Stratejinin Yazılı Kaynakları: Türkler-İranlılar ve Araplar
26
Aralık 2012, İstanbul
Osman KARADAĞ[1]
Giriş
Bu konuya başlarken “Bu nedenle strateji
genel olarak politik, askeri ve iş stratejisi olarak sınıflandırılabilir.
Stratejinin yazılı kaynaklarını da araştırırken bu alanlardaki öncü ve katkı
sağlayan yazılı kaynakları bulup ortaya çıkarmak uygun bir yaklaşım olacaktır.”
diye
ifade etmiştik. Politik alanla ilgili olarak bizim de içinde bulunduğumuz ve Yakın Doğu denilen bölgede VIII.
yüzyıllardan başlayarak adına siyasetname[2]
denilen eserler yazılmıştır. Bunların amacı devlet başkanları ve diğer
yöneticilere devlet yönetimi alanında nasıl davranmaları gerektiği yönünde yol
göstermekti. Bu tür eserler genelde devlet başkanı (Bilge Kağan), vezir (Nizamülmülk
ve Lütfü Paşa) gibi üst kademe yöneticileri ve daha ziyade düşünür (Farabi)
siyaset (Maverdi) ve din bilimcileri (Gazali) vb. tarafından yazılmıştır.
Bu
alanda Türkler Orhun Yazıtları ile özgün bir eser verirken; İranlılar ise
özellikle Sasaniler döneminde Eski Yunan ve Hint geleneklerinden de esinlenerek
bütün İslam dünyasını etkileyen kapsamlı özgün eserler vermişlerdir. İslamiyet
öncesi devlet geleneği olmayan Araplar ise özellikle Emeviler ve Abbasiler
döneminde Bizans ve Eski İran devletlerinin egemen olduğu alanlarda genişlerken
bu eski uygarlıkların etkisi ile Bizans ve Süryaniler aracılığıyla Yunan, İran
aracılığıyla Hint ve İran geleneklerini Kuran ve hadisler ile sentezlemek
suretiyle eserler vermişlerdir. Bu eserlerin önemlilerini Araplardan ziyade
İran (İbn Mukaffa gibi) ve Türk (Farabi, Gazali, Yusuf Has Hacip gibi) asıllı
Müslümanların vermiş olduklarını da hatırlatalım.
Genel Olarak Siyasetnameler
Siyasetnameler, siyaset ve devlet
yönetimi hakkında bilgi ve nasihatler içeren, daha iyi bir devlet yönetiminin
sağlanması için hükümdar ve devlet adamlarına öğüt ve telkinlerde bulunan
eserlerdir. Yazıldığı dönemin siyasi, sosyal ve ekonomik yapısı hakkında
bilgiler içermesi; devrinin yönetim anlayışını ve değerlerini yansıtması sebebi
ile siyasetnameler, tarihi ve sosyolojik açıdan çok önemli kaynaklardır[3].
Bu
tür eserlere, XVI. yüzyıl sonlarından itibaren Osmanlılar döneminde kaleme
alınan layihaları (örneğin Koçi Bey raporu) da eklenebilir.
Daha somut konuları, sorunları ve bunların çözüm yollarını içeren layihalar,
belirli bir şahsa sunulmak için kaleme alınmış olsalar da, her devlet adamı ve yöneticinin
yararlanabileceği özellik taşıyan klasik siyasetnamelerden
yapı ve içerik yönünden ayrılırlar.
Siyasetnamelerde
ideal bir yönetici imgesi tasvir edilir ve mevcut ya da müstakbel idarecinin bu
imgeye neden ulaşması gerektiği anlatılır. Adalet, mutluluk, itaat, mücadele
gibi temel kavramlar üzerine inşa edilen siyasetnamelerde hükümdarın dikkat
etmesi gereken konular, geçmişten ideal hükümdarlara dair kıssalar, savaşta
takip edilmesi gereken ilkeler, vb. konular ele alınır[4].
Hindistan’da hükümdarlara hikmet dersi vermek amacıyla
yazılmış Pançatantra, siyasetname geleneğinin öncüsü
olarak kabul edilebilecek bir politika ve devlet idaresi kitabıdır. Eserin yazarı hakkında kesin bir bilgi yoktur. Bir görüşe
göre eser Beydaba adında bir Hint düşünür tarafından yazılmıştır. Başka bir görüş ise yazar
olarak gösterilen “Beydaba” bilgelerin başı anlamına gelen bir unvan olduğu için eserin
yazarı meçhuldür. Daha sonra Kelile ve Dimne adıyla Pehleviceye, Farsçaya orandan da İbn Mukaffa
tarafından Arapçaya çevrilen eser, İran ve İslam siyasetnamelerine kaynak olmuştur.
Sasani hükümdarı I. Hüsrev Nuşirevan’a ait olduğu ileri sürülen altı maddelik yasa,
adil bir hükümetin ilkelerini özetler. Bunlar; (1) köylünün gücüne göre vergi
almak, (2) halkın can ve mal güvenliğini sağlamak, (3) kamu yollarını koruyup kervansaray ve
köprüler yapmak, (4) ordu kurmak, (5) adil yargıç ve valiler görevlendirmek, (6)
ülkeyi dış düşmanlara karsı korumaktır[5].
Türkler: Erken Dönem
Orhun Yazıtları
Erken dönem Türk
tarihinin en önemli yazılı kaynakları Orhun
Yazıtlarıdır[6]. Bu yazıtlar, Göktürk Devleti Hükümdarı Bilge Kağan döneminin eseri olup Türk adının geçtiği ilk Türkçe metindir. Bu metinde Türk
devlet adamlarının millete hesap vermesi, milletle hesaplaşması ve devlet ve
milletin karşılıklı vazifeleri açıkça ortaya konur[7]. İlki
Kül Tigin Yazıtı 732 yılında Bilge Kağan tarafından kardeşi Kül Tigin için diktirilmiş, ikincisi Bilge Kağan Yazıtı de ölümünden sonra 735 yılında oğlu olan Kağan tarafından diktirilmiştir. Vezir Tonyukuk Yazıtı ise 720–725 yılları arasında kendisi tarafından dikilmiştir.
Sayın Ahmet Uğur’a göre Orhun Yazıtları, Türk
milletine ve Türk hükümdarlarına hitaben yazılmış ibret dolu bir siyasetname eseri olarak değerlendirilmeli[8]
ve Türk Siyasetname geleneğinin ilk ve en önemli kaynaklarından birisi olarak
kabul edilmelidir. Orhun Yazıtları’nda Türk siyaset geleneğinde ve düşüncesinde il
(devlet)’in, il tutmanın, töre (kanun) nin ve bağımsızlığın ne kadar
önemli bir yere sahip olduğu görülür.
Fransız tarihçi Jean Paul Roux şöyle der: “Türkler tarih boyunca, Hiung-Nu’lar, Hunlar, Uygurlar, Selçuklular,
Memluklar, Kıpçaklar, Timur oğulları gibi adlarla tanındılar. Türklerin insanlığın serüvenindeki rolleri
temel nitelikte olmuştur. Bu nedenle insanlığın serüvenini onlara büyük bir yer ayırmaksızın anlatmanın hemen
hemen olanağı yoktur”[9].
Bu rolün ortaya çıkış noktası Türk tarihinin başlangıcından beri var olan devlet anlayışıdır. Bu cihana hakim olma ve yönetme anlayışı
tarihte kurulan Türk devletlerinin ortak özelliğidir. Bu düşüncenin oluşmasında eski Gök Tanrı inancının izleri görülür. Orhun
Yazıtlarında bu anlayış şöyle dile
getirilir: “Üstte mavi gök, altta yağız yer kılındıkta, ikisin
arasında kişioğlu yaratılmış ve kişioğlunun başına babam, amcam Bumin ve İstemi kağanlar Tanrı tarafından oturtulmuştur"[10].
Türk kağanı Tanrıdan
(tengri) devlet kurma ve yönetme yetkisini (kut) almaktadır[11].
Kut sahibi kağan, dünyayı
yönetme gibi ağır bir
sorumluluğu üslenirken,
insanoğlunun huzur ve
refahını ön planda tutmak zorundadır. Bu düşünce tüm Türk devletlerine değişimlerle de olsa yansımıştır. Kutadgu Bilig’de Yusuf “Ey devletli hükümdar, Tanrı sana kut verdi” der.
Türk tarihinde bilindiği
kadarı ile iki Türk büyüğü ulusuna hesap vermiştir. Bunlardan ilki Orhun
Yazıtları ile Bilge Kağan, ikincisi ise Büyük Nutku ile Yüce Atatürk’tür. İşte
Bilge Kağan’ın (günümüz Türkçesi ile)Türk halkına verdiği hesap ve gösterdiği
yol:
“Ben Tanrı’ya benzer,
Tanrı’dan gelmiş Türk Bilge Kağan, Gök Tanrının iradesi ile kağanlık tahtına
oturdum. Ey budunum, ey ailem, sözlerimi dikkatle dinleyin.
İlerde gün doğusuna,
güneyde gün ortasına, batıda gün batısına, kuzeyde gece ortasına kadar bütün
topluluklar şimdi bana tabidirler. Şimdiki gibi, kargaşa olmaksızın, Türk
Kağanı Ötüken’de oturursa, Türk yurdunda sıkıntı olmaz. Ben, Ötüken’de oturarak
tek başıma topraklarımı idare ettim. Çinlilerin altınına, gümüşüne, ipeğine,
tatlı sözüne, değerli hediyelerine kapılmadım. Bunlara kapılan ne kadar Türkün
öldüğünü, Çin boyunduruğuna düştüğünü unutmadım. Tanrı yardım etti, Türk Kağanı
oldum. Dağılmış halkımı bir araya topladım. Fakir halkımı zengin ettim. Azalmış
halkımı çoğalttım. Atalarım Bumin Kağana, İstemi Kağana layık bir evlat olmaya
çalıştım.
Atalarım Türk ülkesini
öyle sıkı tuttular, öyle bilgelikle, öyle güzel törelerle idare ettiler ki,
Türk halkı mutlu oldu, ölümlerinden sonra candan ağladı. Atalarıma tabi olan
bütün yabancılar, Çinliler, Tibetliler, Moğollar bile onların zamanında
yaşadıkları yaşamı unutmadılar. İşte, Atalarım, o kadar ünlü kağanlardı.
Sonradan bilgisiz, kötü kağanlar Türk tahtına oturdular. Onların beceriksiz
yönetimi ve Çinlilerin hileleri yüzünden Türk boyları, zengin topraklarını
kaybetti. Türk kağanlarının, dünyaca bilinen gücü geçmişte kaldı.
Bu nedenle, Çinlilerin
hizmetine giren Türk beyleri köle, Türk kızları cariye oldu. Türk beyleri,
şanlı isimlerini bırakıp, Çin isimleri kullanmaya başladılar. Türkler, Çin
kağanının yönetimine girip, elli yıl, onun acıklı ve utandırıcı yönetimi
altında yaşadılar.
Ama Gök Tanrı, Türk’ün
bu haline acıdı. Türk halkı yok olmasın, eskiden olduğu gibi dünyanın en yüce
topluluğu olsun diye, babam İlteriş Kağan ile anam Elbilge Hatunu Türklere
kağan yaptı. Tanrının verdiği güçle, babamın Türk ordusu kurt, Türk düşmanları
koyun oldu, kurt önünden kaçan koyunlar gibi dağılıp, gittiler. Babam Kağan,
doğudan batıya at koşturup, Türkleri topladı, Türk devletini geliştirdi”[12].
Orhun yazıtlarında yer alan bazı stratejik yaklaşımlar
Orhun
yazıtlarında yer alan bazı stratejik yaklaşımlar, hiçbir yorum yapmadan, günümüz
Türkçesi ile aşağıdaki ifadelerde açıkça görülmektedir.
Kül Tigin Yazıtında yer alanlar
Bu sözümü iyice işit,
adamakıllı dinle: Doğuda gün doğusuna, güneyde gün ortasına, batıda gün
batısına, kuzeyde gece ortasına kadar, onun içindeki millet hep bana tâbidir.
Bunca milleti hep düzene
soktum…Türk kağanı Ötüken ormanında otursa ilde sıkıntı yoktur...Ötüken
ormanından daha iyisi hiç yokmuş. İl tutacak yer Ötüken ormanı imiş. Bu yerde
oturup Çin milleti ile anlaştım…Tanrı buyurduğu için, kendim devletli olduğum için,
kağan oturdum. Kağan oturup aç, fakir milleti hep toplattım. Fakir milleti
zengin kıldım. Az milleti çok kıldım…atam Bumin Kağan, İstemi Kağan…oturarak
Türk milletinin ilini töresini tutu vermiş, düzenleyivermiş. Dört taraf hep
düşman imiş. Ordu sevk ederek dört taraftaki milleti hep almış, hep tâbi
kılmış. Başlıya baş eğdirmiş, dizliye diz çöktürmüş.
Beyleri, milleti ahenksiz
olduğu için, Çin milleti hilekâr ve sahtekâr olduğu için, aldatıcı olduğu için,
küçük kardeş ve büyük kardeşi birbirine düşürdüğü için, bey ve milleti
karşılıklı çekiştirdiği için, Türk milleti il yaptığı ilini elden çıkarmış, kağan yaptığı kağanını kaybedivermiş.
…Babam kağan…ilsizleşmiş,
kağansızlaşmış milleti, cariye olmuş, kul olmuş milleti, Türk töresini bırakmış
milleti, atalarımın töresince yaratmış, yetiştirmiş.
Kırk yedi defa ordu sevk
etmiş, yirmi savaş yapmış…düşmanı tâbi kılmış, dizliye diz çöktürmüş, başlıya
baş eğdirmiş…Amcam kağan oturarak Türk milletini tekrar tanzim etti, besledi.
Fakiri zengin kıldı, azı çok kıldı.
… Doğuda Kadırkan ormanını
aşarak milleti öyle kondurduk, öyle düzene soktuk. Batıda Kengü Tarmana kadar
Türk milletini öyle kondurduk, öyle düzene soktuk...
Resim: Orhun Yazıtları. Kaynak: Resimlerin bu makalede yer almasına izin veren Sayın Yaman Başlı’ya
teşekkür ederim.
Bilge Kağan Yazıtında yer
alanlar
…Ben kendim kağan
oturduğumdan her yere gitmiş olan millet yaya olarak, çıplak olarak, öle yite
geri geldi.
Milleti besleyeyim diye kuzeyde Oğuz kavmine doğru; doğuda Kıtay, Tatabı
kavmine doğru; güneyde Çine doğru on iki defa ordu sevk ettim… savaştım. Ondan
sonra … ölecek milleti diriltip besledim. Çıplak milleti elbiseli kıldım. Fakir
milleti zengin kıldım. Az milleti çok kıldım. Değerli illiden, değerli
kağanlıdan daha iyi kıldım. Dört taraftaki milleti hep bir kıldım, düşmansız
kıldım. Hep bana itaat etti.
…Bunca milleti hep düzene
soktum…Türk kağanı Ötüken ormanında otursa ilde sıkıntı yoktur… Bunca yere
kadar yürüttüm. Otüken ormanından iyisi hiç yokmuş. İl tutacak yer Otüken
ormanı imiş. Bu yerde oturup Çin milleti ile anlaştım...Kağan oturup aç, fakir milleti
hep toplattım. Fakir milleti zengin kıldım. Az milleti çok kıldım.
Türkler: Sonraki Dönem
Sonraki dönem Türklerin Müslümanlığı kabul etmesi
ile başlar. Bu dönemde yetişen büyük Türk bilgelerinin hazırladıkları eserler
sadece Türkler arasında değil diğer Müslüman ülkelerde de çok etkili
olmuşlardır. Başta Farabi olmak üzere Yusuf Hac Hacip ve Gazali kendilerinden
sonrakileri önemli ölçüde etkilemişlerdir.
Bu dönemde
yazılan ve çevirisi yapılan siyasetnamelerde İran-Hint ve Yunan Uygarlıklarının
etkilerinin yanı sıra erken dönem Türk gelenekleri ve töresinin izleri görülür. İslam kültür
çevresine girmiş olmakla beraber Uygur kültürünü kuvvetle temsil ve
devam ettiren[13]
Karahanlı Devleti döneminde kaleme alınmış
olan Yusuf Has Hacib’in Kutadgu Bilig’inde (ve daha başka
Türklerin hazırladıkları eserlerde) bu gelenek ve törelerin izleri görülür. Melikşah’ın oğlu Sultan Muhammed Tapar’a hitaben yazılan Gazali’nin Nasihatü’l-müluk’un Türk ve Osmanlı siyasi düşüncesinde derin
izleri vardır ve Türkçeye beş ayrı çevirisi yapılmıştır. Siyasetname geleneği, Anadolu’da
özellikle Anadolu Selçukluları dönemindeki siyasi, sosyal ve kültürel
bunalımların da etkisiyle çok rağbet görmüştür[14].
Bu dönemde
yazılan Türk siyasetnamelerinin en önemlileri Yusuf Has Hacib’in Kutadgu Bilig’i ve Nizamülmülk’ün Siyasetname’sidir. Türk siyasetnamelerinin
şaheserleri olarak kabul edilen her iki eser de, kendinden sonra
yazılan Türk-Osmanlı siyasetnamelerini derinden etkilemişlerdir.
Erdemli
Kent ya da İdeal Devlet
Büyük Türk Düşünürü
Farabi[15]'nin yüzden fazla eseri vardır. Onun felsefî
sistemini bütün yönleriyle yansıtan temel eseri Erdemli Kent ya da İdeal Devlet
(El-Medinetü’l Fazıla)tir. Farabi’ye göre insanları tam bir
mutluluğa ve nihai mükemmelliğe yüceltecek olan şey anlamlı ve içkin bir
hiyerarşiye sahip, mükemmel yönetimler kurmalarıdır[16]. Mükemmeliyeti
hedeflemiş olan şehirler, büyük toplumsallıklar oluşturarak bölgesel ve
evrensel boyutta mutluluğu ve mükemmellikleri oluşturabilirler.
Farabi’nin bu eseri altı kısımdan oluşur. Eser “Yunan
doğal teolojisinin Müslüman Farabi tarafından benimsenen özel dalının ana
görüşlerini içermektedir. Bu bölümün amacı İslam’ın akılsal kavranması için bir
anahtar sağlamaktır… Farabi’nin bağlı olduğu Yunan geleneğinin –veya özel
otoritenin- kendisi de yüzyıllar önce başlamış olan farklı akıl yürütme
çizgilerinin kesişmesinin bir ürünüdür…”[17]
Farabi, eserinin beşinci ve altıncı kısmında “insanların oluşturduğu toplumsallığı ve
toplumsallığın hallerini” konu edinir. Toplumsal hiyerarşinin tepe
noktasını işgal eden kişinin doğuştan sahip olduğu on iki doğal özelliği
kendisinde toplaması gerekir. Bu özellikler[18]; (1)
Vücudu tam, organları sağlam
olmalı; (2) Kavrayışı yüksek olmalı; (3) Hafızası güçlü olmalı; (4) Uyanık ve
zeki olmalı; (5) Güzel konuşma sanatını bilmeli; (6) Öğretme ve öğrenmeyi
sevmeli; (7) Yemeye, içmeye ve kadınlara düşkün olmamalı; (8) Doğruluğu ve
doğruları sevmeli; (9) Yalandan ve yalancılardan nefret etmeli; (10) Yüce ve
asil şeyleri sevmeli; (11) Adaleti ve adaletli olanları sevmeli; (12) Azimli ve
iradeli olmalıdır.
Bütün bu özelliklerin tek bir insanda bir araya gelmesi
zordur. Bundan dolayı bu doğal yaratılıştaki insanlara her çağda ancak bir defa
tesadüf edilir. Eğer erdemli şehirde böyle bir insan bulunur ve o insan
büyüdükten sonra bu koşullardan altısını yerine getirirse yönetici bu insan
olacaktır. Herhangi bir zamanda böyle bir insana rastlanmazsa, ancak daha önce
bu şehirde birbirini aralıksız takip eden bu türden bir yöneticiler kuşağı
mevcut olmuşsa, bu insanların koydukları kanunlar, kurallar ve adetler
benimsenir ve muhafaza edilir. Bununla beraber bu şartları ikame edecek filozof
yönetimde bulunur.
İdeal
Devlet genel içeriği itibariyle biri varlık, diğeri siyaset felsefesi olmak
üzere iki bölümden oluşur. İdeal Devlet’in ikinci bölümünü oluşturan siyaset
felsefesi eserin son on iki faslında incelenir. İslam düşünce tarihinde siyaset
felsefesine en çok ağırlık veren bilge Farabi olmuştur. Büyük bilgenin amacı ahlaki
ve fikri erdemlere dayalı ideal bir devlet düzenini sunmaktır.
Kutadgu-Bilig
Yazar Yusuf Has Hacib[19],
Türk dili ve kültürü açısından çok önemli bir yeri olan eserini 1069/1070
yılında tamamlayarak dönemin Karahanlı Hükümdarı Süleyman Arslan Hakanoğlu Tavgaç Ulug Bugra Han’a sunmuştur. R. Rahmeti Arat, Kutadgu
Bilig’in “kutlu olma bilgisi” anlamına geldiğini söyler. Maksudi Arsal’a göre;
Kutadgu Bilig’deki “kut”, “siyasi hakimiyet” kavramını ifade eder. Ekleriyle
birlikte seksen sekiz başlıktan oluşur. Kutadgu Bilig dört esas üzerine düzenlenmiş olup bunlardan
doğru kanun “kün-toğdı:hakan”, saadet “ay-toldı: vezir”, akıl “ögdülmiş: vezirin oğlu” ve yaşamın
sonu “odgurmıs: derviş” tarafından temsil edilir[20].
Türk devlet ve toplum düşüncesini en açık ve sade şekilde yansıtan
Kutadgu Bilig, birçok konuda olduğu gibi savaş
ve savaş
sanatına ilişkin konularda da Türklere özgü düşünce tarzını
yansıtır. Teorik de olsa, “Türk savaş
sanatı”nın ana hatlarını Kutadgu Bilig’de görmek
mümkündür. Eserde, savaşın “bilgisiz ve kötülere, anlaşmak istemeyen, adaletsizlik yapan düşmanlara karşı başvurulacak son çare” olduğu ifade edilmiş ve hükümdara
veya ordu komutanlarına savaş sanatına ilişkin bazı konularda öğütler verilmiştir. Eserde
üzerinde durulan konulardan en önemlisi düşmana karşı ihtiyatlı olmaktır. Ayrıca cesaret, cömertlik ve
alçak gönüllülük, siyaset ve hile, ordunun tertip ve tanzimi, konak ve karargâh
yerinin tespiti, istihbarat ve haber alma, strateji ve taktik ve savaş sırasında ve
sonrasında yapılması gerekenler, yaralı, ölü ve gazilere muamele gibi konulara
değinilmiştir. Eserde Ögdülmiş’in ağzından, “komutanın sefere çıkmak ve ordu hareketinin idare edebilmek için
savaşta yüreğinin aslan, bileğinin kaplan pençesi gibi
olması, yani cesur olması, yeri geldi mi domuz gibi inatçı, kurt gibi kuvvetli,
ayı gibi azılı ve yaban sığırı gibi kinci olması, kırmızı tilki gibi hilekâr, deve aygırı
gibi kin ve öç gütmeli, kendini saksağandan daha ihtiyatlı tutması, gözünü kaya kuzgunu gibi uzaklara
çevirmesi, aslan gibi hamiyeti yüksek tutması, baykuş gibi geceleri uykusuz
geçirmesi ve düşmanla karşılaşınca uyanık bulunması öğütlenir”[21]. Savaş esnasında yapılması gereken şeyler
sayılırken, Türk savaş taktiğinin en önemli özellikleri görülür[22].
İlk olarak, savaşı uzatmamak
gerektiği, iş uzadıkça düşmanın aklının başına gelerek kuvvetinin derecesini anlayacağı, bu durumda
mağlubiyetin kaçınılmaz olacağı söylenir.
Kutadgu Bilig’in, Sardri Maksudi Arsal’a göre, amacı, XI. Asır aydın
Türklerinin ahlak ve devlet idaresi hakkındaki fikirlerini gelecek nesillere
ulaştırmak, hükümdarlara ve devlet adamlarına bu gelenekleri aşılamaktır. Halil
İnalcık’a göre Kutadgu Bilig Hint-İran geleneğini yansıtır[23]. Bu
durum adalet dairesi kavramında açıkça görülür. Şöyle ki, Kelile ve Dimne’ye
(aslı, Sanskrit dilinde hükümdarlara mahsus bir nasihatname olan Pançatantra)
göre “reayanın emniyeti Padişaha ve
memleket işinin düzende olması günahtan sakınmaya, akıl ve sebata ve adalete
bağlıdır”. Adalet dairesi denilen
bu formül Kutadgu Bilig’de daha açık ifade olunmuştur: “Memleket tutmak için çok asker ve ordu lazımdır, askerini beslemek
için de çok mal ve servete ihtiyaç vardır, bu malı elde etmek için halkın
zengin olması gerekir. Halkın zengin olması için de doğru kanunlar
konulmalıdır; Bunlardan biri ihmal edilirse dördü de kalır. Dördü birden ihmal
edilirse beylik çözülmeğe yüz tutar”. Yusuf Has Hacib’in eserinde bu
siyaset görüşü hakimdir. Adaleti temsil eden hükümdarın vazifeleri şunlardır:
(1) Para ayarını temiz tutmalı, (2) Halkı adil kanunlarla idare etmeli ve
kuvvetlinin zayıfa tahakküm etmesine meydan vermemeli, (3) Haydutları ortadan
kaldırmalı, (4) Yolları açık ve emin tutmalı ve (5) Herkese mertebesine göre
muamele etmeli.
Devletin esas idari fonksiyonları da asker, hazine ve
adalet temellerine dayanan devlet anlayışına paraleldir. Yani hükümdara başlıca
üç tür memur gereklidir. 1. Kılıç kullanan yiğit kimseler (asker), 2. İstişare
ile memleket işlerini düzene koyan hakim ve bilgili devlet adamı (vezir), 3.
Devlet gelirlerini ve giderlerini tutan ve hazineyi dolduran zeki ve mahir
katipler (bürokrasi).
Halil İnalcık Kutadgu Bilig’de Türk Devlet geleneğinin izlerini de şöyle
açıklar[24]:
“Kutadgu Bilig’de İrani devlet ve hakimiyet anlayışı yanında kuvvetle
belirtilen bir nokta, hakimiyetin töründen (kanun ve nizam) ayrılmaması, hatta
hakimiyetin bizzat törü ve kut’dan ibaret olduğu görüşüdür. Türk devlet
ananesinde törü, ilahi menşeli hakimiyetten (kut) ayrılmaz. Bir Kagan,
hususiyle devlet kurucu Türk kaganı mutlaka bir törü koymalıdır. Orhon
abidelerine göre, Kök Türk devletinin kurucusu Bumin Kağan tahta oturunca “Türk
milletinin ülkesini, törüsünü edivermiş, tanzim edivermiş” ondan sonra dört
tarafa hakimiyetini yaymış ve imparatorluğu kurmuştur. Bir ara çökmüş olan
devlet yeniden bağımsızlık mücadelesine girdiği zaman Elteriş Kağan “Türk
türesi bozulmuş olan milleti ecdadının türesince vücuda getirmiş, harekete
getirmiş”. Bilge Kagan devletin kudretini anlatırken “böyle kazanılmış, tanzim
edilmiş ülkemiz, törümüz var idi” der. Kitabede şu meşhur parçada “Yukarıda
Tanrı basmasa aşağıda yer delinmese Türk milleti ülkeni törünü kim bozar”
demektedir. Törü hükümdarı bağlayan objektif hukuk kaideleri mecmuasıdır. Türk
devlet geleneğinde törünün o kadar ehemmiyetli bir yer tutması, onun kabileler
arasında çok titiz bir şekilde gözetilen örfi hukuka dayanmasından iler gelmiş
olmalıdır. Cengiz Han Yasa’sı esas itibari ile Türk devletlerindeki töründen
başka bir şey değildir.”
Törü’nün devlet içindeki üstün yerini Yusuf şöyle
belirtir[25]:
“Beylik iyi bir şeydir. Fakat daha iyi
olan kanundur ve onu doğru tatbik etmek lazımdır”. Kutadgu Bilig’de bu
köklü Türk devlet anlayışı İran devlet anlayışındaki adalet kavramını hayli
değiştirmiştir: Adalet, hükümdarın bir bağışlama fiili değil, törünün doğru ve
tarafsız bir şekilde uygulanmasıdır.
Kutadgu
Bilig’e göre Hükümdarın sahip olması gereken özellikler[26]:
Bilgelik; Alplık ve Erdemliliktir. Yine
aynı esere göre hükümdarın
görevleri ise Halkı tok ve bayındır
kılmak ve Doğru kanunlarla düzeni
sağlamak ve adâleti gerçekleştirmektir. Ögdülmiş Beg’e şunları söyler: “Hazineni
aç ve servet dağıt. Adamlarını sevindir, onlar senin her arzunu yerine
getirirler... Adamların çok ve kalabalık olsun, asker çok olunca gaza yapar
hazineni doldurursun”. “Beyler cömert olursa adları dünyaya yayılır... etrafına
üşüşürek asker toplanır ve ordu olur, asker ve ordu ile insan dileğine kavuşur.
Cömert ol, bağışla, yedir içir... Dünya hakimi bey niçin hazine toplar, asker
nerede ise orada hazır hazine alır”. Halkı doyurmanın hükümdarın vazifesi
olduğu Orhun yazıtlarında da vardır.
Siyasetname (Nizamülmülk)
Nizamülmülk[27],
devlet örgütlenmesinde Gazneliler ve Sasaniler’in devlet sistemlerini incelemiş ve eski İran devlet
geleneklerinden etkilenmiştir. İdari, adli, mali, sosyal ve kültürel alanlardaki düzenlemeleriyle
Selçuklu devlet idaresinde önemli yenilikler ve gelişmeler sağlamıştır. Gerçekleştirdiği sistem ve
düzenlemeler bazı değişikliklerle sonraki Türk-İslam devletlerince de uygulanmıştır[28].
Nizamülmülk’ün Türk ve İslam kültürüne bir büyük katkısı da Bağdat, Belh, Nişapur, Herat, İsfahan, Basra
ve Musul gibi birçok şehirlerde kurduğu medreseleridir. Bunların en ünlüsü Bağdat’ta bulunan Nizamiye Medresesidir. Nizamülmülk, dönemin Selçuklu
Hükümdarı Melikşah’ın isteği üzerine kaleme aldığı eserinde; bildiklerini, gördüklerini bürokrasi
hayatı boyunca edindiği tecrübeleri ve üstatlarından öğrendiklerini yazmıştır. Elli bir bölümden
oluşan eserde nasihat ve tavsiyeler genellikle bölümlerin başında verilmiştir. Büyük
kısmı itibariyle Eski İran devlet geleneklerini aksettiren Nizamülmülk’ün Siyasetname’sinde
hükümdarın vazifeleri; asileri cezalandırıp itaat altına sokmak, her hizmet
sahibini kendi kifayetine göre yerine ve mertebesine getirmek, adalet ile
reayanın huzurunu sağlamak, kanallar ve köprüler yaparak, yeni köyler ve şehirler kurarak
memleketi kalkındırmaktır. Hükümdarın başta gelen vazifesi; haftanın belli günlerinde bizzat
reayanın şikâyetlerini dinleyip doğrudan doğruya adaleti yerine getirmek ve herkese mertebesine
göre muamele etmektir[29].
Nasihatü’l-Müluk
Gazali[30],
bu eserini zamanın Selçuklu hükümdarı, Sultan Melikşah’a yazar. Eserin aslı Farsçadır.
Çünkü Selçuklular Uygur alfabesini terk ederek Arap harflerini kullanmaya
başlamışlar, Arapçayı bilim ve din, Farsçayı edebiyat, Türkçeyi de devlet dili
olarak kullanmışlardır. Yönetici,
yöneticinin nitelikleri, yönetimde araştırmanın önemi ve danışmanlık konularında
görüşler ileri sürmüştür. "Nasihat-ül Mülük"te bir yöneticide olması
gereken özellikler şöyle sıralanmıştır[31]: 1-
Adalet, 2- Zeka, 3- Sabır, 4- Tevazu (alçakgönüllülük). Yönetici şu dört
özelliğe de sahip olmamalıdır: 1- Kıskançlık, 2- Cahillik, 3- Dargörüşlülük, 4-
Kindarlık.
Eserde
adaletin esasları şöyle sıralanır: (1) Saltanat ve idarenin önemi; (2) Alimlerle
birlikte hareket etmek; (3) İdarecinin adaleti; (4) İdarecinin öfkelenmemesi;
(5) İdarecinin merhameti; (6) Halkın ihtiyaçlarıyla ilgilenmek; (7) İsraftan
sakınmak; (8) Şefkat ve lütufla davranmak; (9) Övgülere aldanmamak.
Adalet ve siyasetle ilgili olarak ise şöyle
denilmektedir: “Şunu kesin olarak bil ki,
Allah insanlar içinden iki grubu seçkin yaratmıştır: Bunlar, peygamberler ve
devlet adamlarıdır. Allah peygamberleri, kullara, Yüce Allah'a nasıl kulluk
yapacaklarını öğretmek ve O'nu tanıma yolunu açıklamak için göndermiştir.
Devlet başkanlarını ise; insanları birbirlerine karşı taşkınlık ve düşmanlık
yapmaktan korumak için seçmiş, düzenin ve bozulmanın ipini onların eline
vermiş, hikmetiyle halkın menfaat ve faydasını onlara bağlamış, kudretiyle
onları en şerefli bir makama getirmiştir.”
Sultanlara Allah'ın yeryüzündeki gölgesi denir. Bu, şu on altı sıfatla
kendisini gösterir: Akıl, ilim, keskin zeka, olayları doğru kavrayabilme,
sağlam bir vücut, doğru tahmin yeteneği, yiğitlik, cesaret, temkinli olabilme,
güzel ahlak, zayıflara insaf, halkına karşı sevgi, liderliğini gösterebilme,
ihtimallere yer verme, yerinde müdahale, fikirde isabet.
Savaş Siyaseti olarak da şu önerilir: "Vezir, bir savaş hâli baş
gösterdiğinde, mümkünse meseleyi yazışma ve diplomatik yollarla halletmeye
çalışmalıdır. Bütün çare ve tedbirler netice vermezse, savaşa girmekten başka
yol kalmaz. Bu durumda, ikram ve ihsanlarla askere moral verip işi bitirmeye
çalışmalıdır.”
İranlılar
Sasani devletinin son zamanlarında, hükümdarlara iyi
bir devlet idaresinin esaslarını öğretmek gayesini güden nasihat kitapları Andarzname veya Handname adı altında çok yaygındı. Bunların en ünlüsü I. Husrev
Anüşirevan zamanına ait Tansar’ın mektubu, o devirde hayli bir durumu ele
alarak ahlaki ve siyasi nasihatler vermektedir. Başka bir tanesi, Yadgar-i Bozorgmihr İslam tarihinde
çok ünlü olduğu gibi, Osmanlı Türkçesine de çevrilmiştir.
İslam devrinde bu Eski-İran eserlerinin tesiri
altında, hükümdar ve yüksek sınıflar için ahlak, siyaset, devlet idaresi, vb.,
pratik yaşama kurallarından bahseden ve adab adı altında toplanan eserler
ortaya konmuştur. İslam’da bu tarzın ilk büyük temsilcisi olan İbn Mukaffa,
Zerdüştlükten Müslüman olmuş bir İranlı olup eserlerinin büyük kısmını Pehlevi
dilinden tercüme edilmiş bu gibi eserler oluşturur. O, aynı zamanda Kelile ve Dimne adlı eseri de Pehlevi’den Arapçaya çevidi. Bu esere göre insanın
kılavuzu akıldır. Eser, hayvan masalları içinde idare ve siyasete ilişkin
kurallar ve ahlak dersleri verir.
Eski Hint-İran Nasihatname ve Siyasetnamelerinde devlet, hükümdarın kuvvet ve
kudretinden, otoritesinden başka bir şey değildir. Siyaset ise, hükümdarın bu otoritesini koruma ve kuvvetlendirme ve
bunun vasıtalarını, yani askeri ve parayı halkın hoşnutsuzluğuna sebep olmadan
sağlama yoludur[32].
Dinkerd’in Altıncı Kitabı
Pehlevice
en önemli ve en büyük öğüt kitabı, Dinkerd’in,
“Dinkerd’in Altıncı Kitabı” adıyla
bilinen bölümüdür. Eserin ana temaları; akıl, bilgelik, bilgi, kültür, bilginlere
danışma, bilge kişiler ve iyilerle oturup kalkma, onların sözlerinden
yararlanma, inanç, din, sözünde durma, aşırılıklardan kaçınma, iyi ve kötü
nitelikler, yoksulluk ve insan üzerindeki etkileri gibi konulardır. Öğütlerin
önemli bir kısmı, herhangi bir ad verilmeden aktarılırken, bir kısmı da; Husrev
Enuşirvan ve diğer Sasaniler dönemi ünlü kişilikleri ile ilişkilidir[33].
Yadgar-i Bozorgmihr
“Bozorgmihr-i Bahtegan” diye de bilinen Bozorgmihr[34], Sasani hanedanının adalet simgesi, ünlü hükümdarı Enuşirvan’ın zeki ve akıllı veziridir. Enuşirvan’dan her söz açılınca
Bozorgmihr de konu edilir. Bozorgmihr’in kaleme aldığı eser, ahlaki konuları,
birtakım öğütleri, sorulu-cevaplı bir anlatım tarzıyla ele alır. Söz konusu
sorular, daha çok faziletler ve hataları konu alır. Örneğin; cömertliğin
fazileti, israfın kötülüğü vurgulanır. Eserde; ahlaki öğütlerin yanı sıra
Zerdüşt inanışı etkisinde söylenmiş öğüt ve uyarılar da yer alır. Eser İslam
sonrası dönemlerde de önemini korumuştur.
Risaletü’s-Sahabesi
Risaletü’s-Sahabesi adlı eserin yazarı Abdullah
İbnu'l-Mukaffa[35]’dır.
Emevîlerin yıkılıp yerine Abbasilerin
kurulması, İslam tarihinde en önemli kırılma noktalarından birini oluşturur.
Emevilerin son dönemlerinde üst bürokraside katip olarak görev yapmış,
Emevilerin çöküşüne ve Abbasi devrimine şahit olmuş Mukaffa adında İran asıllı
bir katip, devrimden hemen sonra Halife Mansur'a (754-775) Risaletu's-Sahabe
olarak bilinen bir eser sundu. Bu eserde Mukaffa, İslam toplumunun Emevilerden
Abbasilere geçiş sürecinde yüz yüze olduğu askeri, mali, siyasi ve dini
alandaki problemlere halifenin dikkatini çekmekte, sonra da reform niteliğinde
köklü çözümler önermektedir. Mukaffa, Fars geleneğine olan aşinalığı,
bürokratik tecrübesi, siyasi sorunlardaki derinliği ve aktif yenilikçi
tavırlarıyla İslam siyasi düşünce tarihinin dikkat çekici ve özgün simalarından
biridir.
Risaletü’s-Sahabe'yi yöneticilere yönelik
tavsiyeleri içeren, derin bir felsefi birikim ve tarihsel gözlem üzerinde,
mevcut bir durumu dikkate alarak nihai çözümler öneren, daha çok yeni
kurulmakta olan Abbasi devletinin genel durumuna ait siyasi bir deklarasyon
olarak da görülür[36].
Çağının pek çok sorununa değinmesi, bir devre tanıklık etmesi ve İslam siyasi
düşünce tarihinin en erken siyasi metinlerinden biri olması yönüyle ayrı bir
önemi vardır. Yazar, başta askeri sistemin eksiklikleri, adli karışıklıklar,
üst yönetici kesimdeki bozukluklar, vergi sistemindeki haksızlıklar ile
imparatorluğun büyük eyaletleri hakkında siyasi ve sosyolojik
değerlendirmelerde bulunur. İdeal bir yöneticinin yaşanmış bu olaylardan ders
alarak ne yapması gerektiğine ilişkin somut önerilerde bulunur. Bu özelliğinden
dolayı İbn Mukaffa ve Risaletü’s-Sahabe’si gerek Batılı ve gerek Doğulu
pek çok araştırmacının dikkatini çekmiştir.
Eserin
yazıldığı dönem, Müslüman coğrafyasının yıkıcı isyanları ile çalkalandığı bir
dönemdir. Bundan dolayı Mukaffa eserin girişinde liderliğin önemi üzerinde durur ve başta halife olmak üzere
yöneticilere kararlılık ve irade tavsiye eder. Bu badireden çıkmak
için de görüş ve düşünce sahipleri ile istişarenin
gerekliliğini vurgular[37].
Abbasi devletinin istikrar ve sürekliliğinin sağlanması için halifeye beş temel
konuda öneriler sunar: 1) Horasanlılardan oluşan ihtilal ordusunun devlete
bağlı nizamî bir orduya dönüştürülmesi için gerekli düzenlemeler. 2)
Dini-Politik gruplar ile devletin sağlıklı bir ilişkisini temin için din-akıl
ve din-devlet ilişkileri hakkındaki yorumları. 3) Hukuk alanındaki kaosa son
vermek için devletin yapacağı kanunların gerekliliği. 4) Güçlü bir merkezî
bürokrasi ile Abbasi ailesine yönetimde yardımcı olacak kimselerin
belirlenmesi. 5) Bozulan ekonomik yapıyı düzeltmek için vergi ve toprak reformu
çalışmalarının yapılması.
Marzuban-name
Marzuban-name, Taberistan’da Bavand sülalesinden bir
hükümdar olan Marzuban b. Rustam tarafından X. yüzyıl sonlarında yazılmış mensur bir siyasetname
kitabıdır. Kıssadan hisse özelliği taşıyan mensur hikâye ve masallara dayanan eser, kıssa ve
masallarda hayvanların konuşturulması açısından Kelile
ve Dimne ile benzerlik taşır. Marzubannâme’nin Farsça
tercümesi dokuz bölümden oluşur ve XIV. yüzyılın ikinci yarısında Germiyanoğlu hükümdarının
isteğiyle Şeyhoğlu Mustafa tarafından Türkçeye çevrilmiştir[38].
Kabusname
İslami siyasetname geleneğinin en önemli kaynaklarından biri olan Kabusname, Keykavus bin İskender[39]’in
MS 1082 yılında oğlu Gilan Şah için kaleme aldığı nasihatname-siyasetname
türünde Farsça bir eserdir. Keykavus’un devletin başına
geçtiğinde nasıl davranacağı konusunda oğluna
bilgi vermek amacıyla kaleme aldığı Kabusname, Enderzname, Pendname,
Kitabü’n-Nasihat, Nasihatname adlarıyla da bilinir. Bir önsöz ve kırk dört
bölümden oluşan eser, Moğol istilası öncesi İslam uygarlığının bir özeti olup bu dönemin siyasi, içtimai, iktisadi,
ilmi, hukuki durumu, eğitim öğretim, sanat ve meslekleri hakkında güvenilir
bir kaynaktır[40]. Eserde
eski Hint-İran uygarlıklarının izlerini sürdüren “Adalet” anlayışı şu şekilde görülür: “Şunu bil ki, hükümdarlık askerle, asker de
altınla kudret kazanır, altın da bayındırlıkla ele geçer, bayındırlık ise adl
ve insafla yayılabilir. Onun için adl ü insaftan gafil olma”[41]. Daha
sonraki dönemlerde Türkçeye de çevrilen Kabusname, Türk kültürünü ve siyaset düşüncesini
de derinden etkilemiştir. Aslı Farsça olan eserin bilinen ve farklı
coğrafyalarda ele geçen altı çevirisi vardır: 1. Mütercimi bilinmeyen ilk
çeviri, 2. Şeyhoğlu Sadrüddin çevirisi, 3. Akkadıoğlu çevirisi, 4. Bedr-i Dilşad çevirisi, 5. Mercümek
Ahmed çevirisi, 6. Mütercimi bilinmeyen ikinci çeviri.
Araplar
İslam öncesinde köklü bir devlet geleneğine sahip olmayan
Araplar İslam’ın ilk döneminde de Hz. Muhammed’in kendi şahsında peygamberlik,
devlet başkanlığı, komutanlık, yargıçlık gibi görevleri birleştirmesinin sonucu
olarak münferit bazı uygulamaların dışında mutlak anlamda itaatkâr bir tutum
içerisindeydiler[42].
İslam dünyasında siyaset tartışmaları, Halifelik kurumunun
ortaya çıkması ile erken bir devirde başlamış olmasına rağmen, devlet
adamlarına ve yöneticilere siyaset sanatını öğretmek ve nasihat etmek gayesi
ile yazılan siyasetname geleneğinin VIII. yüzyılın ortalarından itibaren
başladığı söylenebilir. Müslümanlar, Suriye, Irak, İran ve Mısır gibi bölgeleri
feth ettikleri zaman Sümer, Asur, Babil, Fars ve Eski Yunan gibi kadim
kültürlerin önemli merkezlerini de ele geçirdiler. Böylece Müslüman Araplar, uygarlık
bakımından farklı birikimleri olan toplumları egemenlikleri altına aldılar ve
bu uluslar ile tercümeler yoluyla iletişim kurdular[43].
Emevî Halifesi Hişam (724-743) geniş boyutlu İslam fetih
hareketinden sonra devleti kurmak ve organize etmek amacıyla, İran ve Bizans
gibi kadim devletlerdeki yönetim metodlarını konu alan kitapları Arapçaya
çevirtti. Abbasiler (750-850)’in ilk devirlerinde Müslümanlar, yabancı kültür
ve medeniyetlere, özellikle İran asıllı vezir ailesi Bermekîler’in tesiriyle
Fars kültürü etkisinde kaldılar. Halife el-Mansûr’dan itibaren daha çok tıp,
kozmografya, matematik ve mantık bilimleri alanlarında Farsça ve Sanskritçe’den
yoğun ve sistemli bir tercüme faaliyeti başlatıldı. Bu arada Hint, Fars ve
Yunan düşünce ve kültür dünyasından bir takım siyasi, dini ve ahlaki içerikli
eserler de tercüme edildi. Özellikle siyaset konusunda Abbasiler, İran Sasani
siyaset geleneğinden etkilendiler. Bunun nedeni Abbasileri zafere ulaştıranlar,
İran’lılardı ve Abbasiler eski İran’ın büyük imparatorluk sahasında kurulmuştu.
Bu yüzden aydın zümre ve siyasi düşünürler İran’ın siyasi mirasına yöneldiler
ve onlardan esinlendiler. Model olarak eski İran kralları örnek alındı ve
konular İslam’a uyarlandı.
İran krallarının, Hint ve Yunan düşünürlerinin siyasete dair
gelenekleri İslam dünyasında başta Maverdi, Nizamülmülk, Gazali olmak üzere birçok
siyasetname ve tarih yazarı tarafından kullanılmıştır. Bu yazarlar klasik
siyaset geleneği ile İslam siyaset teorisini sentezlemişlerdir.
Örneğin ünlü Türk din bilgini Gazali’ye göre “din ve sultan ikiz kardeş” olarak kabul
edilmelidir. Yine onun ifadesiyle, “Din
esas ve sultan koruyucudur. Esası, temeli bulunmayan bir bina yıkılmaya mahkum
olduğu gibi, koruyucusu olmayan bir şey de yok olmaya mahkumdur… Dünya düzeni
için sultanın varlığı ve din düzeni için dünyanın düzeni zorunlu olduğu gibi,
ahiret saadetini kazanmak için de din düzeni zorunludur.”
Artık saltanata dönüşmüş olan halifelik makamına gelecek
halifede bulunması gereken özellikler Gazali’ye göre şunlardır: (1) Buluğ
çağına ermiş olmak, (2) aklî yeterlik, (3) hürriyet, (4) erkek olmak, (5) işitme
ve görme duyularının sağlam olması ve nihayetinde (6) Kureyş kabilesine mensup
olmak. Geriye kalan sonradan kazanılabilecek dört şart ise; (1) yiğitlik, (2)
yeterlilik, (3) ilim ve (4) vefadır.
Mervan'ın Oğlu
Abdullaha Öğütleri [44]
Abdülhamid el-Katip[45], Mervan'ın Oğlu Abdullaha Öğütleri adlı eserin
yazarıdır[46];
746 yılında yazılan bu eser Arapların ilk siyasetnamesidir. Emevîler’de fetihler yaygınlaşıp, yöneticiler
ve valiler belirli bölgelere dağıldığında, devletin bunlara ve farklı bölgelerde bulunup
söz sahibi olan kişilere haber ulaştırma ve emir verme ihtiyacı katiplik mesleğini ortaya
çıkarmıştır. Halife, seçilen katiplere ya doğrudan istediği şeyleri yazdırıyor
ya da belirlediği konuları kendi ağzından katibin yazmasını istiyordu. Abdülhamid el-Katip bunların
en ünlüsüdür. Mervan'ın Oğlu
Abdullaha Öğütleri Abdullah'a
verilen nasihatler yanında savaş tekniğiyle ilgili askerlerin tertip muharebe, düzen ve ilkeler
hakkında açıklamalar da içeren eser kırk sayfadır. İran ve Yunan
kültürlerinin etkisi altında olan eserin birinci kısmında veliahdın adabı ve alışkanlıkları, veliahdın
maiyetiyle ilgili adabı ve maiyetinin tek başına adabı ele alınır. İkinci kısımda ordunun genel
yönetimi ve iç düzeni hakkında bilgiler verir.
Ahkamu’s-Sultaniye
El-Maverdi (974-1058)[47]’nin temel siyasi düşüncelerini yansıtan Ahkamu’s-Sultaniye (1045-4058)
yılları arasında yazılmıştır. Genelde anayasa, idare, maliye ve devletler
hukuku kapsamına giren bazı konuları ele alan eser çeşitli dillere
çevrilmiştir. Yirmi bölümden meydana gelen eserin bazı bölümleri: devlet
başkanlığı, vezirlik, valilik, iç meseleler, toprağın ihyası ve suların
çıkarılması, vb. Bölümlerde halife, vezir, vali, kadı, gibi kamu görevlilerinin
nitelikleri, tayini, hak ve yetkileri üzerinde durulur[48].
Adil Hükümdar (ya da Uyruklarının Düşmanlığı Hakkında Yöneticiye
Öğütler)
"Öğüt zekanın
aynasıdır. Bu yüzden, eğer birinin yeteneklerinin sınırlarını öğrenmek
isterseniz, ondan öğüt isteyin." İbn Zafer
İbn Zafer[49]'in başyapıtı sayılan ve 1159
yılında yazılan “Sülvanü'l-muta”nın temel meselesi yönetimdir: İstikrarlı ve adil bir sosyal
düzen geliştirecek yönetim usulleri neler olmalıdır? Arap
uygarlığının inişe geçtiği ve çeşitli yönetim sorunlarıyla karşılaştığı bir
zaman diliminde yazılan eser yönetimin felsefi, dini ve ahlaki temellerinin nasıl
olması gerektiği, yönetim sorunlarına çözüm arayışı ve yeniden eski altın
çağları yakalama çabası üzerinde durur.
Uyruklarının Düşmanlığı Hakkında Yöneticiye Öğütler Doğu siyaset geleneğinde son derece önemli bir yer tutar. Adalet ve hükümranlık konularına verdiği özel önem yüzünden Adil Hükümdar olarak da tanınan bu eserde verdiği tavsiyeler Doğu siyaset geleneğinin kılıcı gibidir. Büyük toplumsal altüst oluşların ve bunalımların yaşandığı bir dönemde yaşayan Zafer geleneklerin dışına çıkarak eserinde sebep ve sonuçlarıyla devrimlere ve toplumsal mücadelelere de değinir. Toplumların ateş ve çelikle nasıl iyileştirilebileceği üzerinde durur. Bu yüzden Zafer, Doğu siyaset geleneğinde bir ilktir. Zafer güç, meşruiyet ve kontrol arasındaki ilişkiye Max Weber’den 800 yıl önce kafa yormuştur. Hileye yaklaşımıyla, şiddet kullanımına bakışıyla, zayıfken savaştan çekinmesiyle Sun Tzu’yu anımsatır. Savaşa bir kez başladıktan sonra düşmanını yok etmeden durmamayı savunmasıyla da Machiavelli’yi çağrıştır. Zafer’in adı, ne yazık ki, Arap dünyasında pek bilinmez. Ünlü İtalyan siyaset bilimci Gaetano Mosca Zafer’in kitabının “Machiavelli”nin eserinden daha ince ve rafine bulduğunu ifade eder.
Zafer’in kitabının en önemli ve ayırt
edici özelliklerinden biri hükümdarlık özdeyişleri ve tavsiyelerinde tarihsel
bir metodoloji kullanmasıdır. İlkelerini Kuran ve Hz. Muhammed’in hadislerinden
oluşturan din adamlarının aksine, Zafer ciddi derecede tarihselci ve
rasyonalisttir. Eserde altı ayrı uygarlığın (Eski Hindistan, Sasani Pers
Hanedanlığı, Helenizm, Yahudi tarihi, Hristiyanlık ve Müslüman-Arap) birikimi özümsenmiştir.
Esere göre ideal hükümdarın düzgün politikaların yanında adil de olması gerekir. Zafer, hükümdarın
bu noktaya ulaşması için beş kavram öne sürer. Bunlar (1) tevekkül, (2)
metanet, (3) sabır, (4) rıza ve (5) zühd[50]’dür. Bu kavram döngüsü eserin analitik
yapısını oluşturur. Zafer bu beş kavramın her birine ayrı bir bölüm ayırmıştır.
Zafere göre bir hükümdarın planlama ve strateji
geliştirmeye başlama sürecindeki ilk adım tedbirdir.
Düşmanın gücü karşısında bilgi almak ve planları karşısında tedbirli olmak
gerekmektedir. Ayrıca ilk tavsiyelerin değersiz olduğunun altını çizerek şöyle
der: “En iyi tavsiye, derin düşünceyle kanıtlanır
ve ancak müzakerelerin olgunlaşmasından sonra benimsenir.” Zafer’e göre
hile ile rakibin üstesinden gelinebiliyorsa, ona karşı güç kullanmak gerekli
değildir.
Zafer hileyi
düşman cephesinde yanlış bilgiler ve fitne yaratacak casus ve propagandacı olarak
tanımlar. Bu noktada ahlak ile ilgili oluşan çelişkide ise amaçların araçları
meşru kıldığını söyleyerek meşru kılmaya çalışır. Yani ancak amaçlar devletin
bekası ve adaletini hedefliyorsa hile kullanılabilir. Ancak bir kral düşmanı
yenmek ve bir isyanı bastırmak gibi amaçların aksinde asla sahtekarlığa izin
vermemelidir.
Eğer hile ve tedbir gibi önlemler
başarısız olursa hükümdar o noktada mutlak
güç kullanımına başvurabilir. Lakin eğer rakibinin kendisinden daha zayıf
olduğuna emin değilse, hükümdara düşmana doğrudan meydan okumasını tavsiye
etmez. Öteki noktada hükümdar düşmanına merhamet de göstermemeli ve sözlerine
inanmamalıdır. Zafer realist bağlamda “insanın
temel yaratılışının” değişebileceğine ve düşmandan dost elde edebileceğine
inanmadığından, düşmanın tamamen yok edilmesi gerektiğine inanır.
Zafer aynı zamanda devrim kuramları üzerine de konuşur. Zafer’e göre devrim
hareketleri sarayın zevk ve sefası tarafından yozlaştırılmış ve sadece ünlü
babalarının meşruiyetine dayanarak babadan oğula geçen monarşi sistemlerinde
gelişir. İktidarını kötüye kullanan ve şiddet uygulayan kralların gurur, hiddet
ve açgözlülüğü kullarının isyanını tetikler. Zafer, seçkinlerden oluşan üst
tabaka, zanaatkar ve hizmetkarlardan oluşan orta tabaka ve geliri yetersiz
aşağı tabaka olarak üç ayrı sınıf tanımlar
ve sınıflar arası çatışmanın devrimlere yol açabileceğini, bu nedenle
hükümdarın bu grupları adeta bir cambaz gibi uyumlu bir şekilde tutması
gerektiğini belirtir. Orta sınıfa özel bir önem vererek bu sınıfın huzursuzluk
durumunda asker sınıfı ve aşağı sınıf ile temas kurarak büyük tehdit
oluşturabileceğinin de altını çizer.
Yine Weber’den çok daha önce karizmatik liderliğin önemini vurgulayan
Zafer, dini fanatizmin kullanılmasıyla karizmatik liderlerin büyük sorunlara
yol açabileceğini belirtir.
Zafer eserinde hükümdarın rakiplerine
üstün gelebilmesi için beş temel erdemden
oluşan siyasal formülü; (1) tüm kullara karşı merhameti, (2) olan bitene
karşı tetikte olmayı, (3) cesareti, (4) kurnazlığı ve (5) öngörüyü öne sürer. Zor durumlar içinse özet olarak, sabırlı
olmayı, karamsar olmamayı, katı bir adaleti, yılların güvenliğini sağlamayı,
sığınma ihtiyacı olan insanları korumayı ve hükümdara karşı şüpheli olan
kullara barış, şefkat ve cömertliği savunur.
es
Siyasetüs Şeriyye
İbn Teymiye[51]
es-Siyasetu'ş-Şer'iyye
adlı eserin yazarıdır. Teymiye insanın doğası gereği uygar olduğunu, başka
bireylerle birleşmeye hem çıkar değişimi hem de tehlikeleri yok etmek için
ihtiyaç duyduğunu düşünür. Buna göre, onun düşüncesinde, topluluk içinde
faydalı sonuçlar verecek eylemleri desteklemek ve emretmek, zararlı sonuçlar
verecek eylemleri yasaklamak için topluluğun bir idareciye ihtiyacı vardır. Bu
idareciye itaatin gerekliği olduğunu, fakat itaat gibi nasihatin de gerekli
olduğuna vurgular; ona göre "din nasihattir". Bunun dışında kamu
görevi, baş idareci ve idareci sınıfın özellikleri, otorite, devletin görevleri
ve diğer alimlerden farklı olarak devletin iktisadi siyaseti hakkında da görüş
belirtmiştir. Ona göre devletin iktisadi yaşama müdahalesinde, özgürlük esas
alınmalıdır. Özgürlüğün esas alınmasında iki noktaya dikkat eder; (1) Dinin bu
ekonomik unsurlar hakkında belirlemiş olduğu sınırlar, (2) Özgürlüğün kamu
yararıyla çatıştığı durumlar.
Mukaddime
İbn
Haldun[52]’nun
Mukaddime adlı eserinde
yönetim ilkelerinden, liderliğin koşullarından ve lider-grup ilişkilerinden söz
edilir. Eserinde imparatorlukların da tıpkı insanlar gibi bir ömürleri
olduklarını ileri sürer; doğarlar, gelişirler, olgunlaşırlar sonra da batmaya
başlarlar, der.
Osmanlılar
Osmanlı İmparatorluğu’nda yazılan siyasetnamelerin birkaçı
hariç hepsi daha önce yazılmış olanların kopyasıdır. Farklı olan da Lütfü
Paşa’nın Asafnamesi ve birkaç başka
eserdir. Osmanlı siyasetnamecilerinin ele aldıkları konular klasik olup,
kendilerinden önceki klasik İslam yazarlarını tekrar etmişlerdir. Siyasetname
ve nasihatnamelerin konuları da beşe ayrılır[53]:
1. Önce hükümdarlık kurumunun gerekliliği ve hükümdarın
vasıfları ele alınır. Buna göre toplumda düzeni sağlamak ve herkesi kendi
yaratılış ve kabiliyetine göre en uygun mevkide tutmak için sultana ihtiyaç
vardır ve o, Allah’ın yeryüzündeki gölgesidir. Hükümdar adil olmalı, dindar
olmalı, sözünde durmalı, istişare etmeli, ehil ve dürüst kişileri seçmelidir.
2. Vezirlik ikinci olarak ele alınır ve onun vasıfları üzerinde
durulur. Vezir akıllı ve tedbir sahibi olmalı, böylece devleti ihya etmelidir.
3. Asker yani ordu, sultanın mülkünü korumada, cihad ve gazada,
dahili bozguncuları sindirmede en lüzumlu olan şeydir.
4. Hazine: Sultanın saltanatını koruması için orduya ihtiyacı
olduğu gibi, ordu için de hazinenin dolu olması gereklidir. Bu yüzden sultanın
vezirinin önemli işlerinden biri, hazinede tedbirdir.
5. Reaya, siyasetnamelerin en son ve en önemli konusudur.
Saltanatın korunması için ordu, ordu için hazine, dolu bir hazine için mal yani
vergi lazımdır. Bu da reaya sayesinde olur, malı sağlayan reayadır. Bunun için reayaya
adaletle hükmetmek şarttır.
Osmanlı Siyasetnameleri, İslam şemsiyesi
altında varlığını sürdüren başlıca üç ana siyasi felsefe ve düşünce temeline
dayanmaktadır.
1. Yusuf Has Hacib’in Kutadgu Bilig’inde kısmen eski Hint felsefesiyle karışmış bir halde
somutlaşan eski Türk siyasi düşünceleri
2. Tipik örneğini ünlü Selçuklu Veziri Nizamülmülk’ün Siyasetnamesi’nin
oluşturduğu eski Hint siyasi düşüncesiyle karışmış İran siyasi felsefesi
3. Eflatun ve Aristo’nun fikirlerine dayanmak
suretiyle Farabi’nin Erdemli Kent eseriyle (ve daha başka Müslüman
düşünürlerin eserleriyle) temsil edilen; eski Yunan ve İran siyasi düşüncesi ile İslam’ın sentezinden
oluşan Müslüman siyasi
düşüncesi[54].
Osmanlı siyasetnameleri ve nasihatnameleri genellikle sultan merkezlidir ve sultan ile
devletin çıkarlarını çoğu zaman özdeş
tutan bir anlayışı benimserler. Temelleri Eski Hint-İran siyasi düşüncesine
dayanan bu anlayışta, “adalet ve hakkaniyet mutlak ahlaki değer ve talepler
biçiminde anlaşılmayıp siyasi açıdan yararlı ve devletin ve devlet başkanının çıkarı
için gerekli görülürler[55].
Eski doğu geleneğinde “Adalet Dairesi” olarak nitelendirilen bu formül Osmanlı öncesi siyasetnamelerinden
Osmanlı Siyasetnameleri’ne taşınmıştır.
Kınalızade’nin Ahlâk-ı Alai’sinde şematik olarak “hükümdarın
askersiz gücü olamayacağını; para olmadığı takdirde askerin beslenemeyeceğini; teb’ası müreffeh değilse paranın olamayacağını ve halkın refahının da ancak adaletle sağlanacağını vurgulamaktadır”[56]şeklinde gösterilir.
Yazılmış siyasetnameler hakkında özet bilgi vermeden önce bir
konuyu belirtmekte yarar görülmektedir. Kabusnam’yi Türkçeye çevirip Sultan II. Murad’a
sunan Mercimek Ahmet’in çevirisinden bir bölüm bir ibret göstergesi olmak üzere
aşağıya alınmıştır:
Beyin beyliği kul iledir, zenginin zenginliği de yoksul iledir. Çünkü Tanrı kullarını iki bölük eylemiştir, nafaka verici ve nafaka alıcı, yani biri zengin biri yoksul, biri bey biri kul. İşte insanlar bunu bilmeli, Tanrı'nın buyruğuna uymalı, verdiği rızk için şükretmelidirler. O, bu dünyayı hikmetinden yaratmıştır, ama kudreti hikmetinden
ziyadedir, hangisi iyiyse onu yaratmıştır, öyleyse İslam dininden devletli din, İslam hükmünden yeğ hüküm yoktur. İslamiyet’in ilkelerini temel
olarak alan Kabusname'nin konuları, bu öz çevresinde gelişmiştir[57].
Şimdi, genlerine kul olma, kaderine razı olma işlenmiş bireylerden özgür düşünme, yaratıcı
fikir üretme, bilimsel icatta bulunmayı nasıl bekleyebiliriz? Böyle bir anlayışın, üstelik dinin de alet
edilmesi ile yüzlerce yıl egemen olduğu bir toplumda insanların demokrasi,
özgürlük kavramlarını özümsemesini nasıl bekleyebiliriz? Böyle bir toplumda
yöneticilerin despot, zenginlerin arsız, halkın da suskun olmasından başka ne beklenir ki. Burada üzüntü verici olan,
seksen yıllık Cumhuriyetin vermeye çalıştığı eşit yurttaş olmanın değerini
anlamayanların nankörlüğünün ceremesini herkesin çekiyor olmasıdır.
Asafname
Asafname, Kanuni Sultan Süleyman dönemi sadrazamlarından, önemli devlet ve
fikir adamı Lütfi Paşa[58] tarafından
vezirlere yol göstermek ve rehberlik etmek için yazılmış bir siyasetname kitabıdır. Adını Süleyman Peygamber’in
veziri Asaf’tan alan Asafname, bir giriş ve dört
bölümden oluşur. Yazar, giriş bölümünde eseri neden yazdığını açıklar.
(eserini kendinden sonraki veziriazamlara rehber olması için hediye etmiştir. Onlardan
istediği sadece duadır) Birinci bölüm veziriazamın davranış ve hareketleri
nasıl olmalıdır; padişah ile münasebetleri nasıl yürütmelidir ve halk ile ilişkileri nasıl
olmalıdır gibi konuları içermektedir. İkinci bölümde savaş ile ilgili
tedbir ve önlemleri açıklar. Üçüncü bölümde ise; hazine ile ilgili tedbirler
anlatılır[59]. Eserin
dördüncü bölümü tamamen reaya hukukuna tahsis edilmiştir.
Bu eser, yapısı ve içeriği bakımından Klasik İslam-Türk siyasetnamelerinden oldukça farklıdır. Yazar, eserinde teorik öğüt ve nasihatlerin yerine;
uygulanması mümkün olan ve yapılabilecek şeyleri önerir. Yapanlardan örnekler verir. Laf
kalabalığına kaçmadan özlü ve kısa şeyler anlatır. Yazar, her fikrini desteklemek için
kendisini ayet, hadis ve atasözleri bulmaya zorlamaz. Her cümlesi bir yasa
maddesi gibi özlüdür. Eserdeki örnekler, diğer siyasetnamelerde olduğu gibi başka uygarlık ve uluslardan
(Arap, İran, Hint, Yunan…) değildir. Eserdeki örnekler Osmanlı padişahları (Yavuz
Sultan Selim, Kanuni Sultan Süleyman…) ve devlet adamları (Piri Mehmed Paşa, Kemal Paşazade…) gibi
Osmanlı dünyasının seçkin kişileridir.
Lütfi Pasa’nın birikimi ve devlet tecrübesi eserine ayrı bir
önem kazandırır. Paşa, aynı zamanda Osmanlı sistemindeki aksamaları ve
sarsıntıyı fark eden ilk siyasi düşünür olması bakımından da dikkat çeker. Eser, klasik siyasetname
geleneğinin dışına çıkan ilk eser olması sebebiyle
kendisinden sonra yazılan Hırzü’l-Mülûk, Kitab-i Müsteâb, Nesayihü’l-Vüzera,
ve’l Ümera gibi eserlerin de referans noktası olmuştur[60].
Nushatü’s-selatin
Gelibolulu Mustafa Ali tarafından 1541 yılında yazılan
Nushatü’s-selatin türünün en önemli örneklerinden biridir.
Dört bölümden oluşan eserin birinci bölümde sultanların yapması gereken isler; ikinci
bölümde kanunlara aykırı olarak ortaya çıkan karışıklıklar; üçüncü bölümde bazı kötü
hallerden dolayı halkın zor durumda kalması anlatılır, dördüncü bölümde, bizzat
kendisinin uğradığı haksızlıkları dile getirir. Nushatu’s-Selatin farklılığı diğer siyasetnameler
kullandıkları örnekleri geçmişten seçerken, Ali’nin yaşadığı dönemin uygulamalarındaki yanlışlıkları, acil
çözüm bekleyen sorunları konu edinerek, bunlarla ilgili çözüm önerilerini ve
siyasi tavsiyeleri kendi gözlemlerinden ve yaşadıklarından çıkarmasıdır. Ali bu
eserinde “ekonomik, toplumsal ve siyasal değişim sorunlarını ve kurumsal kargaşayı bu kadar açık ve kapsamlı olarak irdeleyen ilk Osmanlı siyasal
yorumcusudur.
Usulü’l-hikem fi nizami’l-ümem
Siyasetname türü eserler içinde bir çığır açan eser, İbrahim Müteferrika’nın
Usulü’l-hikem fi nizami’l-ümem adlı eseridir. Müteferrika, bu eserini 1731’de kendi matbaasında yayınlamış ve 1730 Patrona İsyanı’nın
ardından I. Mahmud’a takdim etmiştir[61]. Müteferrika, bu dönemde Osmanlı’nın askeri alandaki
başarısızlıklarını Batı’nın zaferleriyle karşılaştırmış, zafere ulaşma yolunda,
yeniçerileri tekrar denetim altına alarak, Hristiyan ordularının başarılı
yönlerini Osmanlı ordusuna sokmanın önemini kavramıştır. Müteferrika’ya göre
Hristiyanlar başarılı olmuşlardı, çünkü Müslümanlar miskinlikleri ve lakaydileri
yüzünden onlara karşılık verememişlerdi. Müslümanların yenilgisi, kanunların çiğnenmesine,
uzmanların nasihatlerinin dikkate alınmamasına, tamahkarlık ve yolsuzluklara,
savaş tecrübesinin eksikliğine ama hepsinden önemlisi düşmanın taktik ve
stratejileri hakkında bilgisizliğe bağlanabilirdi. Ordu iyi örgütlenip disiplinli
hale getirilirse, Osmanlı kuvvetleri yine kimsenin durduramayacağı kadar güçlü
olacaktı.
[1] Endüstri Y. Mühendisi
Osman Karadağ (okaradag52@gmail.cm) ( okaradag.blogspot.com), 30 yılı aşkın süreyle
Kamu ve Özel sektörde yöneticilik görevlerinde bulunduktan sonra birikimlerini
eğitici ve danışman olarak toplumumuzla paylaşmaktadır. Stratejik planlama,
yapılabilirlik çalışması ve proje yönetimi alanlarında çalışan Karadağ,
Türkiye’nin ilk profesyonel proje yöneticilerinden biridir.
[3]
Ahmet ALTAY (Kırklareli
Üniversitesi Pınarhisar MYO Öğretim Görevlisi)’ın “KLASİK DÖNEM OSMANLI
SİYASETNÂME GELENEĞİNE GENEL BİR BAKIŞ”, Turkish Studies International Periodical For the Languages,
Literature and History of Turkish or Turkic Volume 6/3 Summer 2011. S.
1796-1809) adlı çalışmasından
[4] Yrd. Doç. Dr. H. Bahadır
Türk (Çankaya Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası
İlişkiler Bölümü’nde öğretim üyesi): “Siyasetnameler bugünün yöneticilerine de çok
şeyler söylüyor” adlı söyleşiden
[6] Orhon yazıtları, Baykal
gölünün güney ucundan 400 Km güneyde, Moğolistan’ın başkenti Urga’nın takriben
160 Km batısındadır. Cengiz hanın başkenti Karakurum’a çok yakındır. Bilge
Kağanla Kültekin Kağan yazıtlarının arası bir kilometredir. Kültekin Kağanın
yazılı taşı, üç yazıt arasında en iyi korunmuş olanıdır. Yüksekliği 3,75
metredir. Yazıt yukardan aşağıya hafifçe kalınlaşır, yukarda genişliği 1,22 m,
tabanda 1,32m dir. Bilge ve Kültekin Kağan abideleri aynı ölçülerde,
Tonyukuk’unki onlardan biraz ufaktır. Taşların dört yüzü vardır ve bu dört yüze
de Göktürk alfabesi ile yazılar yazılmıştır. Bilge ve Kültekin Kağan
yazıtlarının Çincesi de vardır. Bunlar, Çin İmparatorunun yolladığı sanatkarlar
tarafından kazınmıştır. Kaynak: BİZİMKİLER, Anadolu Merkezli Dünya Tarihi, 7.
KİTAP, Evin Esmen Kısakürek ve Arda Kısakürek. S.51
[9] Jean Paul Roux, Türklerin Tarihi, (çev.
Galip Üstün), İstanbul, 1989,
s.11.” ERDEM ÇAKIR, “Osmanlı Devletinin Klasik Döneminin Strateji Anlayış ve Uygulamaları (KLASİK DÖNEM 1451–1566)” adlı YÜKSEK LİSANS TEZİ, T.C.KOCAELİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ, ANABİLİM DALI: ULUSLARARASI İLİSKİLER PROGRAMI: SİYASİ TARİH, KOCAELİ, 2007”
[12] Kaynak: BİZİMKİLER,
Anadolu Merkezli Dünya Tarihi, 7. KİTAP, Evin Esmen Kısakürek ve Arda
Kısakürek. S.51-52
[13] Halil İnalcık, Türk Kültürü Araştırmaları, Kutadgu
Bilig’de Türk ve İran siyaset nazariye ve gelenekleri, 2007 s.259- 271
[14] Dönemin Anadolu Selçukluları Sultanı I.
Alaüddin Keykubad’a sunulan Ahmed b. Sa’d b. Mehdi b. Abdi’s-Samed
el-Usmani’nin Kitâbu’l-letâifi’l-alâiyye
fi’l-fevâili’s-seniyye’si ve Nizameddin Yahya b. Said b. Ahmed’in Kitâb-ı hadâiku’l-siyer fi âdâb’il-mülûk’u
ve Malatyavi’nin Ravzatü’l-ukul adlı
eseri, Anadolu’da yazılmış önemli siyasetnamelerdendir.
XIII. yüzyılın sonlarına doğru
İsmaili emirlerinin isteği
üzerine kaleme alınan, Nasırıruddin Tusi’nin Ahlak-ı nasıri’si ve Akkoyunlular döneminde yazılan Celaleddin Devvani’nin
Ahlak-ı celali’si birer Ahlak kitabı
olmalarına rağmen, siyaset Ahlakı
ve yönetim meselelerinin ayrıntılı olarak ele alan ve Osmanlı siyaset
literatürüne derinden tesir edip örneklik oluşturan
eserlerdir. Beylikler döneminde de bu eserlere canlı bir ilgi gösterilmiş,
erken döneme ait bazı eserler Anadolu Türkçesi’ne çevrilmiştir.
Kelile ve Dimne Aydınoğlu Umurbey’in Kabusname
ve Marzubanname ise Germiyan Beyi Süleyman Şah’ın
isteğiyle Şeyhoğlu
Mustafa tarafından Türkçeye çevrilmiştir.
Kaynak: Yılmaz, “XVI. ve XVII. Yüzyıl Islahatnamelerine Göre Osmanlılarda
Siyaset ve Toplum Düşüncesi”, s.49-50.
[15] Farabi M.S. 870-950 yılları arasında yaşamış Türk filozofudur. Zamanının
ünlü bilginlerinden ve bazı Hıristiyan filozoflarından mantık ve dilbilgisi
dersleri aldı. O, Klasik Yunan felsefesi, özellikle Yunan siyaset felsefesi ile
İslam’ı birbirleriyle uzlaştırmaya çalışmış olan ilk filozoftur. Farabi, iki
özelliği ile yani genel olarak Antik Yunan felsefesi, özel olarak
Platon-Aristotelesçi siyaset felsefesini İslam’la bağdaştırmak, uzlaştırmak
çabası ve bu amaçla gerçekleştirmiş olduğu sistemi ile İslam düşüncesini ve
kendisinden sonra gelen diğer filozofları derinden etkilemiştir. Farabi, olgunluk
döneminin ürünü olan eserin yazımına Bağdat'ta başlayıp 941-942 yıllarında
Şam'da tamamlamış, ölümünden iki yıl önce Mısır'da bulunduğu sırada dostlarının
isteği üzerine kitabı tekrar gözden geçirerek konu başlıklarını tespit
etmiştir.
[16]
M. Selim Akiş, “Farabi’de Siyaset Felsefesi ve Mükemmelliklerin Şehri (Toplumsalı / Yönetimi)”,
Yazan: İletişim Atölyesi Yayın
tarihi: Temmuz 30, 2012
[17] Arslan, Ahmet, Farabi- İdeal
Devlet- El Medinetü’l Fazıla-, Çevirisi, Divan Kitap, İstanbul, 2011.
[18] Ali Rıza ERDEM, “Doğulu
Düşünürlerin Bilim Öncesi Yönetime Katkıları”, Gazi Üniversitesi, Eğitim Yönetimi, Yıl 1, Sayı 2, Bahar
[19]
Yusuf Has Hacib tahmini olarak 1018/1019 yıllarında
Balasagun’da dünyaya gelmiştir. Yazar eserini Karahanlı hükümdarına takdim ettikten sonra
hükümdar tarafından saray teşrifatından sorumlu Has Haciblik makamına getirilmiştir. Kaynak: Agop Dilaçar, Kutatgu Bilig İncelemesi,
Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara, 1999, s. 1.
[21]
Dr. Erkan GÖKSU (Kırıkkale
Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü), Uluslararası Sosyal
Araştırmalar DergisiThe Journal of International Social Research
Volume 2/6 Winter 2009. S.266-281
[22]
Türk savaş sistemi, sürat ve uzaktan savaş esasına dayanmaktadır. Türkler atın sağladışı hareket üstünlüğü ve hızı kullanmak suretiyle
sürekli saldırı, baskın ve kısa (yıldırım) savaş
yöntemleri uygulamışlardır. Buna göre düşmana hiç beklenmedik bir anda saldırırlar ve karşı tarafın kendini toplamasına
fırsat vermeden kaçarlar. Bu harekâtın ardından kendilerini izleyen düşmanlarını yorup hırpaladıktan
sonra da öldürücü ok ya da mızrak darbelerini indirirler. Bu durum Türk
silahlarının teknik özellikleri ve yapı formlarının şekillenmesinde de önemli bir rol
oynamıştır. Geniş bozkırlarda sürat ve hareket
kabiliyeti kazandıran ata, okçu ve mızraklı savaşçıların bindirilmesi, onu vazgeçilmez bir savaş makinesi haline getirmiştir (şerif Baştav, “Eski Türklerde Harp Taktiği”, Makaleler, III, (Yay. Haz. E. Semih
Yalçın-Emine Erdoğan),
Berikan Yay., Ankara 2005., s.41 vd.; Salim Koca, Türk Kültürünün Temelleri, II.,
Ankara 2003., s.99-102.; Keegan, age, s.274 vd.; Bozdemir,
age, s.21 vd.). Buna başlı olarak gelişen
gem ve üzengi gibi teknolojik öğeler
de süvarinin atı rahatlıkla kontrol etmesini ve at üzerinde hareket kabiliyeti
sağlamıştır
[Lynn Townsend White, Medieval Technology and Social Change,
(Oxford University Press), Oxford 1962., s.15-38]. Bu sürat ve hareket aynı
zamanda da Türk savaş stratejisinin
temelini oluşturmaktadır. “Orta
Asya göçebesini, dünyanın en iyi askeri” olarak nitelendiren Jean-Paul Roux,
Türk savaş taktiğinin
esasını oluşturan hareket ve
sürat kabiliyeti hakkında şunları söylemektedir:
“Asya göçebeleri … en iyi atlı süvarilere sahip oldukları gibi en çok atlı
süvari de göçebe ordularında bulunur ve en iyi silahlara sahiptirler.
Görülmedik bir güce sahip olup ve su içmeden, yemek yemeden ya da uzun süre
uyumadan pekâlâ yaşayabilirler. Şeflerini
benimsediklerinde disiplinli ve uyumludurlar. Her zaman baskın çıkarlar; çünkü
nereye ne zaman saldıracaklarına hep onlar karar verir. Yalnızca yerlerini bildiğinizde
onlara saldırabilirsiniz, yine de her an ortadan kaybolabilirler” [Jean-Paul
Roux, Orta Asya (Tarih ve Uygarlık),
(Çev. Lale Arslan), İstanbul 2001, s.38].
[23] Halil İnalcık, Türk Kültürü Araştırmaları, Kutadgu Bilig’de Türk ve İran
siyaset nazariye ve gelenekleri s.259- 271
[26]
Eski Türk
kağanlarının bir unvan olarak taşıdıkları bilgelik,
Kutadgu Bilig’de üzerinde en çok durulan unsurlardan biridir. Alplık da, bilgelik gibi, eski Türk
kağanlarının unvanlarında taşıdıkları sıfatlardan biriydi. Kutadgu Bilig, bu
konuda da geleneği devam ettirir ve beyin alp, yürekli ve güçlü olmasını bir
beylik şartı olarak sunar. En büyük erdem adil
olmaktır ve adalet de beyliğin temeli ve esasıdır.
Orhun yazıtlarında, kağanın en önemli görevleri arasında sunulan “aç milleti doyurmak ve fakir milleti
bayındır kılmak”, Kutadgu Bilig’de
de üzerinde en fazla vurgu yapılan unsurlardandır. Halkı doyurmak âdeta bir
Tanrı buyruğu olarak telâkki edilmiş ve hükümdar, “Memlekete bir kimse bir gece
aç kalsa, onu Tanrı sana soracaktır”
denilerek uyarılmıştır. Türk devlet geleneğinde töre; halk için, yemek-içmek, giyinmek ve barınmak gibi bir ihtiyaç
olarak görülmüştür. Töre hem devlet hâkimiyetinin bir göstergesi, hem de
hükümdarın halka karşı bir görevidir.
[27]
Nizamülmülk, Hasan b. Ali b. İshak Tusî (1018 - 1092),
Tus'ta doğdu, iyi bir tahsilden sonra Gazne Devleti'ne bağlı Horasan umumi
valisi Ebu'l-Fazl Surî'nin maiyyetinde idarecilik hayatına başladı, 1040
senesinde Dandanakan savaşını müteakip Gazne'ye gitmişse de tekrar Horasan'a
dönerek Selçukluların hizmetine girdi ve Alparslan'ın Belh valisi Ebu'l-Ali
Şadan tarafından vilayet işlerini tedvire memur edildi. Alparslan'ın Selçuklu
sultanı olmasıyla 1064 yılında vezirliğe getirildi. Kendisine Halife Kaim
bi-Emrilah tarafından Nizamü'l-mülk ve Kıvamu'd-devle lakapları verildi.
Alparslan ve Celaleddin Melikşah'ın vezirliğini yapmış (1064-1092), kurduğu
idarî teşkilat ile devletin sağlam temeller üzerine oturmasını sağlamıştır.
Savaş alanlarında da Malazgirt hariç, sultanların yanında yer alarak
Selçukluların bütün fütuhatında payı olmuştur. İslam’da birliği sağlamak için
eğitime önem veren Nizamülmülk Bağdat'da adıyla anılan Nizamiye medreselerini
kurarak Ehl-i sünnet akidesinin tedrisini sağlamış ve devrin ileri gelenlerini
İslam’ın birliğini sağlamak için bu medreseye memur etmiştir. Sonradan İslam
âleminde çeşitli yerlerde vezirliklere yükselecek oğulları ve torunları ve
serveti ile Selçuklu Devleti'ni elinde bulunduran Nizamü'l-mülk, son senelerde
oğul ve torunlarının serkeşliği yüzünden Sultan Melikşah'la arası açılınca,
Melikşah kendisine gönderdiği mektupta: "Sen
benim devletimi ve memleketimi istila eyleyerek evlatlarına ve damatlarına
verdin. Bunlar benim adamlarıma saygı göstermiyor, halka zulmediyorlar, sen de
bunları cezalandırmıyorsun. İster misin vezirlik divitini elinden ve sarığını başından
alayım ve halkı tahakkümünüzden kurtarayım" diye ağır bir hitapta
bulunur. Nizamülmülk cevabında Sultan'ı övücü sözler ve duadan sonra şu
tehdit cümlesini de kullanıyor: "Devlete
ortak olduğumuzu henüz bilmiyor musun? Bu vezirlik diviti ve sarık, tacınla o
derece bağlıdır ki diviti aldıktan sonra taç da kalmaz gider"
diyebiliyordu. Melikşah 1092’de Bağdat'a hareket etti. Nizamülmülk de
arkasından yola çıktı. Yolda dilekçe vermek bahanesiyle huzuruna çıkan bir
Batınî fedaisi tarafından öldürüldü. Kaynak: Nizamülmülk, “Siyasetname”,
Dergah Yayınları, Çeviren Nurettin Bayburtlugil, Mart 1981(M. Müderrisi
Çihardihî ve Köymen neşrinden istifade edilerek hazırlanmış).
[28] Coskun Alptekin, “Büyük Selçuklular”
Doğuştan
Günümüze Büyük İslâm Tarihi, ed.
Kenan Seyithanoğlu, cilt 7, Çağ Yayınları, İstanbul, 1992. s.184-202.
[30] Asıl adı Ebû Hâmid Muhammed b.Muhammed b. Ahmed el-Gazali olan Gazali’nin
(1058-1111) Tus, Cürcan, Nişabur, Bağdad, Şam, Kudüs ve Nişabur gibi merkezler
arasında geçen hayatı süresince, Sünni İslâm dünyasının liderliğini Abbasi
Halifeliği (750-1258) ve Büyük Selçuklu Sultanlığı (1040-1157)
yürütmekteydiler. Bu süre içinde görev yapan Abbasi halifeleri el-Kaim
Biemrillah (1031-1075), el-Muktedi Biemrillah (1075-1094) ve el-Mustazhir
Billah (1094-1118); Selçuklu sultanları ise Tuğrul, Alparslan, Melikşah,
Berkyaruk ve Muhammed Tapar’dır. Gazali’nin çocukluk ve gençlik yılları Büyük Selçuklu
Devleti’nin kurucusu ve ilk sultanı olan Tuğrul Bey (1040-1063) ile halefi
Alparslan (1063-1071) zamanlarına rastlamaktadır. Gazali, ilköğrenimini bu
yıllarda almıştır. Alparslan ve oğlu Melikşah’ın 30 yıl süreyle vezirliğini
yapan Nizamülmülk’ün çabalarıyla açılan ve Gazali’nin bir süre
başmüderrisliğini yapacağı Bağdad Nizamiye Medresesi (1067) bu dönemin
eseridir. Melikşah (1072-1092) zamanı, Büyük Selçuklu Devleti’nin en ihtişamlı
ve en güçlü dönemidir. Aynı şekilde Gazali’nin ilim dünyasında tanınmaya
başlaması ve yıldızının parlaması da Melikşah’ın (1072-1092) sultan ve
Nizamülmülk’ün (ö. 1092) vezir olduğu yıllara rastlamaktadır. Gazali’nin genç
yaşta üne kavuşmasında bu Selçuklu vezirinin rolü büyüktür. Melikşah’ın
1092’deki ölümünün ardından Selçuklu İmparatorluğu dağılma sürecine girmiş ve
hanedan üyeleri arasında iktidar mücadelesi başlamıştır. Bu mücadele sırasında
Melikşah’ın eşi Terken Hatun, dört yaşındaki oğlu Mahmud’un (1092-1094) adının
hutbelerde okutulabilmesi için Gazali’den fetva istemiştir.
[31] Ali Rıza ERDEM, “Doğulu
Düşünürlerin Bilim Öncesi Yönetime Katkıları”, Gazi Üniversitesi, Eğitim Yönetimi, Yıl 1, Sayı 2, Bahar
[32] Halil İnalcık, Türk Kültürü Araştırmaları, Kutadgu Bilig’de Türk ve İran
siyaset nazariye ve gelenekleri s.259- 271
[33] Nimet Yıldırım (Doç. Dr., Atatürk
Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fak. Doğu Dilleri Bölümü)ın (NÜSHA, YIL: V, SAYI: 16, KIŞ 2005, s.51-73” dergisinde yayınlanan
“Fars Öğüt Edebiyatı”
[34] Bozorgmihr’in adı, Pehlevice kaynaklarda; “Vozorgmihr”, “Vazūrg Mitr”; İslam sonrası yazılan Arapça
ve Farsça kaynaklarda; “Ebûzorcmihr”, “Bûzorcmihr” ve “Bozorcmihr” şekillerinde
geçer.
[35] Abdullah İbnü’l-Mukaffâ'nın doğum tarihi kesin olarak tespit
edilemiyor, muhtemelen 724 veya 720 yıllarında İran’ın Cûr (Firûzâbâd)
kasabasında dünyaya geldi. 36 yaşında şaibeli bir şekilde Basra'da öldürüldü[35].
Asıl adı
Ruzbih’tir. Babası Dâdaveyh Emevîlerin ünlü Irak genel valisi Haccac b.
Yusuf’un (695-714) vergi tahsildarlığını yapmış, bu görevini kötüye
kullandığından dolayı işkence yapılırken eli sakat kaldığından eli büzük veya
çolak anlamına gelen “mukaffâ” lakabı verilmiştir. Babası ömrünün sonuna kadar
Mecûsi dini üzerinde yaşadığından Mukaffa’nın da ilk eğitimini Cûr şehrinde
Mecûsi geleneği üzerine alması muhtemeldir. Bu dönemde İranî unsurlar
Sasanîlerden beri devam ettirdikleri katiplik mesleğindeki tecrübelerinden
dolayı Emevilerin bürokratik kademelerinde imtiyazlı konumlarda bulunmuşlardır.
Ancak divanların Arapçalaştırılması İranlı katiplerin imtiyazlarına büyük bir
darbe indirmiştir. Bundan dolayı İbnü’l-Mukaffa'nın Basra'da geçirdiği çocukluk
dönemi aynı zamanda Abdulmelik b. Mervân’ın (685-705) Farsça ve Rumca tutulan
divanları ve resmi yazışmaları Arapçalaştırma reformlarını yaptığı döneme
rastlar. Arap dilinin yanında İbnü’l-Mukaffa’nın en dikkat çeken bir diğer
özelliği de tarihten felsefeye, ahlaktan mantığa, siyasetten edebiyata kadar
geniş bir kültürel ve ilmi birikime sahip olmasıdır. Bu birikimi kazanırken
yetiştiği Basra’daki entelektüel muhitten etkilenmiş, devrin alimlerinden ve
yöneticilerden dersler almıştır. Bu dönemde zengin ve canlı bir kültür merkezi
olan Basra, dini ilimler kadar felsefi fikirlerin de harmanlandığı bir yerdi.
Bu zengin kültür muhiti içinde sadece Arap edebiyatı ve dini ilimler değil,
aynı zamanda kendini ait hissettiği güçlü bir İran siyasi geleneği ile Yunan ve
Hint kültür ve medeniyetine ait bilgileri de edinmiştir. Bu haliyle
İbnu'l-Mukaffa Basra’nın canlı kelam, dil, tarih ve felsefe tartışmaları içinde
yetişmiş genç bir aydın prototipi çizmektedir. Çok erken sayılabilecek bir
dönemde Yunan felsefi metinlerinin en ağırlarından olan Aristo’nun Mantık
kitaplarına ilgi duyması, hatta bunları çevirebilecek bir yeterliliğe sahip
olması bile onun ulaştığı bilgi ve birikim seviyesini gösterir. Müslüman olduktan sonra zaten fazla
yaşamamış, dolu dolu bir hayat sürerek 36 gibi genç yaşında, 757 tarihine doğru
hem kişisel hem de siyasi nedenlerden dolayı Basra valisi Süfyan b. Muâviye
(756-761) tarafından şaibeli bir şekilde öldürülmüştür. Kaynak: Mustafa DEMİRCİ (Yrd. Doç. Dr. Yüzüncü Yıl Üniversitesi), “EMEVÎLERDEN ABBÂSÎLERE GEÇİŞ SÜRECİNİN BİR
TANIĞI: ABDULLAH İBNÜ’L-MUKAFFÂ VE RİSÂLETÜ’S-SAHÂBESİ", İlahiyat
Fakültesi, İslam Tarihi Bölümü.
…..s.117-148
[36] Goitein, Dirasât
fi't-Tarihi'l-İslâmî ve'n-Nüzümi'l-İslâmiyye, 61. Mustafa DEMİRCİ’nin “Emevilerden Abbasilere Geçiş Sürecinin Bir
Tanığı: Abdullah İbnü’l-Mukaffa ve Risaletü’s-Sahabesi,
D.E.Ü.İlahiyat Fakültesi Dergisi Sayı XXI, İzmir 2005, ss. 117-148)”
adlı çalışmasından
[37] Mustafa DEMİRCİ’nin “Emevilerden Abbasilere Geçiş Sürecinin Bir
Tanığı: Abdullah İbnü’l-Mukaffa ve Risaletü’s-Sahabesi,
D.E.Ü.İlahiyat Fakültesi Dergisi Sayı XXI, İzmir 2005, ss. 117-148)”
adlı çalışmasından
[38] Zeynep Korkmaz, “Kabus-Nâme ve
Marzuban-Nâme çevireleri kimindir?” TDAY, Ankara,
1966, s.267-265.
[39] Keykavus
b. İskender, İran’ın
Taberistan ve Gürgan eyaletlerinde hüküm süren
Ziyariler Devleti emirlerindendir. Keykavus’un, hükümdar olmadan önce Sultan I.
Mesud’un kızı ile evlenerek Gazneliler ile akrabalık kurmuştur. Sekiz yıl
Sultan Mesud’un sarayında hükümdarın nedimi olarak bulunan yazar, onunla
birlikte Hint Seferine de katılmıştır. Daha sonra da Seddadiler’den Ebü’l-Esvâr Sâvur b. Fazl ile (Fazlun) birlikte Anadolu akınlarına iştirak etti. Sultan Mevdûd’un 1049
yılında ölümü üzerine Ziyârî tahtına oturdu. Ancak emirliğini Tuğrul Bey ve Alparslan’a tabi
olarak sürdürebildi.
[40] Keykavus b. İskender, Kabusname, Haz. Atilla Özkırımlı, Tercuman Gazetesi Yayınları, İstanbul, 1974, s. 12-16.
[41] Halil İnalcık, Türk Kültürü Araştırmaları, Kutadgu Bilig’de Türk ve İran
siyaset nazariye ve gelenekleri, 2007 s.259- 271
[42] H. Kübra Yücedoğru(U.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü)
ve Vejdi Bilgin (Doç. Dr., U.Ü. İlahiyat Fakültesi), “Onbirinci Yüzyılda
Siyasal Gerçeklik ve İslâm Siyaset Düşüncesine Etkisi”, T.C.
Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi Cilt: 17, Sayı: 2, 2008. s.
729-746
[43] Bilindiği gibi İlk çağda eski Yunan uyanışı
Anadolu, Fenike ve Mısır tercümeleriyle; orta dönem Türk Uygur uyanışı Hind,
İran ve Nasturî tercümeleriyle; İslam uyanışı Yunan (Nesturî, Yakubî), Hind ve
İran tercümeleriyle; yeni Batı uyanışı ise İslam (Türk, Arap, Acem), Yahudî ve
Yunan tercümeleriyle gerçekleşti (Ülken, 1935, 19).
[44] Bu kısımda “Yüksel
Çelik, Abdulhamid el-Katib ve Arap Nesrindeki Yeri, Yüksek Lisans Tezi, Selçuk
Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Temel İslam Bilimleri Ana Bilim Dalı,
Arap Dili ve Belagatı Bilim Dalı, Konya 2007” çalışmasından yararlanılmıştır.
[45] Abdülhamîd
el-Kâtib, Fırat yakınlarındaki Enbâr'da doğdu. Şam'da yetişti. Emevi
bürokrasinde çalıştı. 750 yılında kadar II. Mervan'la birlikte Mısır'da
öldürüldü. Farklı konularda yaklaşık bin adet risale yazdı. Ahdü Mervân ilâ
İbnihi Ubeydillâh adlı eseri güncelliğini 21. yüzyılda da korumayı başardı.
[46] Antik Yayınları
tarafından yayınlanan Abdülhamid el Katip (Çevirmenler: Güldane Gündüzöz, Soner
Gündüzoz) tarafından kaleme alınan Doğunun
Hükümdarı adlı kitabının içeriğiyle ilgili tanıtım yazısı: Doğunun
Hükümdarı, siyaset teorisinin kayıp halkasıdır. Ülkemizde pek bilinmeyen bu
eser, Arap edebiyatında siyasetname geleneğinin ilk özgün klasiğidir…
[47] Ebu'l Hasan Ali İbn Muhammed İbn Habib el-Maverdi (972'de Basra'da doğdu, 1058 yılında öldü).
Temel eğitimini tamamladıktan sonra, ilk olarak hukukçu Ebu'l-Vahit
el-Simari'den Fıkıh (İslam kamu hukuku) öğrendiği Basra'da öğrenim gördü. Sonra
Şeyh Abdülhamid ve Abdullah el-Baki himayesinde ileri çalışmaları için Bağdat'a
gitti. Kamu hukuk, ahlak, siyaset bilim ve edebiyat alanındaki uzmanlığı ona
saygın bir kariyer sağlamada çok yararlı oldu. Kadı (Hakim) olarak ilk tayin
edilmesinden sonra, giderek daha yüksek memuriyetlere terfi ettirildi ve
sonunda Bağdat'ta Baş kadılığa terfi etti. Abbasi Halifesi El-Kaim bi Emrullah
onu gezici büyükelçisi olarak atadı ve özel görevlerin başkanı olarak birçok
ülkeye gönderdi. Bu sıfatla, Abbasi Halifeliğinin çöküşü ve Büveyiler ve
Selçukluların artan güçleri arasında uyumlu ilişkiler tesis etmede bir anahtar
rol oynadı. Zamanın birçok Sultanından zengin hediyeler ve övgüler aldı.
Büveyhiler tarafından ele geçirildiğinde halen Bağdat'taydı. Mâverdî’nin
temel siyasî düşüncelerini yansıtan eser, Ahkâmu’s-Sultâniyye’dir.
Muhtemelen 437-450 (1045-4058) yılları arasında yazılan eserin tam adı, “el-Ahkâmu’s-Sultâniyye
ve’lvilâyâtü’d-diniyye” dir. Eseri Claude
Cahen, İslâm hukuk literatürünün “istisnaî
bir terkibi”, M. Henri Laoust “İslâm
kamu hukukuna dair eserlerin (…) mükemmel bir örneği” olarak
nitelemektedir. Carra de Vaux de onu Kur’an hukukunun bir çeşit felsefî
nazariyesi şeklinde vasıflandırmaktadır.
Kaynak: İslam Düşünce
Tarihinde Devlet Anlayışı: Maverdi ve Nizamülmülk
Örneği, Ömer Menekşe, Din İşl. Yük. Krl. Uzmanı, Diyanet İşleri
Başkanlığı, omersevde@hotmail.com
[48] Ömer Menekşe (Din İşl.
Yük. Krl. Uzmanı, Diyanet İşleri Başkanlığı), “İslam Düşünce Tarihinde Devlet Anlayışı: Maverdi ve
Nizamülmülk Örneği”, Dinbilimleri Akademik Araştırma
Dergisi V (2005), Sayı: 3, 193-210.
[49] İbn
Zafer 1104 yılında Norman hakimiyeti altındaki Sicilya’da doğdu. Sonradan
ismine eklenen “El-Mekki” takısı yüzünden Mekke’de büyüdüğü ve eğitim gördüğü
sanılıyor. Daha sonraki yıllarda Suriye’nin Halep kentinde Nureddin Mahmud
Zengi’nin (1146-1174) sarayında üst düzey bir memuriyet elde etti. Suriye’de iç
savaşın patlamasıyla Sicilya’ya dönen Zafer, daha sonra Mısır’a gitmek için
Sicilya’yı terk etti ve kaynaklara göre 1170 veya 1172 yılında Suriye’nin Hama
kentinde yoksulluk içinde öldü. İbn Zafer, çoğu ilim ve sanat adamının aksine,
kendisinden sonra gelenler kadar kendi çağdaşları tarafından da oldukça büyük
bir saygı gördü. Büyük coğrafya bilgini Yakut el-Hamavi onun için “hassas bir
dilbilimci” derken, İmameddin el-Ishafani ise onun için “muazzam bir dahi”
sözcüklerini sarf ediyordu. Daha birçok örnekte mevcuttur. Bunların yanı sıra
kendisine devletler tarafından Şems el-Din (dinin güneşi) ve Cemal el-İslam
(dinin güzel yüzü), gibi birçok onur payesi de takdim edilmiştir. Ayrıca çok
azı günümüzde ulaşabilmesine rağmen İbn Zafer otuz iki kitaplık mirasıyla çokça
üreten bir yazardı. Hem teolojik hem de seküler bir çok bilim dalına hakimdi. Zafer
el-Sicili, Machiavelli’den yaklaşık 350 sene önce Sicilya’da yaşamış bir Arap
düşünür. Hint, Fars, Arap, Yunan klasiklerinden etkilenen Sicilyalı,
İbnül-Mukaffa, Cahiz, İbn Kuteybe, Maverdi, Nizamülmülk, Gazzali, El Turtuşi
gibi büyük bilginlerin geleneğini takip etmiştir. Bilgisi ve birikimiyle
ise İbn Teymiyye, İbnü’t-Tıktakâ, Devvani gibi isimleri etkilemiştir. Kaynak: Selçuk Uygur, 23.01.2011,”İbn Zafer, Machiavelli ve
Prenslerere Ayna (Fürstenspiegel)…” http://www.selcukuygur.com/2011/08/26/ibn-zafer-machiavelli-ve-prenslerere-ayna-furstenspiegel/
ve Ender Helvacıoğlu:
Bilim ve Gelecek Dergisi Yayın Yönetmeni Radikal Kitap / 16/10/2009
[50] Zühd, Arapça da bir şeye
meyletmemek anlamına gelir
[51] Tam adı Ebu'l-Abbas Takıyyuddîn Ahmed bin Abdülhalîm bin Mecdiddîn
bin Abdüsselâm bin Teymiye olan İbn Teymiyye (1263-1328) Suriye'nin kuzeyindeki
Harran'da doğmuştur. Moğol istilası yüzünden, çocukken ailesiyle birlikte Şam'a
gitmişlerdir. O dönemlerde Şam bilim ve kültür açısından da çok önemli bir
şehirdi. Moğol istilaları döneminde doğması ve yetişmesi onun karakterini
etkilemiş, siyasi düşüncesinde de yansımaları olmuştur. İbn Teymiye'nin babası
da bir alimdi ve ilk eğitimini ailesinden, özellikle babasından almıştır.
Felsefe ve mantık konusunda yaptığı tenkitler düşünülürse büyük ihtimalle
felsefe ve mantık ilimleriyle de ilgilenmiş, bu konularda çeşitli araştırmalar
yapmıştır. İbn Teymiye fakih (hukuk alimi) ve muhaddis (hadis alimi)
kişiliğinin yanı sıra akaid konularında da çeşitli söylemlerde bulunuyordu. Bu
sırada gelişen bir Moğol istilası karşısında da aktif biçimde rol almış ve
savaşmıştır. Kaynak: http://www.supermeydan.net/forum540/thread58800.html#ixzz24qtEMhg4
[52] İbn Haldun 1332’de Tunus’ta doğmuş, 1406 yılında Kahire’de
ölmüştür. Kişiliğinde; bilim ve siyaseti bütünleştiren bu çok yönlü düşünür,
tıpkı Aristo gibi, bu gün ayrı ayrı bilim dallarının işlediği çeşitli konularla
ilgilenmiştir. Tarih felsefesinin ve siyasi sosyolojinin öncüsü olan Haldun,
siyaset, maliye, iktisat, şehircilik, müzik, mantık, demografi vs. gibi
alanlara el attığından, tarihi maddeciliğe (materyalizme) kadar uzanan çeşitli
modern görüşlerin ilk işaretlerine onun eserlerinde rastlamak mümkündür. Bu
durum; Haldun’un yaşadığı sosyal ve siyasal ortamın bütün özelliklerini
kavraması, sosyal olay ve olguları gözleyip anlayarak açıklamaya çalışması
uğraşından kaynaklamaktadır. Endülüs’e giderek elçilik yapmış ve bu arada
İspanya Kralı Alfonso’nun hayranlığını kazanmıştır. Kralın, İspanya’da yerleşmesi
isteğini kabul etmeyen Haldun, İspanya’dan ayrılarak tekrar Afrika’ya dönmüş,
çeşitli siyasi, idari, askerî görevleri yanında bilimsel çalışmalarda
bulunmuştur. Mukaddime adlı eserini yazmış ve 1378’de Fas sultanına sunmuştur. Kaynak:
Cemal Şener, “İbn Haldun’un Hayatı ve Düşünceleri”, Aydüşü Yayınları, Ocak
2002, İstanbul
[53] Orhan M. ÇOLAK (“İstanbul Kütüphanelerinde Bulunan Siyasetnâmeler
Bibliyografyası”, İslâm Konferansı Teşkilâtı İslâm Sanat
Tarih Kültür Araştırma Merkezi (IRCICA), Türkiye Araştırmaları
Literatür Dergisi, Cilt 1, Sayı 2, 2003, 339-378) adlı çalışmasından.
[57] Kabusname, Keykavus, Çeviren: İlyasoğlu Mercimek Ahmed,
1nci Cilt, Hazırlayan
ve sadeleştire:
Atilla Özkırımlı, Tercüman 1001 Temel Eser, s.47
[58] Lütfü Paşanın doğum
tarihi hakkında herhangi bir bilgi olmamasına rağmen
getirildiği görevlerden
hareketle 1488 yılı civarında dünyaya geldiği
tahmin edilmektedir. Arnavut kökenli bir devşirme
olan Lütfi Paşa, II.
Bayezid’in saltanatının ortalarında saraya alınmış ve
burada iyi bir tahsil görmüştür.
Yavuz Sultan Selim döneminde çeşitli
devlet kademelerinde çalışan müellif,
Kanuni Sultan Süleyman döneminde sancakbeyliği,
beylerbeyliği, III.
Vezirlik, II. Vezirlik gibi makamların ardından, 1539 yılında sadrazamlık
makamına getirilmiş ve Kanuni
Sultan Süleyman’ın kız kardeşi
ile evlenerek saraya damat olmuştur.
İki yıl boyunca bu görevi sürdürdükten sonra
1541 yılında görevinden azledilen Lütfi Paşa,
bundan sonraki ömrünü Dimetoka’daki çiftliğinde
eserlerini yazmakla geçirir. 1563 yılında Dimetoka’da vefat eden Lütfi Paşa’nın
Tevarîh-i Âl-i Osman ve Halasü’l-ümme
fi ma’rifeti’l-e’imme isimli çok önemli iki eseri bulunmaktadır
[60] Yılmaz, “XVI. ve XVII. Yüzyıl
Islahatnamelerine Göre Osmanlılarda Siyaset ve Toplum Düsüncesi”, s.55.
[61] Orhan M. ÇOLAK (“İstanbul Kütüphanelerinde Bulunan Siyasetnâmeler
Bibliyografyası”, İslâm Konferansı Teşkilâtı İslâm Sanat
Tarih Kültür Araştırma Merkezi (IRCICA), Türkiye Araştırmaları
Literatür Dergisi, Cilt 1, Sayı 2, 2003, 339-378) adlı çalışmasından.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder