18 Temmuz 2025 Cuma

Bir Türk-Arap Kardeşliği Mümkün Mü

Bir “Türk-Arap Kardeşliği” Mümkün Mü?

Son günlerde bir "Türk-Kürt-Arap Kardeşliği" söylemi tutturuldu. Söylenenlere bakılırsa birçok kavramda olduğu gibi "kardeşlik" kavramının da içi boşaltılıyor. Bir Türk-Arap kardeşliği mümkün mü?

Kardeşlik üzerine konuşmak kolay, ama gerçek kardeşliği kurmak zordur. Hele ki bu kardeşlik, yalnızca ortak bir dine dayandırılıyorsa, işin içi daha da karmaşık hale gelir. Günümüzde "din kardeşliği" söylemi, çoğu zaman halklar arasında gerçek bir bağ kurmaktan çok, politik manevra alanı yaratmak için kullanılıyor. Özellikle Ortadoğu politikalarında sıkça görülen bu yaklaşım, dinsel duyguları dış politikanın bir uzantısı haline getiriyor, halklar arasındaki doğal mesafeyi yapay bir yakınlıkla kapatmaya çalışıyor. Oysa bu tür söylemlerle kurulan ilişkiler ne kalıcıdır ne de samimidir.

Kültür ve Kimlik: Dinin Ötesi

Kardeşlik, yalnızca din temelli bir kavram değildir. Din, kültürel unsurlardan yalnızca biridir. Oysa kültür; dil, tarih, gelenek ve coğrafya gibi birçok etmenin birleşimiyle oluşur. Kültürün en temel taşı olan dil binlerce yıllık bir geçmişe dayanır. Ayrıca coğrafyanın kültür üzerindeki etkisi küçümsenemez; çöllerde yaşayanlarla bozkırlarda yaşayanların yaşam tarzları, değer yargıları ve sosyal yapıları büyük ölçüde farklıdır. Çölde yaşayanla bozkırda yaşayanın dünyaya bakışı, yaşamı algılayışı elbette farklı olacaktır. İşte bu kültürel farklılıklar, zamanla farklı etnik yapıların ve toplulukların doğmasına neden olmuştur.

Bu kadar farklı geçmişlere ve yaşam koşulları olan iki halk yalnızca aynı dine mensup oldukları için nasıl "kardeş" olabilir? Kaldı ki, nasıl tüm Araplar Müslüman değilse, tüm Türkler de Müslüman değildir. Türkiye'nin %99’unun Müslüman olduğu söylemi de dayanağı olmayan bir savdır. Günümüzde ibadet çoğu zaman bireysel bir inançtan çok, sosyal bir gösteriye dönüşmüştür. Bu nedenle bir kişinin camiye gitmesi, onun gerçekten inançlı bir Müslüman olduğunu kesin biçimde göstermez. Dinin bireysel bir inanç olduğu gerçeğini unutarak, yalnızca camiye gitmeyi Müslümanlık saymak, yüzeysel bir bakış açısının ürünüdür.

Daha da düşündürücü olan, bu kardeşlik söylemlerinin mezhep farklarını da göz ardı etmesidir. Tarih boyunca Sünni-Alevi, Şii-Sünni çatışmaları İslam coğrafyasını kan gölüne çevirmiştir. Türkiye'de ise Alevi yurttaşlar yüzyıllar boyunca hem dinsel hem de kültürel ayrımcılıkla karşılaşmıştır. Buna karşın "ümmet" söylemi altında herkesi aynı dinsel yapının içine yerleştirme çabası, toplumsal barıştan çok dayatma ve baskı anlamı taşır.

Tarihsel Gerçekler: Zorla İman ve Müslümanlaşma Süreci

Türklerin İslamiyet'i kabul süreci genellikle "barışçıl yayılma" şeklinde anlatılsa da, tarihsel gerçekler bunun oldukça karmaşık ve çoğu zaman acı dolu bir süreç olduğunu gösteriyor. Özellikle Emeviler döneminde, Orta Asya'daki Türk boylarıyla Arap orduları arasında yaşanan çatışmalar hem büyük yıkımlara yol açmış hem de dinin zorla kabul ettirilmesine sahne olmuştur. Türkler İslam’a geçiş sürecinde, Emeviler döneminde Arapların mevali (Arap olmayan Müslümanlar) olarak kabul ettikleri sınıfa dahil edilmesiyle büyük ayrımcılığa uğramışlardır. Bu dönemde Arapların, Türkleri “barbar” ve “medeniyetsiz” olarak görmeleri yaygın bir anlayıştı. Arap yazarların eserlerinde Türkler hakkında küçümseyici ifadeler sıkça yer alır. Bu durum, yalnızca sosyal ayrımcılık değil, aynı zamanda politik ve kültürel bir baskı biçimi olmuştur. Emeviler’in Horasan ve Çayardı (Maveraünnehir) bölgelerine yaptıkları askeri seferlerde Türklere karşı uygulanan sertlik, birçok yerde İslam’a geçiş sürecini zorlaştırmış, dahası direnç doğurmuştur.

Ayrıca İslam dünyasında bazı Arap yazar ve düşünürlerin Türklere yönelik küçümseyici, dahası düşmanca ifadeleri de dikkat çekicidir. Örneğin, ünlü Arap yazar Cahiz'in (9. yüzyıl) eserlerinde Türklere ilişkin "barbar", "kaba", "medeniyet dışı" gibi nitelemeler görülür. Yine dönemin bazı fıkıhçılarında da Türklerin "dine sonradan giren, Arap olmayan cahil kitleler" olarak tanımlandığına rastlarız. Bu bakış, ümmet içindeki eşitlik iddiasını sorgulatır niteliktedir.

Tarihsel Hesaplaşma ve Gerçekler

Böylesi bir ortamda, "Türk-Arap kardeşliği" gibi söylemler; tarihsel gerçekleri, sosyolojik verileri ve coğrafi farklılıkları göz ardı etmekten başka bir anlam taşımaz. Üstelik tarih boyunca Arapların Türklere yaptığı bazı zulümler, görmezden gelinerek silinemez. Tarihi romantize etmek, gerçekleri değiştirmez.

Daha da önemlisi, tarihin yükü hafif değildir. Tarihi olaylar yüzleşilmeden unutulamaz. Türk-Arap ilişkileri, yalnızca İslam kardeşliği üzerinden tanımlanamayacak kadar karmaşık ve inişli çıkışlıdır. Araplarla Türkler arasında yüzyıllar süren bir geçmiş vardır ve bu geçmiş yalnızca "ümmet kardeşliği" ile açıklanamaz. Örneğin, Abbasi döneminde Türk askerlerinin orduya alınması, bir tür politik ihtiyaçtı; bu birliktelik dostluktan çok stratejikti.

Yavuz Selim ve II. Abdülhamid’in Çabaları

Türk-Arap ilişkilerinin tarihindeki önemli dönemeçlerden biri Osmanlı padişahı Yavuz Selim’in (1512-1520) Mısır Seferi (1516-1517) sonrası Arap topraklarını Osmanlı yönetimine katmasıdır. Onun bu hamle, yalnızca politik bir güç gösterisi değil; aynı zamanda “ümmet” anlayışını güçlendirmek, Arap ve Türk halklarını İslam kardeşliği altında birleştirmek amacı taşımıştır. Ancak Arap bölgelerinde, kültürel farklılıklar iki halk arasındaki gönül bağlarının kurulmasını zorlaştırdı.

Benzer şekilde, yaklaşık 400 yıl sonra II. Abdülhamid (1876-1909) döneminde de Osmanlı yönetimi Araplarla Türkler arasındaki bağı kuvvetlendirmek için yoğun diplomatik ve kültürel çabalar harcadı. II. Abdülhamid, Pan-İslamizm politikasıyla İslam ümmetini Osmanlı himayesi altında tutmayı amaçladı. Medreseler açtı, Arap önderlerle ilişkileri geliştirmeye çalıştı. Ancak, bölgedeki Arap milliyetçiliğinin yükselişi bu çabaların başarılı olmasını sınırladı. Her iki padişahın da çabaları, resmi söylem ve sınırlı politikalarla kaldı; halkların gönüllerinde derinleşen tarihsel ve kültürel farklılıklar ile bölgesel çıkarlar, gerçek anlamda bir kardeşliğin kurulmasını engelledi.

Yine Osmanlı döneminde, özellikle Arap Yarımadası'nda ortaya çıkan isyanlar, bu ilişkilerin ne denli kırılgan olduğunu açıkça gösterir. Birinci Dünya Savaşı sırasında Arapların İngilizlerle iş birliği yaparak Osmanlı'ya başkaldırması, tarihi bellektederin bir iz bırakmıştır. Ümmet çatısı altında birleşme hayali, yerini bölgesel milliyetçiliklere, çıkar çatışmalarına ve kırgınlıklara bırakmıştır. Bu gerçekler inkar edilemez, edilmemelidir de.

Ümmetçilik ve Milliyetçilik Arasında Sıkışan Kimlik

Bugün hem Türkiye'de hem Arap dünyasında toplumsal kimlikler büyük bir gerilim altında biçimleniyor. Bir yanda modern ulus-devlet yapılarıyla beslenen milliyetçilik, diğer yanda sınırları aşan bir "ümmet" hayali... Ancak bu iki kavram çoğu zaman birbiriyle çatışıyor. Ümmetçilik, farklılıkları yok sayarak herkesi aynı dine mensup olduğu için eşit kabul eder gibi görünür, fakat pratikte Arap merkezli bir üstünlük hissi taşır. Milliyetçilik ise tam tersine, kültürel özgüllüğü ön plana çıkarır ve dini ikinci planda tutar.

Türk toplumu da bu iki kavram arasında sıkışmış durumda. Bir yanda tarihsel olarak yaşanan Arap ihaneti ve kültürel yabancılık hissi, diğer yanda İslamiyet üzerinden kurulan yapay bir yakınlık... Sonuç olarak ne gerçek bir kardeşlik doğuyor ne de tarihsel adalet sağlanıyor.

İşte bu noktada şu soruyu sormak gerekir: Gerçekten kardeş miyiz, yoksa öyleymişiz gibi mi davranıyoruz?

Modern Kardeşlik İddiaları

Bugün ise bu sözde kardeşlik söylemi, politik çıkarlar doğrultusunda yeniden üretilmeye çalışılıyor. Bazı politikacılar ya da gruplar, din kardeşliği üzerinden bir Türk-Arap yakınlaşmasını savunuyor olabilir. Oysa gerçek kardeşlik, yalnızca ortak inançla değil, ortak tarih, güven, dayanışma ve eşitlik temelinde kurulur. Kardeşlik, eşitlik olmadan kurulmaz. Bu koşullar sağlanmadığında kardeşlik iddiası yalnızca hamasi bir söylem olarak kalır. Tarihsel hesaplaşma yapılmadan, karşılıklı saygı geliştirilmeden, yalnızca "aynı Allah'a inanıyoruz" demekle halklar arasında güven oluşmaz. Ayrıca modern toplumlarda kimlikler artık çok boyutludur. Bir kişinin dinsel inancı, etnik kökeni ya da dili, onun tek belirleyici özelliği değildir. İnsanların farklı kimlik katmanları var ve bu çeşitlilik, toplumları daha zengin kılar. Bu bağlamda, halkları yalnızca din temelinde sınıflandırmak ve "kardeş" ya da "yabancı" ilan etmek, hem ayrımcılığı körükler hem de toplumsal barışı zedeler.

Gerçek Kardeşlik Nasıl Kurulur?

Artık kavramları yeniden gözden geçirme vakti geldi. Kardeşlik, ancak eşitlik ve karşılıklı saygı varsa anlamlıdır. Geçmişte Türklere "barbar" diyen, onlara dinin en alt basamağında yer veren anlayışlarla yüzleşmeden; Türklerin Araplarla aynı inanç sisteminde "eşit ve kardeş" olduğu varsayımı fazlasıyla romantiktir.

Peki ne yapılmalı? Kardeşlik; yalnızca ortak bir dine, dile ya da geçmişe dayanarak değil, karşılıklı saygı, empati, adalet ve eşitlik temelinde kurulur. Halklar arasında sağlıklı ilişkiler geliştirmek için önce birbirini anlamaya istekli olmak gerekir. Bunun yolu da geçmişle yüzleşmekten, önyargılardan sıyrılmaktan ve her toplumu kendi gerçekliği içinde değerlendirmekten geçer.

Öncelikle geçmişle dürüstçe yüzleşilmeli. Ne Araplar tümüyle düşman, ne de Türkler daima mağdurdu. Gerçekler siyah-beyaz değil; grilerle dolu. Kardeşlik, halklar arasında baskın olanın diğerini yutması değil, farklılıklar içinde bir arada yaşama kültürünün gelişmesidir. Bu, ancak karşılıklı tanıma ve birlikte yaşama iradesiyle mümkündür. Halklar arasındaki ilişki, yalnızca dinsel referanslara değil; ortak yaşam, adil iş birliği ve kültürel saygı zeminine oturtulmalı. İlişkiler dinsel temellere indirgenip kültürel, politik ve sosyal farklılıklar yok sayıldığında, sonuç çoğu zaman hayal kırıklığı olur.

Tarihsel travmalar bastırıldığında değil, konuşulduğunda iyileşir. Gerçek kardeşlik, geçmişi unutarak değil; geçmişin hesabını dürüstçe vererek kurulur.

Türkiye'nin Sorumluluğu

Türkiye, çok katmanlı kimliği olan bir toplumdur. İçinde hem laik hem dindar, hem Alevi hem Sünni ve daha birçok farklı etnik-dinsel kimliği barındırır. Bu çeşitlilik, bir tehdit değil, doğru yönetildiğinde büyük bir zenginliktir. Türkiye, içindeki çeşitliliği bir zenginlik olarak görmeli. Tek tipleştirici söylemlerden uzaklaşıp, toplumu bir arada tutacak çoğulcu bir bakış açısına yönelmeli. Ancak bu çeşitliliği göz ardı ederek toplumu yalnızca "dindar Müslüman Türkler" üzerinden tanımlamak, hem içeride kutuplaşmayı artırır hem de dış politikada hayali "ümmet kardeşliği" projelerine zemin hazırlar.

Aynı şey bölge halkları için de geçerli. Gerçek kardeşlik, benzemekten değil; farklılıklar içinde birlikte yaşamaktan doğar. Gerçek kardeşlik, sınırları tanıyan, kimliklere saygı duyan, tarihsel hesaplaşmaları ertelemeyen bir yaklaşımı gerektirir. Aksi halde, kardeşlik söylemi, halklar arasında güveni değil, kuşkuyu pekiştirir.

Sonuç: Kardeşlik, Ezberle Değil Yüzleşmeyle Kurulur

Bugün sıkça dile getirilen "din kardeşliği" veya "ümmet bilinci" gibi kavramlar, tek başına halklar arasında gerçek bir bağ kurmaya yetmez. Bu tür söylemler, çoğu zaman geçmişin acılarını, bugünün sosyolojik gerçeklerini ve farklılıkların doğurduğu meşru hak taleplerini perdelemek için kullanılır. Din ortaklığı, bir başlangıç noktası olabilir; ancak güven, saygı, adalet ve ortak gelecek inşası olmadıkça bu kardeşlik söylemleri boş bir retorikten ibaret kalır.

Bugün “ümmet birliği”, “din kardeşliği” ya da “tek millet, tek din” gibi sloganlarla oluşturulmak istenen ortaklıklar, duygusal çağrışımlarla süslenmiş olsa da tarihsel gerçekler, bu hayali birlikteliklerin zemininin ne kadar kırılgan olduğunu gösterir. Türklerin bir bölümü (tümü değil) İslamiyet’i severek, isteyerek kabul etmiş olabilir. Ancak bu süreçte yaşanan acıları, özellikle Emeviler dönemindeki baskıcı uygulamaları, mevali ayrımcılığını, Türklere yöneltilen küçümseyici bakışları unutmamak gerekir. Aynı şekilde Arap edebiyatında ve İslami literatürde yüzyıllar boyunca dolaşan Türk karşıtı yargılar, “kardeşlik” kavramının ne kadar seçici uygulandığını da gösterir.

Bugün bu geçmişi hatırlamak, bir düşmanlık yaratmak için değil; daha gerçekçi bir gelecek inşa edebilmek içindir. Gerçek kardeşlik, her iki tarafın da kendi tarihsel sorumluluğunu kabul ettiği, karşılıklı olarak birbirinin kimliğini tanıdığı ve eşit düzlemde ilişki kurduğu bir zeminde mümkündür.

Toplumlar arası ilişkiler; kültürel etkileşim, ortak üretim, adil iş birliği ve tarihsel adalet temelinde kurulmalıdır. Ancak bu şekilde halklar arasında gerçek anlamda bir yakınlık ve dayanışma duygusu gelişebilir. Aksi takdirde, her yeni kırılma, geçmişin hesaplarını daha derin bir öfkeyle gündeme getirecek ve "kardeşlik" kavramı bir kez daha hayal kırıklığına dönüşecektir.

Kardeşlik; güzel sözlerle değil, ortak değerlerle, adaletle, eşitlikle ve karşılıklı güvenle kurulur. Türk-Arap kardeşliği de, tarihsel kırılmalar, yaşanmış travmalar ve süregelen eşitsizlikler dikkate alınmadan yeniden üretilemez. Bu konuda samimi olunacaksa, önce geçmişin gölgeleriyle yüzleşmek, sonra bugünün koşullarına göre yeni bir sayfa açmak gerekir.

Türkiye'nin ve bölge halklarının geleceği, geçmişin önyargılarına değil; karşılıklı saygıya, çoğulculuğa ve gerçekçi bir ortak yaşam anlayışına dayanmalıdır. Tarihi doğru okumak, sosyolojiyi anlamak ve coğrafyanın gerçeklerini dikkate almak, halklar arası ilişkilerde temel ilkeler olmalıdır.

Bu bağlamda, "Türk-Arap kardeşliği" gibi söylemler ancak bu ilkelere dayandırıldığında anlamlı hale gelir. Aksi takdirde, tarihi inkar eden, farklılıkları yok sayan ve dini araçsallaştıran bir anlayışın ürünü olmaktan öteye gidemez.

Unutulmamalıdır ki; kardeşlik yalnızca birlikte dua etmek değil, birlikte hesaplaşmak; yalnızca aynı kıbleye dönmek değil, aynı gerçeklerle yüzleşebilmektir.

Aksi halde, her cuma hutbesinde dile gelen "kardeşlik" vurgusu; geçmişin çarpıtılması, bugünün inkarı ve geleceğin ipotek altına alınması anlamına gelir.

Unutmayalım: Kardeşlik ancak hakikatle beslenirse ayakta kalır. Gerçek kardeşlik, hakikatle sınanır. Gerçek dayanışma ise ancak adaletle yaşatılabilir. Kardeşlik; ezberle değil, yüzleşmeyle kurulur. Ve ancak hakikat üzerine inşa edilen kardeşlikler yıkılmaz.

Notlar:

“Mevali” terimi, İslam'ın ilk yüzyıllarında Arap olmayan Müslümanları ifade eder. Emeviler bu sınıfa ayrımcılık uygulamış, bu da özellikle İranlılar ve Türkler arasında tepkiye yol açmıştır.

Cahiz’in risalesi, döneminde Türklerin Halife ordularındaki etkinliğine dikkat çekerken; Arap toplumunun “öteki”ne bakışını da belgeler.

Emevilerin Horasan ve Çayardı’na (Maveraünnehir’e) düzenlediği seferlerde Türk halklarına yönelik şiddet, bazı bölgelerde İslam’a karşı direnci artırmış, kimi yerlerde ise kabullenme zorla sağlanmıştır.

"Kardeşlik" kavramı, klasik İslam literatüründe esasen takva temeline dayanır; etnisite ya da dil birliği zorunlu değildir. Fakat tarihi pratiklerde bu ilke çoğunlukla ihlal edilmiştir.

Kaynakça

Geertz, C. (1973). The Interpretation of Cultures. Basic Books (Kültür, din ve kimlik arasındaki ilişkileri çözümleyen bu antropolojik klasik, dinin toplumsal yapılarla nasıl iç içe geçtiğini anlamak için önemlidir.).

Karadağ, O. (2020). Stratejinin Yazılı Kaynakları: Türkler, Farslar ve Araplar. Destek Yayınları. İstanbul

Lewis, B. (1993). The Arabs in History (4th ed.). Oxford University Press. (Lewis, Arap tarihini geniş bir perspektiften ele alırken, Arapların diğer Müslüman halklara (özellikle İranlılar ve Türkler) karşı geliştirdiği üstünlük algısını da tartışır.)

Shaban, M. A. (1970). The Abbasid Revolution. Cambridge University Press (Bu kitap, Abbasilerin Emevilere karşı yürüttüğü devrim sürecinde, mevali (Arap olmayan Müslümanlar) politikalarının nasıl bir kırılma yarattığını detaylı biçimde açıklar. Türklerin İslama girişindeki sosyo-politik dinamikler de ele alınır.).

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder