemin sahipleri gerçeği çok iyi biliyor, ama bilerek gizliyorlar. Çünkü Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşünün ardında yatan temel neden, dinsel bağnazlıktı. İmparatorluğun yıkılışı aslında çok daha önce, 1699 Karlofça Antlaşması ile başlamıştı. Üstelik Avrupa’nın önde gelen devletlerinin “Osmanlı pastasını” kendi aralarında paylaşabilmek için izledikleri denge politikası sayesinde imparatorluğun ömrü Birinci Dünya Savaşı’na kadar yapay biçimde uzatılmıştı.

Not 2: Sosyal sermaye, bir toplumda insanların güven, dayanışma, işbirliği ve karşılıklı ilişkilere dayalı ağlar yoluyla oluşturduğu toplumsal bağların toplamıdır. Kısaca:

Sosyal sermaye = güven + ağlar + karşılıklı yardım kültürü

Bu kavram, bireylerin ve grupların birbirine güvenip birlikte hareket edebilmesini sağlar; böylece hem ekonomik hem de toplumsal gelişmeyi destekler.

Örneğin, mahallede komşuların birbirine yardım etmesi veya bir derneğin üyelerinin dayanışma içinde olması sosyal sermayeye örnektir.

Not 3: Buda’nın Sekiz Katlı Aydınlanma Yolu, Budizm’de ıstıraptan kurtulup aydınlanmaya ulaşmanın yoludur. Üç ana başlık altında sekiz ilke içerir:

Bilgelik

1.Doğru Anlayış – Gerçeği, özellikle Dört Yüce Gerçeği kavramak.

2.Doğru Düşünce – Şefkatli, kötü niyetten uzak düşünmek.

Ahlak

3. Doğru Söz – Yalan, iftira, kaba dil kullanmamak.

4. Doğru Davranış – Canlılara zarar vermemek, çalmamak, doğru yaşamak.

5. Doğru Geçim – Zararsız ve dürüst bir şekilde geçimini sağlamak.

Zihin Disiplini

6. Doğru Çaba – İyi nitelikleri geliştirmek, kötülerden uzak durmak.

7. Doğru Farkındalık – Bedeni, duyguları ve zihni bilinçle gözlemlemek.

8. Doğru Yoğunlaşma – Meditasyonla zihni derin huzura ve odaklanmaya ulaştırmak.

Kısaca, bu yol ahlaklı yaşam, bilinçli farkındalık ve doğru düşünceyle özgürleşmeye giden rehberdir.

Not 4: Ahlaki ekosistem, bir toplumda değerlerin, normların, kurumların ve bireysel davranışların birbirini etkilediği ahlaki ilişkiler ağıdır. Kısaca:

Ahlaki ekosistem = değerler + kurumlar + insanlar + kültürel etkileşim.

Bu ekosistemde aile, eğitim, medya, din, hukuk gibi unsurlar birlikte çalışarak toplumun vicdanını ve etik düzenini biçimlendirir. Tıpkı doğadaki ekosistem gibi, biri bozulduğunda tüm ahlaki denge de etkilenir.

Not 5: Viral olan, bir şeyin (özellikle içerik, video, haber vb.) çok hızlı ve geniş bir şekilde yayılması demektir. Kısaca:

Viral = hızla yayılan ve çok kişi tarafından paylaşılan.

Genellikle sosyal medyada bir gönderi, video ya da fikir kısa sürede binlerce kişiye ulaşırsa “viral oldu” denir.

Not 6: Yankı odaları, insanların yalnızca kendi düşüncelerini destekleyen bilgi ve görüşlerle karşılaştığı kapalı iletişim ortamlarıdır. Kısaca:

Yankı odası = aynı fikirlerin sürekli tekrarlanıp güçlendiği bilgi balonu.

Örneğin, sosyal medyada yalnızca kendi görüşünü paylaşan ve aynı fikirdeki insanları izleyen biri, farklı sesleri duyamadığı bir yankı odasında yaşar.

Kaynakça

Arendt, H. (1994). Truth and politics. New York, NY: Schocken Books.

Aurobindo, S. (1997). The human cycle. Pondicherry, India: Sri Aurobindo Ashram Press.

Bauman, Z. (2000). Liquid modernity. Cambridge, UK: Polity Press.

Bentham, J. (1996). An introduction to the principles of morals and legislation (J. H. Burns & H. L. A. Hart, Eds.). Oxford, UK: Clarendon Press. (Orijinal çalışma 1789)

Gandhi, M. K. (2001). The collected works of Mahatma Gandhi (Vol. 1–100). New Delhi, India: Publications Division.

Habermas, J. (1989). The structural transformation of the public sphere (T. Burger, Trans.). Cambridge, MA: MIT Press. (Orijinal çalışma 1962)

Kant, I. (1993). Grounding for the metaphysics of morals (J. W. Ellington, Trans.). Indianapolis, IN: Hackett Publishing. (Orijinal çalışma 1785)

MacIntyre, A. (2007). After virtue (3rd ed.). Notre Dame, IN: University of Notre Dame Press.

Mill, J. S. (2002). Utilitarianism. Indianapolis, IN: Hackett Publishing. (Orijinal çalışma 1863)

Murakami, H. (2002). Kafka on the shore (P. Gabriel, Trans.). New York, NY: Knopf.

Orwell, G. (1949). Nineteen eighty-four. London, UK: Secker & Warburg.

Rawls, J. (1999). A theory of justice (Rev. ed.). Cambridge, MA: Harvard University Press. (Orijinal çalışma 1971)

Schériati, A. (1980). On the sociology of Islam. Tehran, Iran: Mizan Press.

Tagore, R. (1913). Gitanjali. London, UK: Macmillan.

Williams, B. (2002). Truth and truthfulness: An essay in genealogy. Princeton, NJ: Princeton University Press.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder