Bir “Türk-Arap Kardeşliği” Mümkün Mü?
Son günlerde bir "Türk-Kürt-Arap Kardeşliği" söylemi tutturuldu.
Söylenenlere bakılırsa birçok kavramda olduğu gibi "kardeşlik"
kavramının da içi boşaltılıyor. Bir Türk-Arap kardeşliği mümkün mü?
Kardeşlik üzerine konuşmak kolay, ama gerçek kardeşliği kurmak zordur. Hele
ki bu kardeşlik, yalnızca ortak bir dine dayandırılıyorsa, işin içi daha da
karmaşık hale gelir. Günümüzde "din kardeşliği" söylemi, çoğu zaman
halklar arasında gerçek bir bağ kurmaktan çok, politik manevra alanı yaratmak
için kullanılıyor. Özellikle Ortadoğu politikalarında sıkça görülen bu
yaklaşım, dinsel duyguları dış politikanın bir uzantısı haline getiriyor,
halklar arasındaki doğal mesafeyi yapay bir yakınlıkla kapatmaya çalışıyor.
Oysa bu tür söylemlerle kurulan ilişkiler ne kalıcıdır ne de samimidir.
Kültür ve Kimlik: Dinin Ötesi
Kardeşlik, yalnızca din temelli bir kavram değildir. Din, kültürel
unsurlardan yalnızca biridir. Oysa kültür; dil, tarih, gelenek ve coğrafya gibi
birçok etmenin birleşimiyle oluşur. Kültürün en temel taşı olan dil binlerce
yıllık bir geçmişe dayanır. Ayrıca coğrafyanın kültür üzerindeki etkisi
küçümsenemez; çöllerde yaşayanlarla bozkırlarda yaşayanların yaşam tarzları,
değer yargıları ve sosyal yapıları büyük ölçüde farklıdır. Çölde yaşayanla
bozkırda yaşayanın dünyaya bakışı, yaşamı algılayışı elbette farklı olacaktır.
İşte bu kültürel farklılıklar, zamanla farklı etnik yapıların ve toplulukların
doğmasına neden olmuştur.
Bu kadar farklı geçmişlere ve yaşam koşulları olan iki halk yalnızca aynı
dine mensup oldukları için nasıl "kardeş" olabilir? Kaldı ki, nasıl
tüm Araplar Müslüman değilse, tüm Türkler de Müslüman değildir. Türkiye'nin
%99’unun Müslüman olduğu söylemi de dayanağı olmayan bir savdır. Günümüzde
ibadet çoğu zaman bireysel bir inançtan çok, sosyal bir gösteriye dönüşmüştür.
Bu nedenle bir kişinin camiye gitmesi, onun gerçekten inançlı bir Müslüman
olduğunu kesin biçimde göstermez. Dinin bireysel bir inanç olduğu gerçeğini
unutarak, yalnızca camiye gitmeyi Müslümanlık saymak, yüzeysel bir bakış
açısının ürünüdür.
Daha da düşündürücü olan, bu kardeşlik söylemlerinin mezhep farklarını da
göz ardı etmesidir. Tarih boyunca Sünni-Alevi, Şii-Sünni çatışmaları İslam
coğrafyasını kan gölüne çevirmiştir. Türkiye'de ise Alevi yurttaşlar yüzyıllar
boyunca hem dinsel hem de kültürel ayrımcılıkla karşılaşmıştır. Buna karşın
"ümmet" söylemi altında herkesi aynı dinsel yapının içine yerleştirme
çabası, toplumsal barıştan çok dayatma ve baskı anlamı taşır.
Tarihsel Gerçekler: Zorla İman ve Müslümanlaşma Süreci
Türklerin İslamiyet'i kabul süreci genellikle "barışçıl yayılma"
şeklinde anlatılsa da, tarihsel gerçekler bunun oldukça karmaşık ve çoğu zaman
acı dolu bir süreç olduğunu gösteriyor. Özellikle Emeviler döneminde, Orta
Asya'daki Türk boylarıyla Arap orduları arasında yaşanan çatışmalar hem büyük
yıkımlara yol açmış hem de dinin zorla kabul ettirilmesine sahne olmuştur.
Türkler İslam’a geçiş sürecinde, Emeviler döneminde Arapların mevali (Arap
olmayan Müslümanlar) olarak kabul ettikleri sınıfa dahil edilmesiyle büyük
ayrımcılığa uğramışlardır. Bu dönemde Arapların, Türkleri “barbar” ve
“medeniyetsiz” olarak görmeleri yaygın bir anlayıştı. Arap yazarların
eserlerinde Türkler hakkında küçümseyici ifadeler sıkça yer alır. Bu durum,
yalnızca sosyal ayrımcılık değil, aynı zamanda politik ve kültürel bir baskı
biçimi olmuştur. Emeviler’in Horasan ve Çayardı (Maveraünnehir) bölgelerine
yaptıkları askeri seferlerde Türklere karşı uygulanan sertlik, birçok yerde
İslam’a geçiş sürecini zorlaştırmış, dahası direnç doğurmuştur.
Ayrıca İslam dünyasında bazı Arap yazar ve düşünürlerin Türklere yönelik
küçümseyici, dahası düşmanca ifadeleri de dikkat çekicidir. Örneğin, ünlü Arap
yazar Cahiz'in (9. yüzyıl) eserlerinde Türklere ilişkin "barbar",
"kaba", "medeniyet dışı" gibi nitelemeler görülür. Yine
dönemin bazı fıkıhçılarında da Türklerin "dine sonradan giren, Arap
olmayan cahil kitleler" olarak tanımlandığına rastlarız. Bu bakış, ümmet
içindeki eşitlik iddiasını sorgulatır niteliktedir.
Tarihsel Hesaplaşma ve Gerçekler
Böylesi bir ortamda, "Türk-Arap kardeşliği" gibi söylemler;
tarihsel gerçekleri, sosyolojik verileri ve coğrafi farklılıkları göz ardı
etmekten başka bir anlam taşımaz. Üstelik tarih boyunca Arapların Türklere
yaptığı bazı zulümler, görmezden gelinerek silinemez. Tarihi romantize etmek,
gerçekleri değiştirmez.
Daha da önemlisi, tarihin yükü hafif değildir. Tarihi olaylar yüzleşilmeden
unutulamaz. Türk-Arap ilişkileri, yalnızca İslam kardeşliği üzerinden
tanımlanamayacak kadar karmaşık ve inişli çıkışlıdır. Araplarla Türkler
arasında yüzyıllar süren bir geçmiş vardır ve bu geçmiş yalnızca "ümmet
kardeşliği" ile açıklanamaz. Örneğin, Abbasi döneminde Türk askerlerinin
orduya alınması, bir tür politik ihtiyaçtı; bu birliktelik dostluktan çok
stratejikti.
Yavuz Selim ve II. Abdülhamid’in Çabaları
Türk-Arap ilişkilerinin tarihindeki önemli dönemeçlerden biri Osmanlı
padişahı Yavuz Selim’in (1512-1520) Mısır Seferi (1516-1517) sonrası Arap
topraklarını Osmanlı yönetimine katmasıdır. Onun bu hamle, yalnızca politik bir
güç gösterisi değil; aynı zamanda “ümmet” anlayışını güçlendirmek, Arap ve Türk
halklarını İslam kardeşliği altında birleştirmek amacı taşımıştır. Ancak Arap
bölgelerinde, kültürel farklılıklar iki halk arasındaki gönül bağlarının
kurulmasını zorlaştırdı.
Benzer şekilde, yaklaşık 400 yıl sonra II. Abdülhamid (1876-1909) döneminde
de Osmanlı yönetimi Araplarla Türkler arasındaki bağı kuvvetlendirmek için
yoğun diplomatik ve kültürel çabalar harcadı. II. Abdülhamid, Pan-İslamizm
politikasıyla İslam ümmetini Osmanlı himayesi altında tutmayı amaçladı.
Medreseler açtı, Arap önderlerle ilişkileri geliştirmeye çalıştı. Ancak,
bölgedeki Arap milliyetçiliğinin yükselişi bu çabaların başarılı olmasını
sınırladı. Her iki padişahın da çabaları, resmi söylem ve sınırlı politikalarla
kaldı; halkların gönüllerinde derinleşen tarihsel ve kültürel farklılıklar ile
bölgesel çıkarlar, gerçek anlamda bir kardeşliğin kurulmasını engelledi.
Yine Osmanlı döneminde, özellikle Arap Yarımadası'nda ortaya çıkan
isyanlar, bu ilişkilerin ne denli kırılgan olduğunu açıkça gösterir. Birinci
Dünya Savaşı sırasında Arapların İngilizlerle iş birliği yaparak Osmanlı'ya
başkaldırması, tarihi bellektederin bir iz bırakmıştır. Ümmet çatısı altında
birleşme hayali, yerini bölgesel milliyetçiliklere, çıkar çatışmalarına ve
kırgınlıklara bırakmıştır. Bu gerçekler inkar edilemez, edilmemelidir de.
Ümmetçilik ve Milliyetçilik Arasında Sıkışan Kimlik
Bugün hem Türkiye'de hem Arap dünyasında toplumsal kimlikler büyük bir
gerilim altında biçimleniyor. Bir yanda modern ulus-devlet yapılarıyla beslenen
milliyetçilik, diğer yanda sınırları aşan bir "ümmet" hayali... Ancak
bu iki kavram çoğu zaman birbiriyle çatışıyor. Ümmetçilik, farklılıkları yok
sayarak herkesi aynı dine mensup olduğu için eşit kabul eder gibi görünür,
fakat pratikte Arap merkezli bir üstünlük hissi taşır. Milliyetçilik ise tam
tersine, kültürel özgüllüğü ön plana çıkarır ve dini ikinci planda tutar.
Türk toplumu da bu iki kavram arasında sıkışmış durumda. Bir yanda tarihsel
olarak yaşanan Arap ihaneti ve kültürel yabancılık hissi, diğer yanda İslamiyet
üzerinden kurulan yapay bir yakınlık... Sonuç olarak ne gerçek bir kardeşlik
doğuyor ne de tarihsel adalet sağlanıyor.
İşte bu noktada şu soruyu sormak gerekir: Gerçekten kardeş miyiz, yoksa
öyleymişiz gibi mi davranıyoruz?
Modern Kardeşlik İddiaları
Bugün ise bu sözde kardeşlik söylemi, politik çıkarlar doğrultusunda
yeniden üretilmeye çalışılıyor. Bazı politikacılar ya da gruplar, din
kardeşliği üzerinden bir Türk-Arap yakınlaşmasını savunuyor olabilir. Oysa
gerçek kardeşlik, yalnızca ortak inançla değil, ortak tarih, güven, dayanışma
ve eşitlik temelinde kurulur. Kardeşlik, eşitlik olmadan kurulmaz. Bu koşullar
sağlanmadığında kardeşlik iddiası yalnızca hamasi bir söylem olarak kalır.
Tarihsel hesaplaşma yapılmadan, karşılıklı saygı geliştirilmeden, yalnızca
"aynı Allah'a inanıyoruz" demekle halklar arasında güven oluşmaz.
Ayrıca modern toplumlarda kimlikler artık çok boyutludur. Bir kişinin dinsel
inancı, etnik kökeni ya da dili, onun tek belirleyici özelliği değildir.
İnsanların farklı kimlik katmanları var ve bu çeşitlilik, toplumları daha
zengin kılar. Bu bağlamda, halkları yalnızca din temelinde sınıflandırmak ve
"kardeş" ya da "yabancı" ilan etmek, hem ayrımcılığı
körükler hem de toplumsal barışı zedeler.
Gerçek Kardeşlik Nasıl Kurulur?
Artık kavramları yeniden gözden geçirme vakti geldi. Kardeşlik, ancak
eşitlik ve karşılıklı saygı varsa anlamlıdır. Geçmişte Türklere
"barbar" diyen, onlara dinin en alt basamağında yer veren
anlayışlarla yüzleşmeden; Türklerin Araplarla aynı inanç sisteminde "eşit
ve kardeş" olduğu varsayımı fazlasıyla romantiktir.
Peki ne yapılmalı? Kardeşlik; yalnızca ortak bir dine, dile ya da geçmişe
dayanarak değil, karşılıklı saygı, empati, adalet ve eşitlik temelinde kurulur.
Halklar arasında sağlıklı ilişkiler geliştirmek için önce birbirini anlamaya
istekli olmak gerekir. Bunun yolu da geçmişle yüzleşmekten, önyargılardan
sıyrılmaktan ve her toplumu kendi gerçekliği içinde değerlendirmekten geçer.
Öncelikle geçmişle dürüstçe yüzleşilmeli. Ne Araplar tümüyle düşman, ne de
Türkler daima mağdurdu. Gerçekler siyah-beyaz değil; grilerle dolu. Kardeşlik,
halklar arasında baskın olanın diğerini yutması değil, farklılıklar içinde bir
arada yaşama kültürünün gelişmesidir. Bu, ancak karşılıklı tanıma ve birlikte
yaşama iradesiyle mümkündür. Halklar arasındaki ilişki, yalnızca dinsel
referanslara değil; ortak yaşam, adil iş birliği ve kültürel saygı zeminine
oturtulmalı. İlişkiler dinsel temellere indirgenip kültürel, politik ve sosyal
farklılıklar yok sayıldığında, sonuç çoğu zaman hayal kırıklığı olur.
Tarihsel travmalar bastırıldığında değil, konuşulduğunda iyileşir. Gerçek
kardeşlik, geçmişi unutarak değil; geçmişin hesabını dürüstçe vererek kurulur.
Türkiye'nin Sorumluluğu
Türkiye, çok katmanlı kimliği olan bir toplumdur. İçinde hem laik hem
dindar, hem Alevi hem Sünni ve daha birçok farklı etnik-dinsel kimliği
barındırır. Bu çeşitlilik, bir tehdit değil, doğru yönetildiğinde büyük bir
zenginliktir. Türkiye, içindeki çeşitliliği bir zenginlik olarak görmeli. Tek
tipleştirici söylemlerden uzaklaşıp, toplumu bir arada tutacak çoğulcu bir
bakış açısına yönelmeli. Ancak bu çeşitliliği göz ardı ederek toplumu yalnızca
"dindar Müslüman Türkler" üzerinden tanımlamak, hem içeride
kutuplaşmayı artırır hem de dış politikada hayali "ümmet kardeşliği"
projelerine zemin hazırlar.
Aynı şey bölge halkları için de geçerli. Gerçek kardeşlik, benzemekten
değil; farklılıklar içinde birlikte yaşamaktan doğar. Gerçek kardeşlik,
sınırları tanıyan, kimliklere saygı duyan, tarihsel hesaplaşmaları ertelemeyen
bir yaklaşımı gerektirir. Aksi halde, kardeşlik söylemi, halklar arasında
güveni değil, kuşkuyu pekiştirir.
Sonuç: Kardeşlik, Ezberle Değil Yüzleşmeyle Kurulur
Bugün sıkça dile getirilen "din kardeşliği" veya "ümmet
bilinci" gibi kavramlar, tek başına halklar arasında gerçek bir bağ
kurmaya yetmez. Bu tür söylemler, çoğu zaman geçmişin acılarını, bugünün
sosyolojik gerçeklerini ve farklılıkların doğurduğu meşru hak taleplerini
perdelemek için kullanılır. Din ortaklığı, bir başlangıç noktası olabilir;
ancak güven, saygı, adalet ve ortak gelecek inşası olmadıkça bu kardeşlik
söylemleri boş bir retorikten ibaret kalır.
Bugün “ümmet birliği”, “din kardeşliği” ya da “tek millet, tek din” gibi
sloganlarla oluşturulmak istenen ortaklıklar, duygusal çağrışımlarla süslenmiş
olsa da tarihsel gerçekler, bu hayali birlikteliklerin zemininin ne kadar
kırılgan olduğunu gösterir. Türklerin bir bölümü (tümü değil) İslamiyet’i
severek, isteyerek kabul etmiş olabilir. Ancak bu süreçte yaşanan acıları,
özellikle Emeviler dönemindeki baskıcı uygulamaları, mevali ayrımcılığını,
Türklere yöneltilen küçümseyici bakışları unutmamak gerekir. Aynı şekilde Arap
edebiyatında ve İslami literatürde yüzyıllar boyunca dolaşan Türk karşıtı
yargılar, “kardeşlik” kavramının ne kadar seçici uygulandığını da gösterir.
Bugün bu geçmişi hatırlamak, bir düşmanlık yaratmak için değil; daha gerçekçi
bir gelecek inşa edebilmek içindir. Gerçek kardeşlik, her iki tarafın da kendi
tarihsel sorumluluğunu kabul ettiği, karşılıklı olarak birbirinin kimliğini
tanıdığı ve eşit düzlemde ilişki kurduğu bir zeminde mümkündür.
Toplumlar arası ilişkiler; kültürel etkileşim, ortak üretim, adil iş
birliği ve tarihsel adalet temelinde kurulmalıdır. Ancak bu şekilde halklar
arasında gerçek anlamda bir yakınlık ve dayanışma duygusu gelişebilir. Aksi
takdirde, her yeni kırılma, geçmişin hesaplarını daha derin bir öfkeyle gündeme
getirecek ve "kardeşlik" kavramı bir kez daha hayal kırıklığına
dönüşecektir.
Kardeşlik; güzel sözlerle değil, ortak değerlerle, adaletle, eşitlikle ve
karşılıklı güvenle kurulur. Türk-Arap kardeşliği de, tarihsel kırılmalar,
yaşanmış travmalar ve süregelen eşitsizlikler dikkate alınmadan yeniden
üretilemez. Bu konuda samimi olunacaksa, önce geçmişin gölgeleriyle yüzleşmek,
sonra bugünün koşullarına göre yeni bir sayfa açmak gerekir.
Türkiye'nin ve bölge halklarının geleceği, geçmişin önyargılarına değil;
karşılıklı saygıya, çoğulculuğa ve gerçekçi bir ortak yaşam anlayışına
dayanmalıdır. Tarihi doğru okumak, sosyolojiyi anlamak ve coğrafyanın
gerçeklerini dikkate almak, halklar arası ilişkilerde temel ilkeler olmalıdır.
Bu bağlamda, "Türk-Arap kardeşliği" gibi söylemler ancak bu
ilkelere dayandırıldığında anlamlı hale gelir. Aksi takdirde, tarihi inkar
eden, farklılıkları yok sayan ve dini araçsallaştıran bir anlayışın ürünü
olmaktan öteye gidemez.
Unutulmamalıdır ki; kardeşlik yalnızca birlikte dua etmek değil, birlikte
hesaplaşmak; yalnızca aynı kıbleye dönmek değil, aynı gerçeklerle
yüzleşebilmektir.
Aksi halde, her cuma hutbesinde dile gelen "kardeşlik" vurgusu;
geçmişin çarpıtılması, bugünün inkarı ve geleceğin ipotek altına alınması
anlamına gelir.
Unutmayalım: Kardeşlik ancak hakikatle beslenirse ayakta kalır. Gerçek
kardeşlik, hakikatle sınanır. Gerçek dayanışma ise ancak adaletle
yaşatılabilir. Kardeşlik; ezberle değil, yüzleşmeyle kurulur. Ve ancak hakikat
üzerine inşa edilen kardeşlikler yıkılmaz.
Notlar:
“Mevali” terimi, İslam'ın ilk yüzyıllarında Arap olmayan Müslümanları ifade
eder. Emeviler bu sınıfa ayrımcılık uygulamış, bu da özellikle İranlılar ve Türkler
arasında tepkiye yol açmıştır.
Cahiz’in risalesi, döneminde Türklerin Halife ordularındaki etkinliğine dikkat
çekerken; Arap toplumunun “öteki”ne bakışını da belgeler.
Emevilerin Horasan ve Çayardı’na (Maveraünnehir’e) düzenlediği seferlerde Türk
halklarına yönelik şiddet, bazı bölgelerde İslam’a karşı direnci artırmış, kimi
yerlerde ise kabullenme zorla sağlanmıştır.
"Kardeşlik" kavramı, klasik İslam literatüründe esasen takva
temeline dayanır; etnisite ya da dil birliği zorunlu değildir. Fakat tarihi pratiklerde
bu ilke çoğunlukla ihlal edilmiştir.
Kaynakça
Geertz, C. (1973). The Interpretation of Cultures. Basic Books (Kültür, din
ve kimlik arasındaki
ilişkileri
çözümleyen bu antropolojik klasik, dinin toplumsal yapılarla nasıl iç içe geçtiğini anlamak
için önemlidir.).
Karadağ, O. (2020). Stratejinin Yazılı Kaynakları: Türkler, Farslar ve
Araplar. Destek Yayınları. İstanbul
Lewis, B. (1993). The Arabs in History (4th ed.). Oxford University Press.
(Lewis, Arap tarihini geniş bir
perspektiften ele alırken,
Arapların diğer Müslüman halklara (özellikle İranlılar ve Türkler)
karşı geliştirdiği üstünlük algısını da tartışır.)
Shaban, M. A. (1970). The Abbasid Revolution. Cambridge University Press
(Bu kitap, Abbasilerin
Emevilere
karşı yürüttüğü devrim sürecinde,
mevali (Arap olmayan Müslümanlar) politikalarının nasıl bir kırılma yarattığını detaylı biçimde açıklar.
Türklerin İslam’a girişindeki sosyo-politik dinamikler de ele alınır.).
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder