21 Şubat 2021 Pazar

“Siyaset” mi, “Politika” mı?

 Ülkemizde, siyaset sözcüğü daha ağırlıklı olmak üzere siyaset ile politika sözcükleri eşanlamda kullanılır. Ancak iki sözcük arasında ince bir ayırım vardır. Şöyle ki, Arapça olan siyaset sözcüğü at yetiştirmek olan seyis sözcüğünden türetilmiştir, doğasında terbiye etmek, istediğini yaptırmak vardır, dayatmacıdır. Böyle olmakla toplumun geneline değil belirli bir kümenin yararınadır. Öte yandan politika sözcüğü Grekçe kökenli olup, farklı düşünceleri uzlaştırma anlamındadır. Böylelikle daha büyük bir toplumun yararınadır.

Bu ince ayrımı ülkemiz politikacılarında açıkça görmekteyiz. Genelde sağ eğilimli politikacılar siyaset sözcüğünün belirttiği anlamda davranırlar; önderlerinin (onlar lider der) görüşlerine boyun eğerler, çünkü öyle yetiştirilmişlerdir. Parti önderinin dayattığı düşünce dışında görüş belirtmeleri enderdir. Böyle yapmaya yeltenenler ya partiden atılır, kendileri ayrılıp yeni parti kurarlar ya da politik ortamdan çekilirler. Öt yandan sol eğilimli politikacılar daha çok politika sözcüğünün çağrıştırdığı anlamda davranırlar. Parti önderinin görüşlerine ters gelebilecek görüşler belirtmekten çekinmezler.

Bu davranış farklılığının temelinde İslam düşüncesi yatar. İslam’da politik düşünce değil, siyaset düşüncesi vardır. Çünkü İslam demek bir yerde dogmadır, inanç kaynaklı olduğu için akla değil, nakle dayanır. Bu da biat etmeyi, diğer bir deyişle otoriteye boyun eğmeyi, onun dayatmaları dışına çıkmamayı gerektirir. Sorgulama yoktur, soru soranı, hakkını arayanı sevmezler. Biz değil, ben ve öteki vardır. Biz uzlaşmayı gerektirir, bu beceri de laik eğitimle kazanılır. Bu yüzden sağ eğilimli politikacılar, laik eğitimden önce din temelli öğretimi ön planda tutarlar. Çünkü din temelli öğretim sorgulamayı değil, söyleneni kabul etmeyi öğretir. İşte at terbiye etmek (seyislik) yalnızca söyleneni yapacak, kindar da olabilecek çocuklar yetiştirmeye dönüşür. Bunların örneklerini günümüzde üzülerek görmekteyiz.

Politikanın bir tanımı da devlet yönetme sanatıdır. Birbirleri ile çelişen düşünceler arasında bir uzlaşma yolu bulma sanatıdır. Toplumda barış ve huzuru sağlama sanatıdır. Toplumun sorunlarını çözme sanatıdır. Yalan söyleme, iftira atma, kamu gücünü kötüye kullanma, kamu kaynakları israf etme, toplumu bölme, kindar insanlar yetiştirme değildir. Bu ayırımı bilen politikacılar tarafından yönetilmek bizim en doğal hakkımızdır. Çünkü onların kullandıkları kaynakları biz üretiyoruz. Bu ayırımı bilmeyenlere, bilmek istemeyenlere saygı duymuyorum, duymayacağım.

Ülkemiz politikacıları, siyaset anlamında değil politika anlamında davranmaya başladığında düzlüğe çıkabiliriz.

13 Şubat 2021 Cumartesi

“Bilim” ile “İlim” Arasındaki Fark (Not 1)

Türkiye’de belirli bir bölüm yazarlar ısrarla “bilim” yerine “ilim” sözcüğünü kullanırlar. Aradaki ayrımı bilmeden yapanlara bir diyeceğim yok, ama bilerek yapanlar ya Arapçı ya da pozitif bilimden kuşku duyuyor olmalıdır. Çünkü temelde “ilim” bilginin aktarılmasına dayanırken “bilim” araştırmaya, akılcılığa dayanır. Bilimle uğraşanlara “bilgin” denirken, ilimle uğraşanlara da “alim” denir.

Bu dünya işlerini inanç temeli üzerine kuran bir dinde “itaat” aranır, bilim ve felsefenin temeli olan “sorgulama” yoktur, sorguluma olmadığı için “akılcılık” gereksinimi duyulmaz. Dolayısıyla böyle bir toplumda ne “felsefe” ne de “bilim” gelişir. Zaten, modern buluşların hiçbiri Müslüman ülkelerde gerçekleşmemiştir. İslamiyet’in başlangıcındaki bilimsel gelişme de Arap yayılması sırasında eski bilimlerin merkezi olan Suriye, Mezopotamya, Horasan bölgelerindeki bilimsel mirasın sahiplerince geliştirilmiştir. Ne zaman ki “içtihat kapıları kapandı” (Not 2), o bölgelerdeki gelişmeler de durdu, yerini katı bir bağnazlığa bıraktı.

Not 1: Kaynak: “Stratejinin Kaynakları: Türkler, Farslar ve Araplar” adlı çalışmam.

Not 2: İçtihat: Nassın lafız ve manasından hareketle, nassın bulunmadığında da çeşitli istinbat metotları kullanılarak şer‘i hüküm hakkında zanni bilgiye ulaşma çabasının genel adı. İçtihat Kapısı: Joseph Schacht’ın saptamasına göre, 9. yüzyılın ortalarına kadar içtihat hususunda bir kısıtlama bulunmazken bu tarihlerden başlayarak yalnızca önceki müçtehitlerin içtihat ehliyetine sahip oldukları yönünde yaygınlaşmaya başlayan anlayış 10. yüzyılın başlarından başlayarak genel bir kabule dönüşmüş ve artık bu dönemden sonra fakihlerin bütün işlevleri önceki imamların doktrinlerini yorumlamaktan ibaret kalmıştır. Bu durum literatürde içtihat kapısının kapanması olarak bilinir. (Kaynak: H. Yunus Aydın, İslam Ansiklopedisi)

Devleti yönetmeye istekli bir politikacı neleri bilmelidir

Devlet yönetimi çok ciddi bir sanattır. Buna devlet yönetim sanatı derler (İngilizcesi statecraft). Yalnız akçeli işler demek değildir.

Zamanımızda hiç bir ülke tek bir etnik yapı, tek bir din, dahası tek bir mezhep, tek düze kuruluşlar içermiyor. Çok farklı çıkarları olan birey ve kümelerden oluşuyor.

Devleti yönetenlerin bu kadar farklı çıkar kümelerini ortak bir paydada buluşturması gerekir. Zaten politika sözcüğünün de anlamı çok farklı düşüncelerin uzlaştırılması anlamındadır.

Bu nedenle bir politikacı önce tarihi bilecek, ama vakavinüslerin yazdığını değil. Bir tarih bilinci olmalı ki, okuduğu tarihi anlayabilsin.

Sosyoloji bilmeli ki, yönetmeye kalktığı toplumu anlayabilsin.

Antropoloji bilmeli ki, toplumun hangi aşamalardan geçerek bugüne geldiğini anlasın.

Coğrafya bilmeli ki, ülkesinin doğal kaynaklarının değerini anlasın.

Felsefe bilmeli ki, sorgulamadan korkmasın.

Din sosyolojisi bilmeli ki, farklı dinlerin, mezheplerin duyarlılığını anlayabilsin. Uluslararası ilişkileri bilmeli ki, dünyada yalnız olmadığını anlasın.

Diplomasi bilmeli ki, uluslararası ilişkilerde zor durumda kalmasın.

Eğer bunları bilmez, eksik bilir, yanlış bilir ise hem kendisine hem de topluma zararı çok büyük olur.

Devlet ciddi bir kurumdur, esnaf dükkanı değil.

Sosyal Medyadaki Bir Paylaşım Üzerine

Sosyal Medya’da Turgut Özal’ın yazdığı ileri sürülen ve Türkçeye "Tarih ve Miras" olarak çevrilen Fransızca bir kitapta Türklere hakaret edildiği belirtiliyor. Söz konusu kitap 1988 yılında orijinal olarak Fransızca yazılmış, 1991 yılında Nicosia, Northern Cyprus: K. Rustem & Brother tarafından "Turkey in Europe and Europe in Turkey" olarak İngilizce basılmıştır. Bu basım Türk Dışişleri Bakanlığı’nın web sayfasında yer alıyor. Ancak, burada Kaynaklar bulunmuyor.

Bu metnin tümünü okumadım, genel olarak incelediğimde Anadolu’nun tarihöncesinden başlayıp, Hattiler, Hititler ve diğer Anadolu kavimleri, sonra İyonya, Helenistik dönem, Roma, Doğu Roma, Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye Cumhuriyeti ile devam ediyor. Temel olarak Anadolu’da Türklerin önceki uygarlıkların bir sentezini oluşturduğu ileri sürülüyor. Buna ilişkin web sitesindeki ilgili metnin İngilizce ve benim çevirimle Türkçesini aşağıda veriyorum. Özellikle bu sonuç İslamcı bir Politikacı olan Turgut Özal’ın düşünceleri ile ters düştüğünü değerlendiriyorum. Çünkü İslamcı düşüncede olanlar için Anadolu’daki Türk Tarihi, Malazgirt ile başlar. Hele Osmanlının Doğu Roma (Bizans) mirasını sürdüğü asla kabul edilmez. Zaten kitabı Turgut Özal değil, o zamanın Paris Büyükelçisi Gündüz Aktan yazmıştır. Turgut Özal’ın böyle bir Türk tarihi yazabilecek birikiminin olması olası değil. Metinde geçen İlkçağ ve sonraki filozof ve bilginlere ilişkin alıntılar üzerine temel bir bilgisinin olduğunu sanmıyorum.

The Turks, living in this territory for a thousand years, have inherited some part of the culture of every civilization which flourished here since prehistory. They have evolved a synthesis derived from the cultural legacy of Anatolia, from the culture they brought with them from Central Asia, and from the Muslim religion. Their talent for synthesis and their ecumenical character have enabled them to blend these three strands together. The imprint of these heritage's is readily visible in the cultural fabric of Turkey today. You yourselves accept that your own civilization originated in Mesopotamia (where civilization flowered for the first time), then Anatolia, the Aegean basin, and Rome. We have at least as much right as you to adopt these ancient civilizations as our own, since they are those of our own land. In looking at our history as an insider of Anatolia, we can claim to have lived on this land since the beginning of the Anatolian civilizations, for both culturally and demographically the preceding civilization has each time been carried over, at least to a certain extent, into the succeeding one.

Bin yıldır bu topraklarda yaşayan Türkler, tarih öncesinden beri burada gelişen her uygarlığın kültürünün bir kısmını miras almışlardır. Anadolu'nun kültürel mirasından, beraberlerinde Orta Asya'dan getirdikleri kültürden ve Müslüman dininden türeyen bir sentez geliştirdiler. Sentez yetenekleri ve ekümenik karakterleri, bu üç ipi bir araya getirmelerini sağladı. Bu mirasın izleri, bugün Türkiye'nin kültürel dokusunda kolayca görülebilir. Kendi uygarlığınızın Mezopotamya'da (uygarlığın ilk çiçek açtığı yer), sonra Anadolu'da, Ege havzasında ve Roma'da ortaya çıktığını kendiniz kabul ediyorsunuz. Bu kadim uygarlıkları kendi topraklarımız olduğu için benimsemeye en az sizin kadar hakkımız var. Tarihimize Anadolu uygarlıklarının başlangıcından beri bu topraklarda yaşadığımızı iddia edebiliriz, çünkü hem kültürel hem de demografik olarak önceki uygarlık her seferinde en azından belli bir dereceye kadar sonraki olana taşındı.

It was we, therefore, who brought about the Neolithic revolution. The Sumerians were also a people whose language was agglutinative like ours and had the most important word, namely God, in common with us. The Anatolian civilizations were created by indigenous peoples, Hattis, Hurrians, Lydians, Lycians, Sea Peoples, and Minoan Cretans. Indo-European peoples such as the Hittites, the Luvians, and later the Ionians and the Phrygians, were assimilated by the indigenous peoples, who had been already civilized.

Bu nedenle Neolitik devrimi biz gerçekleştirdik. Sümerler de bizimki gibi sondan eklemeli ve en önemli sözcüğe, yani Tanrı'ya, bizimle ortak olan bir halktı. Anadolu uygarlıkları yerli halklar, Hattiler, Hurriyalılar, Lidyalılar, Likyalılar, Deniz Kavimleri ve Minos Giritleri tarafından yaratılmıştır. Hititler, Luviler ve daha sonra İyonyalılar ve Frigler gibi Hint-Avrupa halkları, zaten uygarlaşmış yerli halklar tarafından asimile edildi.

Politika üzerine

Politikanın bir tanımı da devlet yönetme sanatıdır. Birbirleri ile çelişen düşünceler arasında bir uzlaşma yolu bulma sanatıdır. Toplumda barış ve huzuru sağlama sanatıdır.

Toplumun sorunlarını çözme sanatıdır.

Yalan söyleme, iftira atma, kamu gücünü kötüye kullanma, kamu kaynakları israf etme, toplumu bölme, kindar insanlar yetiştirme değildir.

Bu ayırımı bilen politikacılar tarafından yönetilmek bizim en doğal hakkımızdır.

Çünkü onların kullandıkları kaynakları biz üretiyoruz.

Bu ayırımı bilmeyenlere, bilmek istemeyenlere saygı duymuyorum, duymayacağım.

Yeter artık, çıksınlar yaşamımızdan. Bıktım, düzeysiz tartışmalardan.

Devlet adamı üzerine

 Devlet adamı hangi politik partiden olursa olsun, kişisel geleceğini değil ülke geleceğini öne çıkarır.

Ülke zenginliğini, ülke insanlarına olabildiğince adil dağıtmaya çalışır, yandaş gözetmez.

Din, etnik, sosyal sınıflar arasında asla ayrımcı davranmaz.

Uygulamalarında dini tercihini toplumla paylaşmaz, göstere göstere ibadet gibi ilkel uygulamalardan uzak durur.

Gençlerin eğitimi, ülke zenginliklerinin ülke ekonomik gücünü artıracak konularda hiç bir ayrımcılık asla yapmaz.

Şimdi soruyorum size ülkeyi yönetenler arasında devlet adamı var mı yok mu?

Günümüz politikacılarının geçmişten ders alması gereken bir durum

 Ölüm döşeğinde Fransa kralı Louis XIV büyük torunu ve varisi Louis XV başucuna çağırıp onu şöyle uyardı: “Çocuğum, yakında büyük bir krallığın hükümdarı olacaksın. Tanrı'ya olan yükümlülüklerinizi unutmayın; unutma ki, olduğun her şeyi O'na borçlusun. Komşularınızla barış içinde yaşamaya çalışın; ne savaşa olan düşkünlüğümde ne de yaptığım fahiş harcamalarda beni taklit etme. Tüm eylemlerinizde tavsiye alın. İnsanları mümkün olan en erken zamanda rahatlatmaya ve böylece maalesef kendim yapamadığım şeyi başarmaya çalış.”

İyi ve zamanında bir tavsiye olmasına karşın, Louis XV ve bakanları buna pek kulak asmadılar. Uzun saltanatı boyunca Fransa, insanlar ve para açısından ağır harcamalar gerektiren en az üç çatışmaya Louis XV, zeka ve yeteneklere sahipti ve yaklaşan kıyameti hissedebiliyordu. Ancak yönetimine sızan çürümeyi gidermeye hazır değildi. Hükümeti son derece otokratik idi ve Fransa'yı yaklaşmakta olan tehlikelerden kurtarabilirdi. Ancak ciddi bir işten kaçınıp ahlaksız ve sinsi bir yaşam sürdü. Kardinal Fleury'nin (Başbakan) ölümünden (1743) sonra Fransa'da gerçek bir kargaşa yaşandı. Kralın tüm politikaları ciddi olarak eleştirildi. Onun rezil kaşe mektupları (Fransa'daki kişileri tutuklamak için yetkililerin kullandığı kraliyet mührünü taşıyan mektuplar) yoluyla ona karşı muhalefeti bastırmaya çalıştı. Vergi ve dış politika konularında onu eleştirmeye başlayan Paris Parlamentosunu ve diğer yerel Parlamentoları kaldırdı. Onların yerine saraylar kurdu ve etkinliklerini kesinlikle adli çalışmalarla sınırladı. Kral, Fransa'da yaklaşan fırtınanın farkına vararak, benden sonra tufan (Apres moi, le deluge) ilan etti.

Kaynak: Rao, B. V., History of Modern Europe (AD 1789-2013)

Tarihten Bir Kesit: Kavrayabilenler için bir ders

 1848’deki Fransız Devrimi

Fransa'da işçilerin toplumdaki yerlerini değiştirme girişimleri acımasızca bastırıldı. Napolyon Bonaparte’ın yeğeni Louis Napoleon, genel (erkek) oy hakkının köktenci olmayan, üstelik gerici uçlar için kullanılabileceğini anladı. Seçmenlerin kimileyin kendi çıkarlarına aykırı oy kullanmaya yönlendirilebilmesi, 21. yüzyılın büyük bir ifşası değildir. Ondokuzuncu yüzyılda, genel oy hakkının zulmü ve yoksulluğu ortadan kaldıracak sihirli bir formül olduğu düşünülüyordu. Bundan yararlanan Louis Bonaparte, ünlü adını kullanarak, kendisini tüm insanlara her şey olarak sunarak 20 Aralık 1848'de Fransız Cumhuriyeti'nin cumhurbaşkanı seçildi.

Başarılı bir darbe düzenledi; 2 Aralık 1852'de kendini “İkinci İmparatorluk” İmparatoru Napolyon III olarak ilan etti. Bu girişimde Mussolini’nin ve Hitler’in daha sonra genişletecekleri teknikleri kullanarak başarıya ulaştı. Açık ve yasal politik etkinlikleri gizli yasadışı etkinliklerle ustaca birleştirerek iktidara geldi. Kendi “kişisel ordusu”, daha sonra Mussolini'nin Siyah Gömlekleri, Hitler'in Kahverengi Gömlekleri’nin öncüsü oldu. O, gerçeklere dayanan doğruluğa değil, iknalarına dayanan bir “propaganda ustasıydı”. L. Bonaparte, zengin ve ödüllendirilmiş arkadaşlara ve yakınlara hizmet ederken halkın adamı olduğunu ileri sürüyordu.

Kaynak: W. A. Pelz, A People’s History of Modern Europe