Osman Karadağ, 6 Temmuz 2025
Umutsuz
Bir Sabahın Ardından
Bu sabah, uykuyla uyanıklık arasında kalan o sessiz aralıkta zihnime
takılan bir soruyla karşılaştım: İlahi adalet gerçekten var mı, yoksa biz mi
kendimizi kandırıyoruz? Belki günümüzün gündemine damga vuran olayların
etkisiydi bu, belki de bir süredir biriken adaletsizlik duygusunun taşıp
düşünceye dönüşmesiydi. Belki dün duyduğum bir haberin etkisiydi, belki de
geceden kalma bir düşten artakalan duygular... Ama zihnime saplanan soru
canlıydı: Yine bir zalim güldü, yine bir mazlum sustu.
Bu soru, yalnızca bugüne değil, tüm insanlık tarihine ilişkin bir
sorgulamaydı. Sabah uyandığımda kafama takılan sorular kimileyin en derinden
gelen, en içten olanlarıdır. Ülkemizde yaşanan talihsiz olayların ardından
birçok kişinin zihninde aynı soru yankılandı. Bu soru, yalnızca bugünün bir
arayış değil. İnsanlık tarihi boyunca filozoflardan sıradan insanlara dek
herkesin zihnini kurcalamış, temel ve derin bir sorgulamadır.
Yeryüzünde sık sık tanık olduğumuz haksızlıklar, zulümler, adaletsizlikler
ilahi bir adaletin varlığına inancı sorgulatıyor. Dün yaşanan olaylar, bir kez
daha gösterdi ki adaletsizlik karşısında beklenilen ilahi müdahale
gerçekleşmiyor. Masum insanlar acı çekmeye devam ediyor, haksızlık yapanlar
cezasız kalıyor, çocuklar açlıktan ölürken zenginler bolluk içinde yaşıyor.
Oysa bu inanç, binlerce yıldır hem bireylerin iç dünyasında hem de toplumsal
düzende merkezi bir yer tutuyor.
Bu durum karşısında insanlık neden böyle bir kavramı geliştirmiş? Bu
sorunun yanıtı, belki de insanın en temel gereksinimlerinden birine işaret
ediyor: anlam arayışı ve çaresizlik karşısında umut. Bu yazıda ilahi adalet
fikrini üç temel boyutuyla ele alacağım: felsefi kökenleri, psikolojik işlevi
ve sosyopolitik etkileri. Amacım bu kavramın içini boşaltmak değil; onu daha
bilinçli sorgulamak ve yerine ne koyabileceğimizi aramak.
Felsefi
Bir Düğüm: Varlığı mı, Yokluğu mu Haklı?
İnsanlığın en köklü özlemlerinden biri adalettir. Ancak dünya, çoğu zaman
bu özlemin boşa çıktığı, zalimlerin ödüllendirildiği, iyilerin ise ezildiği bir
sahnedir. İşte bu derin çelişki karşısında insanlık, adaletin bu dünyada olmasa
bile ilahi bir düzlemde mutlaka gerçekleşeceği inancına sarılmıştır. "Hak
yerini bulur" vaadi, binlerce yıldır insanlığın en büyük tesellisi
olmuştur.
Peki, bu teselli felsefi bir sorgulamaya ne kadar dayanabilir?
Adaletin
Kökenleri ve Ertelenen Vaat
Adalet düşüncesi, insanoğlunun varoluşundan beri peşinden koştuğu bir
idealdir. Ancak bu düşünce, sanıldığı gibi doğrudan kişisel bir Tanrı inancıyla
başlamadı. İlk izlerini, evrenin içsel düzenine duyulan sezgisel inançta
buluruz. Antik Mısır’da Ma’at, evrenin ahenkli işleyişini ve dengesini
simgelerken, Yunan Stoacıları bunu Logos yani evrensel akılla ifade
etti. Her iki düşüncede de adalet, doğayla uyum içinde olmak, içkin bir düzene
saygı göstermekti. Adaletsizlik ise bu uyumu bozan bir sapmaydı.
Ancak bu soyut ilkelerin öncesine, daha eski bir zaman katmanına
indiğimizde, karşımıza Sümerler çıkar. Tarihte bilinen ilk yazılı hukuk
belgelerini bırakan Sümerler, adalet kavramını ilk kez kurumsal bir yapıya
büründürmüşlerdi. Kral Urukagina’nın reformları ve daha sonra Ur-Nammu’nun
yazılı kanunları, tanrısal düzenle dünyevi düzeni birleştirme çabasının erken
örnekleridir. Sümerlerde kral, tanrıların yeryüzündeki vekili sayılırdı ve onun
görevi “kimsesizin hakkını korumak”, “zengini dizginlemek”, “topluma denge
getirmek”ti. Bu anlayış, ilahi adalet fikrinin ilk dünyevî uygulamalarından
biri olarak kabul edilebilir.
İnsanoğlu, daha en başından düzen ve anlam arayışı içinde olmuştur. Kaotik
ve belirsiz bir dünyada, olaylara neden-sonuç ilişkisi yükleme, iyi ile kötüyü
ayırma ve yapılan her davranışa bir karşılık bekleme eğilimi taşırız. Özellikle
doğal afetler, salgın hastalıklar ya da erken ölümler gibi açıklanması zor
olaylar karşısında, insanlar görünmeyen bir düzenin işlediğine inanmak
istemiştir.
Bu ihtiyaç, zamanla “görünmez güçler” fikrini doğurdu. Bu güçlerin yalnızca
güçlü değil, aynı zamanda adil olduğu varsayıldı. Belki o anda değil,
ama bir gün, bir yerde, her şeyin yerli yerine konacağına dair inanç
filizlendi. İşte ilahi adalet düşüncesi, burada, insanın çaresizlik karşısında
geliştirdiği derin ve karmaşık bir savunma düzeneği olarak doğdu.
Bu inanç, hem ruhu teselli etti hem de toplumsal düzeni biçimlendirdi.
Adalet artık yalnızca insanların değil, tanrıların da yükümlülüğüydü. Sümer’den
Mısır’a, oradan Antik Yunan’a uzanan bu uzun düşünsel yolculukta adalet, hem
kozmik bir denge hem de toplumsal bir ideal olarak insanlık tarihine yön verdi.
Ve ne gariptir ki, bunca zamandır süren bu arayış, bugün hala ertelenmiş
bir vaat gibi insanlığın önünde duruyor. Çünkü adalet, kimileyin gökyüzüne
yazılmış bir dua, kimileyin de yeryüzünde eksik kalan bir söz olarak yaşamaya
devam ediyor.
Tek tanrılı dinlerle birlikte bu anlayış, her şeye gücü yeten bir Tanrı'nın
kişisel iradesine dönüştü. Dünyadaki adaletsizlikler ise, ilahi bir planın
parçası ve en son karşılığın bir "hesap gününde" verileceği bir
"sınav" olarak yorumlandı. İlk çağlarda, adalet kavramı daha çok
misilleme üzerine kuruluydu: "Göze göz, dişe diş." Ancak insanlık
geliştikçe, bu ilkel anlayış yerini daha karmaşık ve soyut sistemlere bıraktı.
Böylece adalet, bu dünyadan öteye ertelenen bir vaat haline geldi. Bu
durum, felsefenin en temel sorularından birini doğurdu: Ertelenmiş adalet,
gerçekten adalet midir? Kabileler, kent devletleri ve en sonunda uluslar,
kendi adalet mekanizmalarını geliştirdi. Fakat insan yapımı bu sistemler, her
zaman mükemmel olmaktan uzaktı. Yanlış kararlar, yolsuzluklar, güçlünün zayıfı
ezmesi gibi durumlar, insanları daha yüce, yanılmaz bir adalet mekanizmasına
inanmaya itti.
Doğanın
Kayıtsızlığı ve Ahlaki Düzen Arayışı
Doğaya ve tarihe bakıldığında bu inancı doğrulayacak bir tabloyla
karşılaşmak zordur. Kaplan ceylanı yer. Ne hak vardır ne de haksızlık. Yalnızca
güç ve sonuç... Doğada adalet diye bir kavram yoktur. Doğa yasaları işler,
güçlü olan hayatta kalır, zayıf olan elenir. Deprem zenginle yoksulu, yaşlıyla
genci ayırt etmez. Hastalık adalet gözetmez. Doğal seçilim, merhametsizdir.
Aslan, ceylanı avlarken etik bir kaygı gütmez. Yani doğa, ne iyiye ödül verir
ne de kötüye ceza keser.
Aynı şey insan dünyasında da geçerlidir: Nice hilekar zenginliğe
boğulmuşken, nice dürüst insan yoksullukla boğuşur. Nice diktatörler huzur
içinde ömrünü tamamlarken, nice masum adsız mezarlarda kaybolur. İnsanlar bu
acımasız gerçeklikle karşı karşıya kaldıklarında, yaşama anlam verebilmek için
ilahi adalet kavramını geliştirmişlerdir. Bu, bir anlamda ruhsal bir
gereksinimidir - adaletin mutlaka bir şekilde gerçekleşeceğine inanmak,
dayanılmaz acıları katlanılabilir kılar.
İlahi adalet düşüncesi, özünde evrende işleyen bir ahlaki düzen varsayımına
dayanır. Bu varsayıma göre, her şeyin görüldüğü, hesaplandığı ve eninde sonunda
hak edene hak ettiğinin verileceği bir sistem vardır. İnsan ise doğadan
farklıdır. Empati yapar, adalet duygusu geliştirir, eşitliği sorgular. Belki de
doğadaki bu kayıtsızlık karşısında kendi iç dünyasında bir denge kurmak
amacıyla "ilahi adalet" fikrini doğurmuştur.
Kötülük
Sorunu ve Tanrı'nın Savunusu
"Eğer Tanrı hem mutlak iyi hem de mutlak güç sahibi ise kötülük neden
var?" sorusu, ilahi adalet inancının önündeki en büyük felsefi engeldir.
Epikür'ün ünlü paradoksu bu açmazı özetler: Tanrı'nın ya gücü yetmiyordur ya da
niyeti iyi değildir; eğer ikisi de varsa, bu kötülük nasıl var olabilir?
Bu soruna karşı teist düşünürler, kötülüğün insanın "özgür
iradesiyle" seçildiğini (Augustinus) veya daha büyük bir iyiliğe hizmet
ettiğini (Leibniz) savundu. Leibniz "Bu dünya, mümkün olan en iyi
dünyadır" derken, görünüşteki adaletsizliklerin Tanrı'nın ilahi planının
parçası olduğunu savunur. Ancak bu savunular, özellikle masumların çektiği
acılar ve doğal afetler karşısında birçok düşünür için yetersiz kaldı.
Tanrı'nın
Sessizliği ve İnsanın Sorumluluğu
Aydınlanma Çağı ile birlikte adaletin temeli göklerden yeryüzüne, insanın
aklına ve vicdanına inmeye başladı. Kant, ahlakın bir ödül beklentisiyle değil,
"ödev bilinciyle" yerine getirilmesi gerektiğini söyleyerek bu
değişimi perçinledi.
Bu kopuşun en sert sesini Friedrich Nietzsche yükseltti. Ona göre ilahi
adalet, güçsüzlerin yaşamın sert gerçeklerinden kaçmak için uydurduğu bir
"köle ahlakı"ndan ve teselli arayışından ibaretti. Nietzsche’nin ünlü
“Tanrı öldü!” sözü, adaletin artık gökten beklenmeyeceğini, onu kurma
sorumluluğunun tümüyle insana ait olduğunu ilan ediyordu.
Bu çizgide Nietzsche’nin yanı başında Albert Camus gibi ateist ya da
agnostik filozoflar yer aldı. Onlara göre "ilahi adalet" düşüncesi,
insan zihninin yaşamın acımasız gerçeklerini kabullenememesiyle yarattığı bir
masaldı.
Yirminci yüzyılda Camus gibi varoluşçular, bu sorumluluğa insan merkezli
bir yanıt aradı. Camus’ye göre, evrenin anlamsızlığı ve Tanrı’nın sessizliği
karşısında insana düşen görev, teslim olmak değil; başkaldırmaktır. Adalet
artık göklerde beklenen bir lütuf değil, insanların birlikte dayanışarak ve
mücadele ederek yeryüzünde oluşturmaya çalıştığı bir değerdi.
Psikolojik
Bir Sığınak: Umut Etmenin Bedeli
İnsan zihni, adaletsizlik karşısında kolay kolay susmaz. Haksızlığa uğrayan
bir çocuğun bakışları, sebepsiz yere cezalandırılan bir insanın haykırışı ya da
zalimlerin hiçbir bedel ödemeden güçlerini sürdürmesi... Bunlar yalnızca
vicdanımızı değil, dünya algımızı da sarsar. İşte tam bu kırılma anlarında,
görünmeyen bir el gibi devreye girer ilahi adalet inancı: Bu dünyada olmasa da
bir yerlerde, bir gün, her şeyin yerli yerine konacağı düşüncesiyle insan nefes
alır, ayakta kalır.
İlahi adalet, birçok insan için yalnızca bir inanç değil, bir tür
psikolojik sığınaktır. Yaşamın sert yüzüyle baş edebilmek için ruhun dayandığı
bir destek noktasıdır. Gerçek adaletsizlikle yüzleşmek zordur. Dahası kimi
zaman insanın ruh sağlığını sarsacak denli ağırdır. İşte tam da bu noktada
ilahi adalet fikri, bir tür psikolojik sığınak işlevi görür.
Umudun
Gücü ve Tesellinin İşlevi
İlahi adalet kavramı, yalnızca basit bir inançtan ibaret değildir; bireysel
ve toplumsal düzeyde çok önemli işlevler görür. En temel işlevi, acı ve
haksızlık karşısında insana bir umut ve teselli sunmasıdır. Sevilen birini
kaybetmek, bir felaketle karşılaşmak, haksızlığa uğramak gibi durumlarda,
"Adalet er ya da geç yerini bulur," "İlahi bir hesaplaşma
vardır" inancı, dayanma gücü verir.
Haksızlıkların bir gün telafi edileceğine olan güven, yaşama tutunmayı
kolaylaştırır. Özellikle adaletin ya geç geldiği ya da hiç uğramadığı
coğrafyalarda, bu inanç güçsüzlerin ve ezilenlerin içsel dengesini koruyan
görünmez bir kalkana dönüşür. Bu, özellikle travmatik olaylar karşısında
bireyin psikolojik sağlığını korumasına yardımcı olan bir başa çıkma
mekanizmasıdır.
Bilişsel
Uyumsuzluk ve İçsel Denge
Psikoloji literatüründe “bilişsel uyumsuzluk” olarak bilinen bir kavram
vardır: İnsan zihni, yaşanılan gerçek ile beklentiler arasında çelişki
olduğunda rahatsızlık duyar. Bu çelişki çözülmeden kalırsa, ruhsal gerilim ve
içsel huzursuzluk doğabilir. İşte ilahi adalet inancı, tam da bu çatışmaya bir
yanıt sunar. Açıklanması zor kötülükleri daha büyük, anlamlı bir plana
yerleştirerek bireyin içsel dengesini yeniden kurmasına yardımcı olur.
Hayatta kontrol edemediğimiz olaylar karşısında duyulan çaresizlik, bu
inançla hafifler. “Bütün kötülükler bir gün cezalandırılacak, iyilikler
karşılığını bulacak” düşüncesi, insanın belirsizlik ve haksızlık karşısında
sığındığı bir umut limanına dönüşür. Kısacası, ilahi adalet inancı, akıl için
kesin bir açıklama sunmasa da, kalp için güçlü bir teselli sağlar.
Edilgenliğin
Gizli Tehlikesi
Ancak bu tesellinin bir yan etkisi da vardır: Edilgenlik. Eğer bir gün bir
yerde herkesin hesabının sorulacağına inanıyorsak, bugün yaşanan adaletsizliğe
karşı sesimizi yükseltme isteğimiz azalabilir. "Bir bilen var
nasılsa" diyerek, harekete geçmek yerine beklemeyi tercih ederiz. Bu
düşünce, yalnızca inanç düzeyinde kaldığında bir tesellidir. Ancak yaşamın
merkezine yerleştiğinde, pasifliğin zeminini de hazırlar.
"Nasıl olsa bir gün hesabı sorulacak" düşüncesi, birçok insanı
hak aramaktan, mücadele etmekten uzaklaştırır. Kimi zaman bu bekleyiş, kişisel
sorumluluktan kaçışa; eylemsizliğe dönüşebilir. Burada ince bir denge devreye
girer. İlahi adalet inancı, bireyin yaşama gücünü artıran bir umut kaynağı mı,
yoksa onu edilgenleştiren bir zincir mi olur?
Affetme
ve İçsel Huzur
Öte yandan bu inanç, yalnızca bir sığınma değil, aynı zamanda affetmenin de
kapısını aralayabilir. "Sonunda herkes hak ettiğini alacak"
düşüncesi, bireyin kin ve intikam duygularını yumuşatır. İçsel huzura ulaşmak,
kimi zaman cezalandırmaktan değil, bırakmaktan geçer. İlahi adalet fikri, bu
bırakışın psikolojik altlığını sunabilir.
Psikolojik olarak belirleyici olan da tam budur. İnanç, kişiyi güçlendirip
adaletsizliğe karşı cesaret mi verir; yoksa "nasılsa sonunda herkes hak
ettiğini bulacak" diyerek mücadele etme iradesini mi köreltir?
Sosyopolitik
Bir Araç: Sessizliğin İdeolojisi
İlahi adalet düşüncesi, yalnızca bireyin içsel dünyasında yankı bulan bir
inanç değil, aynı zamanda toplumsal yapıyı biçimlendiren güçlü bir ideolojik
aygıttır. İnsanlık tarihi boyunca, bu kavram hem umut verici bir sığınak hem de
itaatin dili olmuştur. Ne zaman bir toplumda adalet eksikse, ne zaman haksızlıklar
sistematikleşmişse, ilahi adalet söylemi devreye girmiştir: "Sabret,
sınanıyorsun", "Allah büyüktür", "Bu dünya fanidir, asıl
hesap öbür dünyada görülür."
Egemen
Güçlerin Aracı
Bu tür cümleler, ilk bakışta ruhu yatıştırıcı gibi görünse de, derinlerde
bir toplumsal mühendisliğin izlerini taşır. İlahi adaletin en tehlikeli ve en
görünmez yüzü, tam da burada ortaya çıkar. Çünkü bu inancı, tarih boyunca
egemen sınıflar var olan düzeni meşrulaştırmak için ustalıkla kullanmıştır.
Tarih boyunca egemen güçler, ilahi adalet kavramının bu ruhsal etkisini
fark etmişler ve onu kendi çıkarları doğrultusunda kullanmışlardır. Cennet ve
cehennem kavramları gibi, ilahi adalet de toplumsal denetimin güçlü bir aracı
haline gelmiştir. Bu kavramın kullanılış şekli oldukça sinsidir: İnsanlara,
eğer sabırlı olurlarsa, çaba göstermeden beklerlerse, adaletin mutlaka
gerçekleşeceği söylenir.
"Tanrı'nın takdiri" ya da "kutsal düzen" anlayışı, çoğu
zaman iktidarın sorgulanmasını önleyen bir kalkan görevi görmüştür. Halkın
yaşadığı acılar, adaletsizlikler ya da eşitsizlikler, ilahi planın bir parçası
olarak sunulmuş; böylece toplumsal değişim talebi bastırılmıştır.
Meşrulaştırma
ve Pasifleştirme
Tarihte ilahi adalet düşüncesi, yalnızca bireyin iç huzurunu korumakla
kalmamış, aynı zamanda egemen sınıflar tarafından bir yönetim aracı olarak da
kullanılmıştır. Yoksula "bu dünyada çektiğin çilenin karşılığını cennette
alacaksın" denmiş; mazluma "sabret, sınanıyorsun" öğütleri
verilmiştir.
Hükümdarlar, iktidarlar ve dinsel otoriteler; bu kavramı var olan düzenin
korunması, isyanların bastırılması ve toplumsal kontrolün sağlanması amacıyla
kullanagelmişlerdir. "Yazgı," "ilahi takdir," "her
şeyin bir nedeni var" gibi söylemler, insanları pasifleştirebilir.
"Sabreden derviş muradına erer" ya da "Allah büyüktür, adaletini
er geç sağlar" gibi söylemler, insanların mücadele etme iradesini
törpüleyerek onları pasif bekleyişe yönlendirebilir.
Tarihsel
Örnekler
Ortaçağ Avrupa'sında, feodal düzen ile dinsel otoritenin birleşmesi, ilahi
adalet kavramının düzenli bir şekilde kullanımını doğurmuştur. "Tanrı kral
yapmış, köle yapmış" anlayışı, mevcut toplumsal düzenin sorgulanmasını
engellemiştir. Tarih boyunca kölelik düzeninin sürdürülmesinde, ilahi adalet
kavramının rolü tartışılmazdır. Köleleştirilen insanlara "Sabret, ahirette
özgür olacaksın" mesajı verilmiş, bu ileti kölelik karşıtı isyanları
engellemiştir.
Modern dönemde ise bu kavram daha ince biçimler almış, "karma"
kavramının yaygınlaşması, yeni çağ hareketlerinin "evrensel adalet"
anlayışı, çağdaş biçimlerini oluşturmuştur. Benzer şekilde, Hindistan'daki kast
düzeninde "karma" kavramı, alt kastlardan insanların mevcut
durumlarını sorgulamalarını engellemiştir.
Cennet-Cehennem
Düalizmi
Özellikle cennet-cehennem fikri, yalnızca ahlaki değil, aynı zamanda
politik bir denge unsuru olarak işlev görmüş; bu dünyada adaletsizliğe boyun
eğen birey, öte dünyada adalet bulacağına inandırılmıştır. Bu yapı, ilahi
adaletin yalnızca umut değil, aynı zamanda korku kaynağına dönüşmesine de yol
açmıştır: "Eğer başkaldırırsan, Tanrı'nın gazabına uğrarsın."
Bu anlayış, bireyi hak aramak yerine dua etmeye yönlendirir; mücadele
ruhunu köreltir, edilgenliği yüceltir. Marksçı ve feminist eleştirel
yaklaşımlar, ilahi adaletin bu yönünü açıkça ortaya koyar: Bu tür bir inanç,
toplumsal eşitsizlikleri perdeleyen, haksızlıkları doğalmış gibi gösteren
ideolojik bir "sünger"dir.
Çağdaş
Dönüşümler
İlahi adalet düşüncesi, kimi zaman da toplumsal eşitsizliklerin
meşrulaştırılması işlevi görmüştür. Yoksulluğun "yazgı" ya da "sınav"
olarak sunulması, zenginliğin "ilahi lütuf" sayılması, insanları
içinde bulundukları durumu sorgulamaktan alıkoyabilir. Bu tür yaklaşımlar,
mevcut sınıfsal yapının sürmesini sağlar; çünkü insanlar haklarını aramak
yerine, yazgılarına razı olmaya yönlendirilir.
Ancak modern toplumlarda tablo giderek değişiyor. Laikleşme ya da sekülerleşme
süreciyle birlikte ilahi adalet düşüncesi, toplumsal düzlemde eski etkisini yitirmeye
başladı. Bugün adalet talebi, giderek daha fazla insan yapımı hukuk ve etik ilkeler
üzerinden dile getiriliyor. Yine de bireylerin kişisel inanç dünyasında ilahi
adalet hala derin bir yer tutuyor; kimileyin bir sığınak, kimileyin bir
beklenti, kimileyin de sessizliğin ideolojisi olarak varlığını sürdürüyor.
Çabanın
Gerçekliği ve Edilgenlik Döngüsü
"Hiçbir şey çaba harcanmadan elde edilemez" gerçeği, tüm bu inanç
sistemlerinin karşısında güçlü bir şekilde duruyor. İlahi adalet beklentisi,
insanları eylemsizliğe sürükler. Bu beklenti, "Ben elimden geleni yapmasam
da, adalet mutlaka gerçekleşecek" düşüncesini yaratır. Oysa gerçek
dünyada hiçbir şey çaba gösterilmeden, emek verilmeden elde edilemez.
Gerçek yaşam, ne yazık ki, iyilerin her zaman kazandığı, kötülüğün anında
cezalandırıldığı bir yer değildir. Aksine, kurnazlıkla, yalanla, hileyle
başarıya ulaşan pek çok örnek vardır. Bu edilginlik, özellikle toplumsal
değişim konusunda büyük bir engeldir. İnsanlar haksızlık karşısında tepki
göstermek yerine, "nasıl olsa adalet gerçekleşecek" düşüncesiyle
beklemeyi tercih ederler.
Kurnazlığın
Üstünlüğü
Kimileri, diğerleri ilahi adaleti beklerken kendilerinin harekete geçerek
sonuca ulaşabileceğini fark etmiştir. Kurnazlık, bu noktada devreye girer.
Yalan, hile, yönlendirme gibi yollarla daha kısa yoldan hedefe ulaşmak
mümkündür ve bu da adaletsizliğin sürmesinin temel nedenlerinden biridir.
Bugünün dünyasında ise bu durum yeni bir boyut kazanmıştır. Teknoloji
çağında bilgi, en değerli güç haline gelirken, bilgiye erişimdeki eşitsizlik
yani “bilgi asimetrisi” yeni tür adaletsizlikler doğurmuştur. Veri madenciliği,
algoritmaların yönlendirici biçimde kullanılması, sayısal uçurum gibi olgular
bu asimetrilerin güncel örnekleridir.
Bu dengesizlikler, var olan adaletsiz düzenlerin devamını sağlar. Örneğin,
sosyal medya algoritmalarını anlayan ve yönlendirebilen şirketler, bu bilgiyi
kendi çıkarları doğrultusunda kullanabilir. Böylece güç, yalnızca teknolojiye
değil, onun arkasındaki görünmeyen ama bilgisi olanlara geçer.
Bu tablo, adaletin artık gökten beklenen bir lütuf değil, insan eliyle oluşturulması
gereken bir sorumluluk olduğunu gösterir. Gerçek adalet, beklemekle değil;
farkındalık, bilgi ve ortak çabayla yeryüzünde kurulabilir.
Tarihin
Dersleri
Toplumsal değişim, hak mücadelesi, adil hukuk sistemlerinin oluşturulması,
sömürünün ve zulmün karşısında durmak, bireysel ve kolektif çabanın ürünüdür.
Sokrates'ten Gandhi'ye, Martin Luther King'den Nelson Mandela'ya kadar pek çok
figür, adaletin pasif bir bekleyişle değil, aktif bir mücadeleyle elde
edildiğini göstermiştir. Tarih boyunca yaşanan tüm olumlu değişimler,
insanların edilgin bekleyişi sonucunda değil, etkin mücadeleleri sonucunda
gerçekleşmiştir.
Sonuç: Umuttan Sorumluluğa, Bekleyişten Eyleme
Öyleyse başa dönelim: Ya ilahi bir töre yoksa? Ya hiçbir zaman zalimler
cezasını çekmeyecek, iyiler ödüllendirilmeyecekse?
Bu olasılık, ilk anda insanın içini ürpertse de, aslında bir umutsuzluk
değil, bir özgürlük bildirgesidir. Eğer gökten inecek bir töre yoksa, onu
yeryüzünde biz kurmak zorundayız. O zaman savaşım vermek, direnmek, örgütlenmek
ve daha adil bir dünya için çabalamak kaçınılmaz bir sorumluluğa dönüşür.
Sokrates'ten Gandhi'ye, Martin Luther King'den Nelson Mandela'ya dek nice öncü,
adaletin edilgen bir bekleyişle değil, etkin bir savaşım ile kazanıldığını
göstermiştir.
İlahi adalet beklentisinden kurtulmak, umudun ölümü değil, gerçek umudun
doğuşudur. Bu, eylemle beslenen, dünyanın gerçekten değişebileceğine duyulan
"eleştirel bir umuttur". Gerçek adalet, bize bağışlanan bir ödül
değil; emekle, bilinçle, dayanışmayla birlikte kurduğumuz bir değerdir.
Bu sabah zihnime takılan o soru, belki de en yalın gerçeği gözler önüne
seriyor: Değişim bizim elimizde. Adalet, bizim sorumluluğumuzda. Kendimizi
ayağa kaldırmak zorundayız, çünkü bizi kaldıracak başka kimse yok. Belki de
aradığımız o ilahi olan, göklerden inecek bir yargı değil, insanın kendi
vicdanında yeşerttiği ve ortak çabasıyla yeryüzünde kurduğu adalet duygusunun
ta kendisidir.
Esenlikler diliyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder