Adalet ve Adil Olmak: Tarihsel ve Çok Disiplinli Bir İnceleme
1.Giriş: Adalet (Tüze) Arayışının Öyküsü
Adalet, insanlık
tarihinin en köklü ve tartışmalı değerlerinden biridir. En yalın kabilelerden
en karmaşık devlet düzenlerine kadar, insan toplulukları tüze arayışı
içinde olmuşlardır. Sözlükte "herkese hakkını verme" olarak
tanımlansa da, bu yalın ifade adalet kavramının ardındaki derin
düşünsel, ahlaki ve toplumsal boyutları tam olarak yansıtmaz.
Adalet, yalnızca
yasaların uygulanması değildir; eşitlik, hakkaniyet, vicdan
ve erdem ile bağlantılı bir ilkedir. Bir çocuğun oyundaki haksızlığa
isyanından uluslararası mahkemelerin karmaşık kararlarına kadar uzanan geniş
bir yelpazede, "doğru olan nedir?" ve "hak edilen nasıl
verilmelidir?" soruları insanlığın temel gerilimlerini oluşturur.
Adil olmak ise yalnızca
kurallara uymak değildir; bireyin içsel yönelimi, ahlaki kimliği ve toplumsal
sorumluluğudur. Çünkü adalet yalnızca yasalarla değil; vicdan, değerler,
kültürel birikim ve tarihsel deneyim ile biçimlenir.
Büyük harfle yazılan Adalet, toplumsal yaşamı
düzenleyen kuramsal çerçeveyi, yasaların ruhunu ve kaynakların nasıl hakça
paylaştırılacağını sorgular. Buna karşılık adil olmak, bireyin dürüstlük,
tarafsızlık ve hakkaniyet gözeten eylemleridir; kişinin
başkalarının haklarına saygı duyması ve vicdani bir sorumlulukla
davranmasıdır. Biri olmadan diğerinin tam anlamıyla var olması mümkün değildir.
Adalet kavramı dönemlere
ve kültürlere göre farklı biçimler almıştır. Antik Yunan'da dike (hak,
denge) ile ifade edilen adalet, Platon'a göre ruhun erdemi,
Aristoteles'e göre ise herkese hak ettiğini vermektir. Roma hukukunda ius
(hak) ve aequitas (hakkaniyet) ile biçimlenirken, İslam'da adalet
hem hukuki hem ahlaki bir buyruk olarak Allah'ın adlarından biri olan el-Adl
ile ilişkilendirilir. Doğu düşüncesinde Konfüçyüs'ün ahlaki dengeye
(li) dayanan görüşü ve Hinduizm'in dharma kavramı, adaleti
bireysel doğruluktan kozmik düzene uzanan bir ilke olarak tanımlar.
Çağdaş dönemde ise John Rawls, adaleti toplumsal sözleşme
ve hakça bölüşüm üzerinden yeniden tanımlamıştır.
Bu çalışmada şu temel sorulara yanıt aranacaktır: Adaletin
tarihsel gelişimi içinde hangi evreler ayırt edilebilir? Adaletin
felsefi temelleri ile hukuksal uygulamaları ne ölçüde örtüşür? Toplumsal
eşitsizlikler bağlamında adalet nasıl biçimlenmiştir? Bireylerin adalet
algısı hangi bilişsel süreçlerle gelişir? Farklı kültürlerde adil
olma biçimleri nasıl tanımlanmıştır? Günümüz dünyasında adalet hangi
yeni sorunlarla karşı karşıyadır?
Bu bağlamda adalet, yalnızca bir hukuk ilkesi
değil, insanın toplumsal ve zihinsel yapısının ayrılmaz bir
parçasıdır. Bu yazı, adaletin çok boyutlu yapısını hem kuramsal hem de
yaşamsal bir düzlemde ele alarak, daha derinlikli bir anlayış geliştirmeyi
hedefliyor.
2. Adaletin Tarihsel Kökenleri
Adalet, insan
topluluklarının düzen arayışının en eski ve temel öğelerinden biridir. İnsanlar
bir arada yaşamaya başladıklarında hak, sorumluluk, ceza
ve ödül gibi kavramlarla bir düzen ve denge arayışına girmiştir.
Bu arayış zamanla adalet adı verilen ortak bir değer yargısına dönüşmüş;
farklı toplumlar bu değeri kendi inanç, gelenek ve toplumsal
yapılarına göre tanımlamıştır.
Mezopotamya'da Yazılı Hukukun Doğuşu
Mezopotamya, yalnızca insanlık tarihinin ilk kentlerini değil, aynı
zamanda ilk yazılı hukuk sistemlerini de barındıran bir uygarlık beşiğidir. Bu
topraklarda, yönetimle birlikte hukukun ortaya çıkışı da çok erken dönemlere
dayanır. Toplumun karmaşıklaşmasıyla birlikte bireyler arası ilişkileri
düzenlemek, mülkiyeti güvence altına almak ve sosyal eşitsizliklere bir çerçeve
çizmek için kurallar oluşturulmuş; bu kurallar zamanla yazıya geçirilmiştir.
Bilinen en eski hukuk reformlarını, Sümer kenti Lagaş’ta hüküm süren
Urukagina gerçekleştirmiştir. Kral Urukagina, halkı dinsel ve sivil
seçkinlerin sömürmesine karşı bir dizi düzenlemeyle toplumsal adaleti yeniden
tesis etmeye çalışmıştır. Yazılı metinler eksik olsa da, reformların içeriği
çeşitli belgelerden anlaşılır. Onun uygulamaları arasında: Aşırı
vergilendirmeye karşı önlemler, Borçluların özgürlüğünün korunması,
Rahip ve memurların keyfi mülk gasplarının engellenmesi, Yoksulların mallarının
korunması gibi hükümler yer almıştır.
Bu düzenlemelerle birlikte kral, “dul ve yetimin hakkını gözeten”
bir yönetim anlayışını benimsemiştir. Hukuk, burada yalnızca cezalandırıcı
değil, aynı zamanda koruyucu bir işlev üstlenmiştir (Kramer, 1963).
Urukagina’dan yaklaşık iki yüzyıl sonra, Ur kentinin kralı Ur-Nammu,
tarihteki en eski tam yazılı yasa metinlerinden birini oluşturmuştur. Ur-Nammu
Yasaları, çiviyazısıyla yazılmış olup 30’dan fazla madde içerir. Bu
yasaların Hammurabi’ninkine göre daha insancıl olduğu dikkat çeker. Örneğin:
Cinayet ve tecavüz gibi ağır suçlar ölümle cezalandırılırken, Bedensel zararlar
ve hırsızlık gibi suçlarda para cezası uygulanır.
Bu yaklaşım, “tazmin esaslı hukuk” anlayışını yansıtır. Ur-Nammu,
yasal düzenlemeleriyle hem krallığın otoritesini pekiştirmiş hem de halkın
refahını gözetmiştir (Roth, 1995).
Ur-Nammu’nun ardından, İsin kent devletinde hüküm süren Lipit-İştar,
yine bir yasa koleksiyonu hazırlatmıştır. Bu metin, hukukun tanrısal kökenlere
dayandırıldığını açıkça vurgular. Giriş kısmında, tanrıların Lipit-İştar’ı
adaleti sağlamak için görevlendirdiği belirtilir. Yasalar; Miras paylaşımı,
Kölelikten kurtulma, Evlilik ve boşanma koşulları, Mülkiyet hakları gibi
gündelik yaşama dair hükümler içerir.
Bu dönem yasalarında dikkat çeken nokta, toplumsal yaşamın her alanını
kapsayan bir düzenleme çabasının bulunmasıdır. Hukuk, yalnızca suç ve ceza
değil, toplumsal ilişkilerin tümünü biçimlendiren bir sistemdir (Hallo
& Simpson, 1971).
Mezopotamya yazılı hukukunun en bilinen örneğini, Babil Kralı Hammurabi‘nin
oluşturduğu yasa derlemesidir. Hammurabi, bu yasaları yalnızca halkına düzen
getirmek için değil, tanrısal bir görev olarak ortaya koymuştur. Yasaların
girişinde Tanrı Marduk’un, Hammurabi’yi yeryüzünde adaleti sağlamakla
görevlendirdiği anlatılır. Bu yönüyle Hammurabi Yasaları, hem hukukun kutsal
kaynağını vurgular hem de kralın meşruiyetini güçlendirir.
Yasalar, kısasa kısas (Latince: lex talionis) ilkesiyle
ünlüdür: “Bir adam başka bir adamın gözünü çıkarırsa, onun da gözü
çıkarılır.” Bu anlayış, suç ile ceza arasında doğrudan ve simetrik bir
denge kurar. Ancak sosyal sınıflar arasında cezaların farklılık gösterdiği
görülür. Örneğin, bir özgür kişiye verilen zarar ile bir köleye verilen zarar
aynı biçimde cezalandırılmaz.
Hammurabi Yasaları'nın içeriği şu alanları kapsar: Aile hukuku (evlilik,
boşanma, evlat edinme), Mülkiyet ve ticaret hukuku, Tarım ve sulama
düzenlemeleri, İşçi ücretleri ve köle hakları, Ceza hukuku ve mahkeme
süreçleri.
Bu yasa koleksiyonu, politik otoritenin hukuk yoluyla pekiştirildiği;
birey, toplum ve devlet arasındaki ilişkinin metne döküldüğü ilk
örneklerden biridir. Yasalar, yüksek bir taş blok üzerine çiviyazısıyla
kazınmış ve kamusal alanlara yerleştirilmiştir. Böylece hukuk, halkın gözü
önünde bir kamu düzenleyicisi olarak sergilenmiştir (Van De Mieroop,
2005).
Mezopotamya’da yazılı hukukun doğuşu, yalnızca yasa metinlerinin ortaya
çıkışıyla sınırlı değildir. Bu süreç, devletin meşruiyetini sağlamasından
halkın haklarını korumaya, dinsel otoriteyle dünyasal gücün birleşmesinden
sosyal ilişkilerin düzenlenmesine kadar birçok boyut içerir. Urukagina ile
başlayan toplumsal adalet arayışı, Ur-Nammu ve Lipit-İştar ile yasal
sistemin gelişmesi ve Hammurabi ile birlikte hukukun politik ve tanrısal
bir araca dönüşmesi, insanlık tarihinde hukukun evrimini anlamak açısından
temel basamaklardır.
Antik Mısır'da Maat İlkesi
Antik Mısır'da adalet, Ma'at kavramıyla
özdeşleşmiştir. Ma'at evrenin düzeni, doğruluk ve denge
anlamına gelir. Firavunlar tanrısal düzeni korumakla yükümlü oldukları için adaletin
uygulayıcıları olarak görülürdü. Ma'at yalnızca hukuksal değil, aynı
zamanda ahlaki ve kozmik bir ilkedir; toplumun düzeni, bireyin
ahlaki davranışları ve evrenin uyumuyla bağlantılıdır.
Antik Yunan'da Felsefi Adalet
Adalet düşüncesi Antik
Yunan'da felsefi bir derinlik kazanmıştır. Sokrates, Platon ve Aristoteles,
adaleti yalnızca dışsal bir düzen değil, insanın ruhsal dengesiyle
ilişkilendirerek yorumlamıştır.
Platon'a göre adalet,
ruhun üç ögesinin (arzu, öfke ve akıl) uyum içinde
çalışmasıyla ortaya çıkar. Devlet adlı eserinde ideal toplum düzeninde
her sınıfın (yöneticiler, koruyucular, üreticiler) kendi
işini yapması ve başkasının işine karışmaması adil olandır: "Adalet,
herkesin kendi işini yapmasıdır".
Aristoteles Nikomakhos'a
Etik'te adaleti ikiye ayırır: Dağıtıcı adalet (kaynakların hakkaniyetle
paylaşımı) ve denkleştirici adalet (haksızlıkların giderilmesi). Ona
göre adalet, toplumda dengeyi sağlayan en yüce erdemdir.
Bu düşünürlerin kurduğu temeller, Batı düşüncesinde adalet
tartışmalarına yüzyıllar boyunca yön vermiştir.
Roma Hukukunda Normatif Adalet
Roma İmparatorluğu’nda adalet, yalnızca hukukun teknik bir boyutu
değil, toplumun düzenini ayakta tutan temel bir ilke olarak görülmüştür. Hukuk,
Roma kültüründe yalnızca devlet otoritesinin bir aracı değil, aynı zamanda ahlaki
bir idealin somut ifadesi olma niteliği taşımıştır. Bu anlayış, doğal
hukuk (ius naturale) kavramının Roma düşüncesinde belirginleşmesiyle
daha da güçlenmiştir.
Doğal hukuk, her insanın doğuştan ve evrensel olarak sahip olduğu
haklar bulunduğu fikrine dayanır. Roma hukukçuları, bu hakların herhangi
bir yasa ile verilmediğini, aksine insan doğasının bir gereği olarak var
olduğunu savunmuşlardır. Böylece hukuk, salt bir yasa metninden ibaret olmaktan
çıkarak evrensel akla ve hakkaniyete dayanan bir sistem haline
gelmiştir.
Roma düşünürlerinden Marcus Tullius Cicero, De Legibus adlı
eserinde adaletin yalnızca pozitif hukuk (ius civile) kurallarına
bağlı kalmaması gerektiğini, asıl temelin doğa ve akıl olduğunu ileri
sürmüştür. Ona göre lex (yasa) ancak evrensel aklın ve adaletin
yansıması olduğu sürece meşru olabilir. Cicero’nun ünlü ifadesi "Summum
ius, summa iniuria" — “Aşırı hukuk, en büyük haksızlıktır” —
adaletin yalnızca katı kurallar bütünü olmadığını, aynı zamanda hakkaniyet
(aequitas) ilkesiyle dengelenmesi gerektiğini gösterir.
Roma hukuk geleneğinde ius (yazılı hukuk) ile aequitas
(hakkaniyet) arasında yapılan ayrım, normatif adalet anlayışının
merkezinde yer almıştır. Ius, yasaların kesin hükümlerini ifade ederken,
aequitas bu hükümlerin insani durumlara uyarlanması ve adil
sonuçlar doğuracak şekilde esnetilmesi anlamına geliyordu. Bu denge, yalnızca
Roma döneminde değil, günümüz modern hukuk sistemlerinin pek çoğuna da
ilham kaynağı olmuştur. Özellikle medeni hukuk geleneklerinde görülen hakkaniyet
hükümleri, Roma hukukundan miras alınan bu anlayışın modern bir yansımasıdır.
Roma’nın bu normatif adalet yaklaşımı, hukuku yaşayan bir organizma
haline getirerek hem devletin istikrarını hem de bireylerin güven duygusunu
pekiştirmiştir.
Tablo 1. Roma Hukukunda Adalet Anlayışının Tarihsel Evrimi
MÖ 5. yüzyıl – On İki Levha Kanunları (Lex Duodecim Tabularum)
- Roma’da ilk yazılı hukuk kodu oluşturulur.
- Toplumsal düzeni güvence altına alır, ancak katı kurallara dayanır (ius).
MÖ 1. yüzyıl – Cicero ve Doğal Hukuk
- Doğal hukuk (ius naturale) kavramı felsefi temelde gelişir.
- Adaletin evrensel akla dayanması gerektiği vurgulanır.
- Summum ius, summa iniuria ifadesi hakkaniyetin önemini
ortaya koyar.
MS 2. yüzyıl – Klasik Roma Hukuku
- Ius (yasalar) ve aequitas (hakkaniyet) ayrımı
belirginleşir.
- Praetor’lar davalarda hakkaniyet ilkelerini uygular.
- Hukuk, yaşamın farklı alanlarına esnek şekilde uyarlanır.
MS 6. yüzyıl – Justinianus’un Corpus Iuris Civilis
- Roma hukukunun sistematik derlemesi yapılır.
- Aequitas ilkeleri kodifikasyona dahil edilir.
- Avrupa hukuk geleneğinin temel kaynağı haline gelir.
Ortaçağ – Üniversite Hukuku ve Kanon Hukuku
- Roma hukuku yeniden keşfedilir (Bologna Okulu).
- Hakkaniyet ilkeleri Kilise hukuku (ius canonici) içinde
yaygınlaşır.
17.–18. yüzyıllar – Doğal Hukuk Okulu
- Grotius, Pufendorf ve Locke, doğal hukuku modern devlet teorisine
uyarlar.
- Ius naturale evrensel insan haklarının felsefi temeli olur.
19.–20. yüzyıllar – Modern Medeni Hukuk Sistemleri
- Roma hukuku, Alman ve Fransız Medeni Kanunları’na ilham verir.
- Aequitas, modern mahkemelerde hakkaniyet hükümleri olarak yaşar.
21. yüzyıl – Evrensel İnsan Hakları
- Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, doğal hukuk
ilkelerini küresel ölçekte kurumsallaştırır.
- Ius ile aequitas dengesi, çağdaş adalet sistemlerinin
merkezinde yer alır.
Doğu Düşüncesinde Adaletin Gelişimi
Doğu kültürlerinde adalet, bireyin ahlaki tutumu kadar, evrendeki
düzenin korunmasıyla da ilişkilendirilmiştir. Bu anlayış, adaleti yalnızca
insanlar arası bir ilişki biçimi olarak değil, aynı zamanda kozmik bir denge
olarak yorumlamıştır.
Çin düşünce tarihinde Konfüçyüs (MÖ 551–479), adaleti ahlaki düzenin
bir parçası olarak tanımlar. Konfüçyüs’e göre, yöneticilerin halkı adaletle
yönetebilmesi için öncelikle erdemli olmaları gerekir. Bu bağlamda adalet,
li (ritüel düzen) ve ren (insanlık duygusu)
kavramlarıyla iç içe geçmiştir. Li, toplumun uyum içinde işlemesini
sağlayan geleneksel kuralları ve davranış normlarını ifade ederken, ren
bireyin içsel iyiliğini temsil eder. Konfüçyüs’e göre bir toplumda düzenin ve
barışın sağlanması, yasalarla değil, erdemli yöneticilerle mümkündür. Bu
yaklaşım, adaletin kaynağını hukuk değil, ahlaki otorite olarak gören
bir anlayışı temsil eder (Yao, 2000).
Hindu düşüncesinde, adalet anlayışı dharma kavramı etrafında
biçimlenir. Dharma, her varlığın doğasına ve toplumsal konumuna uygun
davranışlarda bulunması anlamına gelir. Bu, yalnızca bireyin etik
yükümlülüklerini değil, aynı zamanda evrensel düzeni (rita) koruma
sorumluluğunu da içerir. Örneğin, Bhagavad Gita'da savaşçı bir sınıftan
kişinin savaşa katılması, kendi dharmasını yerine getirmesi olarak
görülür. Adalet, burada bireysel haklardan çok, kozmik ve toplumsal düzenin
korunmasıyla ilişkilidir. Bu yönüyle Hint düşüncesinde adalet, hem
metafiziksel hem de toplumsal bir dengeyi temsil eder (Doniger, 2009).
Antik İran’da Zerdüştlük, adalet kavramını Asha üzerinden
tanımlar. Asha, doğru düşünce, doğru söz ve doğru davranış üçlüsünü
kapsayan evrensel bir ilkedir. Zerdüşt’e göre, adaletli olmak, bu üç ilkeye
uygun yaşamakla mümkündür. Kötülüğe karşı iyiliğin zaferi, evrendeki kaosun
düzene dönüşmesiyle sağlanır (Boyce, 1979). Bu anlayış da adaleti yalnızca
hukuki değil, kozmik bir ilke olarak kavrar.
Ortaçağ'da İlahi Adalet Düşüncesi
Ortaçağ boyunca, Doğu ve Batı'da adalet anlayışını büyük ölçüde dinsel
inanç sistemleri biçimlendirmiştir. İlahi adalet, Tanrı’nın mutlak
iradesine dayanan, evrensel ve değişmez bir düzenin ifadesi olarak görülmüştür.
Yahudi hukukunda (Halakha), adalet kavramı hem yasal hem de ahlaki
boyutlarıyla ele alınır. Tzedakah, adalet ile hayırseverliğin birleştiği
bir anlayışı ifade eder. Tevrat’ta yer alan şu ifade bu anlayışı
yansıtır: "Adalet, adaletin peşinden gideceksin..." (Tesniye
16:20). Bu cümledeki tekrar, adaletin yalnızca bir kural değil, bir yaşam
ilkesi olduğunu gösterir. Tzedakah, özellikle yoksullara yardım etme
yükümlülüğüyle ahlaki sorumluluğu da içine alır (Levine, 2010).
Hristiyan düşüncesinde adalet, Tanrı’nın kutsal iradesine uygun yaşamak
anlamına gelir. Augustinus ve Aquinolu Thomas gibi düşünürler, adaleti
Tanrı’ya yönelmiş düzenli bir irade olarak tanımlar. Bu dönemde adalet,
bireyin değil, Tanrı’nın merkezde olduğu teolojik bir çerçeveyle ele alınır.
Günah, adaletsizlik olarak görülürken; bağışlanma ve merhamet, Tanrısal
adaletin tezahürü sayılır (MacIntyre, 1984).
İslam düşüncesinde adalet, hem bireysel hem de toplumsal düzeyde
temel bir ilkedir. Kur’an’da adalet, vasat ümmet kavramı ile ifade
edilir: "Böylece sizi vasat (ölçülü, dengeli) bir ümmet yaptık ki,
insanlara karşı şahitler olasınız" (el-Bakara, 2/143). Bu ve başka
ayetlerde adalet, yalnızca yasal bir yükümlülük değil, aynı zamanda vicdani bir
sorumluluk olarak ortaya konur. İslam düşünürleri, özellikle Farabi, İbn
Rüşd ve Gazali, adaletin hem ilahi iradeye uygunluk hem de toplumsal
düzenin temeli olduğunu savunmuştur (Hourani, 2001).
Aydınlanma ve Modern Hukukta Adalet
17.-18. yüzyılda Avrupa’da gelişen Aydınlanma düşüncesi, adalet
kavramını dinsel temellerden ayırarak seküler ve rasyonel bir zemine
oturtmuştur. Bu süreçte bireyin aklı, hakları ve özgürlüğü ön plana çıkmıştır.
John Locke ve Doğal Haklar: John Locke, her bireyin doğuştan gelen yaşam, özgürlük ve mülkiyet
hakkına sahip olduğunu savunur. Ona göre adalet, bireysel hakların
korunması ve devletin bu haklara müdahale etmemesiyle ilgilidir. Bu yaklaşım,
modern hukuk devleti ilkesinin temelini oluşturmuştur (Locke,
1689/2003).
Rousseau ve Toplum Sözleşmesi: Jean-Jacques Rousseau, adaletin temelini
halk egemenliği ve toplum sözleşmesine dayandırır. İnsanlar arasında eşitliğin
sağlanması, ancak herkesin katıldığı ortak bir iradeyle mümkündür. Ona göre genel
irade, adil olanı belirleyen en yüksek otoritedir (Rousseau, 1762/1997).
Kant ve Evrensel Ahlak Yasası: Immanuel Kant, adaletin kaynağını bireyin içsel akıl yasasına (kategorik
imperatif) dayandırır. Ona göre, adil olan, evrenselleştirilebilir bir
ilkeye uygun olan davranıştır. Bu anlayış, çağdaş insan hakları düşüncesinin
temel felsefi dayanaklarından biridir (Kant, 1785/2002).
Bu düşünürlerin katkıları, modern anayasal düzenlerin, insan
hakları bildirgelerinin ve uluslararası hukuk ilkelerinin
temellerini atmıştır. Aydınlanma'nın mirası bugün de çağdaş hukuk sistemlerinin
çoğunda yaşamaktadır.
3. Felsefede Adalet
Adalet, insan
düşüncesinin en eski ve en temel konularından biridir. Yalnızca bir hukuk
ilkesi ya da toplumsal düzenleme değil, aynı zamanda bireyin iç dünyasını,
ahlaki yapısını ve toplumsal ilişkilerini biçimlendiren bir erdem olarak
düşünülmüştür. Felsefe tarihinde adalet, “ne doğrudur?”, “hak nedir?”,
“eşitlik nasıl sağlanır?” gibi sorularla birlikte ele alınmış; hem bireyin hem
toplumun varoluşsal temellerinden biri olarak değerlendirilmiştir.
Bu uzun felsefi yolculukta adalet, farklı
dönemlerde ve kültürlerde farklı biçimlerde tanımlanmış; kimi zaman tanrısal
bir düzenin parçası, kimi zaman ise insan aklının ve özgürlüğünün bir ürünü
olarak yorumlanmıştır.
Platon: Ruhun Uyumu, Devletin Dengesi
Antik Yunan düşüncesinde adalet kavramının felsefi
temelleri, özellikle Platon’la birlikte sistemleşmiştir. Platon, Devlet
(Politeia) adlı yapıtında adalet kavramını hem bireysel hem de
toplumsal düzeyde bir uyum ve düzen durumu olarak ele alır. Ona
göre insan ruhu üç bölümden oluşur: arzu, öfke (ya da irade) ve akıl.
Toplum da bu bölümlerle paralel olarak üç sınıftan meydana gelir: üreticiler,
koruyucular ve yöneticiler. Platon’a göre adalet, her bireyin kendi
doğasına uygun işi yapmasıyla ortaya çıkar. Üretici üretmeli, koruyucu
korumalı, yönetici ise aklın rehberliğinde karar vermelidir. Böyle bir düzende adalet,
tüm parçaların kendi görevini yerine getirmesiyle oluşur. Bu bakış açısında adalet,
bir sonuç değil, doğru düzenlenmiş bir varoluş biçimidir. Platon için
adil insan, ruhunda denge ve ahenk olan, aklın önderliğinde yaşayan kimsedir.
Aristoteles: Dağıtıcı ve Denkleştirici Adalet
Platon’un öğrencisi Aristoteles ise Nikomakhos’a Etik
adlı eserinde adalet kavramını daha ayrıntılı biçimde sınıflandırır. Ona
göre adalet, “başkalarıyla ilişki içinde ortaya çıkan bir erdem”dir ve
bu yönüyle sosyal bir boyut taşır. Aristoteles, adalet kavramını iki
temel türe ayırır: Dağıtıcı adalet, ortak kaynakların ve fırsatların
bireyler arasında hakça paylaştırılmasını ifade eder. Buradaki eşitlik, orantılı
eşitliktir; yani bireylerin katkılarına, liyakatlerine ya da toplumsal
konumlarına göre adil bir dağılım öngörülür. Denkleştirici adalet,
haksızlık durumlarında devreye girer. Özellikle alım-satım ilişkilerinde ya da
suç ve ceza bağlamlarında, taraflar arasında bozulan dengenin yeniden
sağlanmasıdır. Aristoteles’e göre adalet, yalnızca yasalara uymakla
sınırlı değildir; daha derin bir anlamda, eşitliğe ve hakikate uygunluk
anlamını da taşır.
Ortaçağ’da Adalet: Tanrısal Düzenin Yansıması
Ortaçağ boyunca adalet düşüncesi, büyük ölçüde ilahi
irade ve tanrısal düzen temelinde yorumlanmıştır. Hristiyan
felsefesinde Augustinus, adaleti "Tanrı’ya hakkını vermek"
olarak tanımlar. Bu anlayışta, adalet Tanrı’nın iradesine uygun yaşamaktır;
yani adaletin ölçütü, ilahi yasadır. İslam dünyasında ise filozoflar
adaleti hem bireysel bir erdem hem de toplumsal düzenin temeli olarak ele
almışlardır. Farabi, erdemli toplumun temelinin adalet olduğunu
belirtir; toplumun tüm kurumlarının ahlaki erdemler temelinde inşa
edilmesi gerektiğini savunur. İbn Sina, adalet kavramını hem
bireydeki ölçülülük hem de yöneticideki hikmetle ilişkilendirir. İbn Rüşd
ise adaletin yalnızca bireysel değil, aynı zamanda politik bir ilke
olduğunu vurgular (Netton, 1992).
Aydınlanma Çağı ve Toplumsal Sözleşme Kuramları
17.-18. yüzyıllarda Aydınlanma düşüncesiyle birlikte
adalet, seküler temeller üzerine inşa edilmeye başlanır. Bu dönemde
bireyin aklı, özgürlüğü ve doğuştan sahip olduğu haklar ön plana çıkar. Toplumsal
sözleşme kuramları, bu bağlamda adaletin nasıl kurulabileceğine dair yeni
modeller sunar:
Thomas Hobbes, Leviathan
adlı eserinde, insanların doğa durumunda kaos içinde yaşadığını ve adaletin
ancak güçlü bir egemen otorite (Leviathan) sayesinde sağlanabileceğini savunur.
John Locke, bireyin doğal hakları olan yaşam, özgürlük ve
mülkiyetin korunmasını merkeze alır. Ona göre adalet, bu hakları garanti altına
alan bir hukuki ve politik düzenle mümkündür. Jean-Jacques Rousseau
ise adaleti, halkın genel iradesine uygun bir toplumsal sözleşmeyle
tanımlar. Ona göre bireyler, özgürlüklerini korumak ve ortak iyiye ulaşmak için
ortak bir sözleşmeye bağlı kalmalıdır (Boucher & Kelly, 1994).
Kant: Özgürlük, Ahlak ve Evrensel Yasa
Immanuel Kant, adalet
anlayışını akıl, ahlak ve özgürlük temelleri üzerine
kurar. Ona göre insanlar, özerk ve akıl sahibi varlıklardır; bu
nedenle kendi yasalarını kendileri koyabilirler. Kant’ın kategorik buyruk
ilkesi, adil bir davranışın evrensel olarak herkes tarafından uygulanabilir
olması gerektiğini söyler: “Yalnızca senin değil, herkesin aynı anda
uygulayabileceği bir ilkeye göre davran.” Kant için adalet, bireylerin
birbirlerinin özgürlüğünü sınırlamadan yaşayabileceği bir düzenin kurulmasıyla
mümkündür. Bu nedenle adalet, yalnızca dışsal eylemlerle değil, ahlaki niyetle
de ilgilidir (Kant, 1785/2012).
Çağdaş Felsefede Adalet: Rawls, Nozick, Gilligan ve Marx
Yirminci yüzyılda adalet kavramı, hem liberal hem
eleştirel kuramlar çerçevesinde yeniden yorumlanmıştır.
John Rawls, Adalet Olarak
Hakkaniyet (1971) kuramında, adil bir toplumun iki temel ilkeye dayanması
gerektiğini savunur: 1) Herkesin temel özgürlüklere eşit olarak sahip
olması; 2) Toplumsal ve ekonomik eşitsizliklerin, en dezavantajlıların yararına
olacak şekilde düzenlenmesi. Rawls’un meşhur cehalet peçesi düşünce
deneyi, bireylerin kendi çıkarlarını bilmedikleri bir durumda en adil sistemi
tasarlayacaklarını varsayar.
Robert Nozick, Anarşi,
Devlet ve Ütopya (1974) adlı eserinde, Rawls’un yeniden dağıtım anlayışına
karşı çıkar. Ona göre adalet, bireylerin mülkiyet haklarını ve özgürlüklerini
korumakla sınırlıdır. Zorunlu yeniden dağıtım, bireysel özgürlüğe müdahaledir.
Carol Gilligan, ahlaki
gelişim modellerinin erkek merkezli olduğunu, bakım etiğinin göz
ardı edildiğini belirtir. Ona göre adalet, yalnızca hak ve kurallarla değil,
ilişkisel bağlarla ve empatiyle de ilgilidir.
Karl Marx, adalet
kavramını sınıf mücadelesi bağlamında ele alır. Mevcut adalet
sistemlerinin egemen sınıfın çıkarlarını yansıttığını savunur. Ona göre gerçek
adalet, üretim araçlarının ortaklaştığı, sınıfsız bir toplumda mümkündür
(Marx, 1867/1990).
4. Hukukta Adalet
Adalet, tarih boyunca insan düşüncesinin ve toplum yaşamının
temel ideallerinden biri olmuştur. Hukuk ise bu ideali hayata geçirme çabasının
en sistemli araçlarından biridir. Ancak her zaman hukuk ile adalet arasında tam
bir örtüşme yaşanmaz. Çünkü bir hukuk sistemi yürürlükteki kurallar bütününden
oluşsa da, bu kuralların adil olması –yani hak gözetici, eşitlikçi ve insani
değerlere uygun olması– başka bir meseledir. Hukukun amacı yalnızca kuralları
uygulamak değildir; asıl hedef, bireylerin haklarını korumak, toplumsal düzeni
sağlamak ve adaleti gerçekleştirmektir. Bu noktada karşımıza çıkan temel bir
ayrım, pozitif hukuk ile doğal hukuk arasındaki farktır.
Pozitif Hukuk ve Doğal Hukuk Ayrımı
Pozitif hukuk, belirli bir toplumda yürürlükte olan yazılı ve biçimsel
hukuk kurallarını ifade eder. Bu anlayışa göre yasa ne diyorsa, o doğrudur;
adalet de bu yasaların uygulanmasıyla sağlanır. Dolayısıyla yasaların içeriği
tartışma konusu edilmez, önemli olan onlara uyulmasıdır. Öte yandan doğal
hukuk, insanın doğuştan sahip olduğu evrensel ve değişmez haklara dayanır.
Bu anlayış, ahlaki değerleri hukukun temeli olarak görür. Doğal hukuk
savunucularına göre bir yasa eğer adaletsizse, o yasa hukuken geçerli sayılsa
bile meşru değildir. Bu görüşün en özlü ifadesi, Aziz Augustinus’a atfedilen şu
sözde yatar: "Adaletsiz yasa, yasa değildir." Bu iki yaklaşım
arasındaki fark, hukukun yalnızca biçimsel mi yoksa aynı zamanda etik bir
içeriğe de sahip olması gerektiği sorusu etrafında biçimlenir.
Hukukun Adaleti Sağlama İşlevi
Hukuk, toplumsal yaşamın düzenleyicisi olarak bireyler arasındaki
ilişkileri düzenler, hak ve özgürlükleri güvence altına alır ve haksızlıkların
önüne geçmeye çalışır. Adil bir hukuk düzeni; erişilebilirlik, tarafsızlık,
eşitlik ve hakkaniyet gibi ilkeler temelinde kurulur. Bu ilkeler
sağlanmadığında hukuk, yalnızca bir iktidar aracı hâline gelebilir. Gerçekten
adil bir hukuk sistemi, yalnızca ceza ve yaptırım üzerinden değil, toplumun
farklı kesimlerinin haklarını gözeterek, mağduriyetleri gidererek ve bireylerin
haklarını eşit biçimde koruyarak işlevini yerine getirir.
Hukuk ile Adaletin Çatıştığı Tarihsel Örnekler
Tarihte hukuk ile adaletin çeliştiği sayısız örnek mevcuttur. Örneğin Nazi
Almanyası’nda çıkarılan yasalar, dönemin yürürlükteki pozitif hukuku
olarak kabul ediliyordu. Yahudilere, engellilere ve muhaliflere karşı uygulanan
bu yasalar biçimsel anlamda "hukuki" idi; ancak içerikleri bakımından
adaletsizlikle özdeşleşmişlerdir. Benzer şekilde, Güney Afrika’daki
Apartheid rejimi döneminde siyah ve beyaz vatandaşlara farklı hukuki
statüler tanınması da yasal bir uygulamaydı. Ancak bu ayrımcılık, evrensel doğal
hukuk ilkelerine bütünüyle aykırıydı. Bu örnekler, şu soruyu gündeme
getirir: "Yasal olan mı adildir, yoksa adil olan mı yasal olmalıdır?"
Bu soru, hem felsefi hem hukuki tartışmaların temelini oluşturur.
Modern Hukukta Adalet İlkeleri
Günümüz demokratik hukuk sistemlerinde adaletin sağlanabilmesi için bazı
temel ilkeler benimsenmiştir: Masumiyet karinesine göre bir kişi suçlu
olduğu yargı kararıyla kanıtlanmadıkça masum kabul edilir. Bu ilke, keyfi
cezalandırmanın önüne geçer. Adil yargılanma hakkına göre her birey,
yansız bir mahkemede, savunma hakkına sahip olarak yargılanmalıdır. Orantılılık
ilkesine göre verilen ceza, işlenen suçla orantılı olmalı ne daha az ne
daha fazla olmalıdır. Temel haklara saygıya göre hukuk düzeni,
bireylerin yaşama, düşünce ve ifade özgürlüğü gibi temel haklarını korumalıdır.
Bu ilkeler, yalnızca yasal düzenlemelerin değil, aynı zamanda yargı
organlarının da adaleti gözeten bir işleyişe sahip olmasını gerektirir.
Adaletin Hukuki Biçimlerin Ötesinde Değerlendirilmesi
Hukukta adalet, yalnızca cezalandırma ya da yaptırım yoluyla değil, onarıcı
adalet, uzlaştırma ve toplumsal barış gibi yaklaşımlarla da
ele alınır. Bu anlayışlar özellikle ceza hukukunda önemli bir dönüşümü
yansıtır. Onarıcı adalet, suç nedeniyle zarar gören tarafın zararını
gidermeye ve suç işleyen bireyin topluma yeniden kazandırılmasına odaklanır.
Fail ve mağdur arasında bir diyalog kurmayı, sorumluluğu üstlenmeyi ve telafiyi
hedefler. Bu yaklaşımda cezadan çok toplumsal iyileşme ön plandadır. Ayrıca uzlaştırma
yöntemleri ile taraflar arası çözüm yolları geliştirilebilir, yargı yükü
hafifletilebilir ve toplumsal ilişkiler onarılabilir.
Adaletin hukuk yoluyla sağlanması, hem biçimsel düzenlemeler hem de ahlaki
duyarlılıklar gerektirir. Pozitif hukuk kurallarının adil olması, doğal
hukuk ilkeleriyle uyum içinde bulunmasıyla mümkündür. Tarihsel deneyimler,
yasaların meşruiyetini yalnızca varlıkları değil, adalete katkıları üzerinden
değerlendirmemiz gerektiğini gösterir. Dolayısıyla adalet, hukuk sisteminin
yalnızca bir hedefi değil, varlık nedenidir.
5. Sosyolojide Adalet
Adalet, yalnızca hukuksal bir mesele değil, aynı zamanda
toplumsal bir olgudur. Sosyoloji açısından bakıldığında, adalet; toplumun nasıl
örgütlendiğini, kaynakların kimler arasında ve ne şekilde paylaşıldığını ve
iktidarın nasıl dağıtıldığını sorgulayan temel bir konudur. Toplumsal adalet
anlayışı, bireylerin yalnızca yasal olarak eşit görülmesiyle yetinmeyip,
onların yaşam şansları, fırsatlara erişimi ve onurlu bir yaşam sürdürebilme
imkânlarını da dikkate alır. Adalet, toplumda sınıf, toplumsal cinsiyet,
etnik kimlik, inanç ve kültürel yapı gibi çeşitli ayrımlar çerçevesinde
biçimlenir. Bu nedenle sosyolojik adalet, yalnızca yargı sistemine değil,
toplumun tüm yapısına nüfuz eden bir kavram olarak ele alınmalıdır.
Toplumsal Eşitsizlik ve Adalet
Toplumlarda gözlemlenen en temel sorunlardan biri, bireyler arasındaki
eşitsizliklerdir. Bu eşitsizlikler yalnızca gelir dağılımıyla sınırlı değildir;
eğitim olanaklarına erişim, sağlık hizmetleri, barınma, istihdam gibi birçok
alanda kendini gösterir. Toplumsal adalet, bireylerin yalnızca yasa
önünde eşit sayılmasını değil, aynı zamanda yaşamın başlangıç koşullarında eşit
imkânlara sahip olmasını da hedefler. Hindistan'dan çıkan bir düşünür olan
Amartya Sen, yetenekler yaklaşımı (capability approach) ile adaletin,
bireylerin temel gereksinimlerini karşılayabilecek ve potansiyellerini
gerçekleştirebilecek kaynaklara erişimiyle yakından ilişkili olduğunu belirtir.
Sen’e göre, fırsatlara eşit erişim olmadan gerçek anlamda bir adalet sağlanamaz
(Sen, 1999).
Durkheim: Toplumsal Dayanışma ve Adalet
Fransız sosyolog Émile Durkheim, adaleti toplumsal dayanışma kavramı
ile birlikte ele alır. Ona göre adalet, bireylerin ortak değerleri paylaşması
ve toplumsal kurallara uyması ile mümkündür. Durkheim’a göre modern toplumlar,
iş bölümü ve uzmanlaşma sayesinde daha karmaşık ancak aynı zamanda daha uyumlu
hale gelir. Bu da organik dayanışma adını verdiği yeni bir toplumsal
bütünleşme biçimiyle mümkün olur. Bu yapıda adalet, bireylerin emeklerinin
karşılığını alması ve toplumsal işleyişte adil bir yer edinmesiyle sağlanır
(Durkheim, 1893/2014).
Weber: Hukuksal Rasyonalizm ve Meşruiyet
Max Weber, adalet konusunu meşruiyet ve otorite biçimleri
üzerinden inceler. Weber’e göre modern toplumlarda adaletin sağlanması, hukuksal-rasyonel
otorite ile mümkündür. Bu otorite biçiminde kurallar nesneldir ve herkes
için eşit şekilde uygulanır. Bu, adaletin biçimsel anlamda yerleşmesini sağlar.
Ancak Weber, aynı zamanda modern bürokrasinin aşırı kuralcılığı nedeniyle,
adaletin şekilci bir hâle gelebileceği uyarısında da bulunur. Bürokrasi,
kimileyin adaleti yalnızca kurallara uymanın ötesine geçiremeyebilir. Bu
durumda, kuralların kendisi adaletsizlik doğurabilir (Weber, 1922/1978).
Bourdieu: Simgesel Şiddet ve Hak Dağılımı
Fransız düşünür Pierre Bourdieu, adaletin yalnızca maddi değil, aynı
zamanda simgesel bir mesele olduğunu savunur. Ona göre iktidar, yalnızca
fiziksel ya da ekonomik yollarla değil, simgesel şiddet yoluyla da
sürdürülür. Bu şiddet biçimi, bireylerin farkında olmadan kabullendikleri
kültürel normlar ve dil kalıpları üzerinden işler. Eğitim sistemi, Bourdieu’ye
göre en önemli simgesel iktidar alanlarından biridir. Eğitimde kullanılan dil,
değer yargıları ve kültürel sermaye, bazı grupların avantajlı, bazılarının ise
dezavantajlı konuma itilmesine neden olur. Böylece toplumsal eşitsizlik yeniden
üretilir (Bourdieu, 1984).
Sınıf, Cinsiyet ve Irk Bağlamında Adalet
Adaletin işleyişi toplumun tüm üyeleri için eşit değildir. Özellikle sınıf,
toplumsal cinsiyet ve ırk gibi ayrımlar, bireylerin adalete
erişimini doğrudan etkiler. Alt sınıflara mensup bireyler, temel hizmetlere ve
hukuki korumaya erişimde sık sık engellerle karşılaşırken, kadınlar da toplumsal
cinsiyet rolleri nedeniyle adalet sisteminde eşit temsil edilemeyebilirler.
Bu noktada feminist kuramcılar, adaletin yalnızca nötr bir hak dağılımı
meselesi olmadığını, toplumsal cinsiyet bağlamında yeniden düşünülmesi
gerektiğini ileri sürerler. Feminist düşünürler, kadına yönelik şiddet, ücret
eşitsizliği ve temsil sorunları gibi konuların adalet tartışmalarının
merkezinde yer alması gerektiğini vurgular (Fraser, 1997). Benzer şekilde, ırk
ve etnik köken temelinde ayrımcılık yaşayan bireyler de, hem hukuki hem de
toplumsal adaletin dışına itilebilmektedir. Bu durum, özellikle çok kültürlü
toplumlarda daha görünür hâle gelir ve ırksal adalet taleplerinin
doğmasına yol açar.
Sosyolojik açıdan adalet, yalnızca mahkemelerde verilen kararlarla sınırlı
bir kavram değildir. O, toplumun tüm katmanlarında işleyen ve insanların yaşam
kalitelerini doğrudan etkileyen bir ilkedir. Bu nedenle adalet, sosyologlar
için yalnızca hukukun değil; aynı zamanda ekonominin, eğitimin, kültürün ve
gündelik yaşamın da merkezinde yer alır. Toplumsal adalet, yalnızca
eşitlik değil, aynı zamanda hakkaniyet, katılım ve onur kavramlarıyla birlikte
düşünülmelidir. Ancak bu şekilde, bireylerin yalnızca eşit haklara sahip olduğu
değil, aynı zamanda eşit yaşam şanslarına sahip olduğu bir toplum mümkün
olabilir.
6. Psikolojide Adil Olma
Adalet, insan zihninde yalnızca soyut bir ilke değil, aynı
zamanda derin bir duygusal gereksinimdir. Psikoloji açısından adalet,
bireyin çevresindeki olayları adil ya da adaletsiz olarak
algılaması, bu algıya bağlı olarak duygusal tepkiler geliştirmesi ve
davranışlarını buna göre biçimlendirmesiyle ele alınır. Başka bir deyişle,
adalet yalnızca toplumsal düzenin değil, bireyin içsel dengesinin de temel yapı
taşlarından biridir.
İsviçreli psikolog Jean Piaget, çocukların adalet anlayışının bilişsel
gelişim evreleri ile birlikte değiştiğini vurgular. Ona göre erken çocukluk
döneminde adalet, büyük ölçüde otorite figürlerinin —anne-baba, öğretmen veya
başka yetişkinlerin— koyduğu kurallara dayanır. Bu dönemde çocuk için “adil
olan”, otoritenin belirlediği şeydir. Ancak yaş ilerledikçe ve soyut düşünme
becerileri geliştikçe, birey yalnızca kuralları değil, aynı zamanda niyetleri
ve bağlamı da değerlendirmeye başlar.
7. Antropolojik Perspektiften Adalet
Antropoloji, adalet
kavramını yalnızca hukuki kurallar bütününe indirgemez; onu, insan
topluluklarının kültürel, toplumsal ve ahlaki yapılarının
ayrılmaz bir parçası olarak görür. Bu yaklaşım, adaletin toplumsal kurumlar,
değer sistemleri, inançlar ve günlük yaşam pratikleri içinde nasıl
biçimlendiğini anlamayı amaçlar. Dolayısıyla adalet, her toplumda farklı
biçimlerde yorumlanan, değişken ve dinamik bir olgudur.
Yazının henüz icat edilmediği dönemlerde ilkel
topluluklar, adaleti sağlamak için kuşaktan kuşağa aktarılan karmaşık sözlü
gelenekler geliştirmiştir. Bu sözlü hukuk sistemi, hem toplumsal uyumu koruyan
hem de kültürel kimliği güçlendiren bir mekanizma işlevi görmüştür.
Mitolojik temeller, adalet kuralları çoğu zaman yaratılış mitleri, ata kültü ve
kutsal öykülerle meşrulaştırılırdı. Yaşlılar konseyi, toplumun en yaşlı,
en deneyimli ve bilgeliğiyle tanınan üyeleri, adaletin sağlanmasında başlıca
otoriteydi. Ritüel ve sembolik adalet durumunda adalet, yalnızca karar
verme süreciyle değil, aynı zamanda ritüel ve sembolik
uygulamalarla da sağlanırdı.
İlkel toplumlarda hukuk, merkezi bir otoritenin yazılı
yasalarından çok, topluluğun kendi iç denetim sistemlerine dayanıyordu. Başlıca
mekanizmalar şunlardı: Sosyal dışlama, en güçlü yaptırım biçimlerinden
biri olan sosyal dışlama, bireyin hem toplumsal kimliğini hem de hayatta kalma
şansını tehlikeye atardı. Tabu sistemi, belirli davranışların kutsal
yasağa (tabu) tabi tutulması, toplumsal düzeni koruyan başlıca
araçlardan biriydi. Karşılıklı yükümlülük ağları, armağan ekonomisi
ve karşılıklı yardım ilkesi, toplum içinde adaletsizliklerin önlenmesinde temel
rol oynardı.
İlkel toplumların adalet anlayışı, modern ceza adaletinin
cezalandırıcı yönünden farklı olarak, onarım ve barış odaklıydı.
Suçlunun toplumdan kalıcı olarak dışlanması yerine, hem suçlunun hem de
mağdurun yeniden toplumsal dokuya kazandırılması hedeflenirdi. Adalet yalnızca
maddi tazminata indirgenmezdi. Onur, saygınlık ve toplumsal itibarın yeniden
tesisi, adaletin asıl amacı olarak görülürdü. Bu nedenle törenler, özür
ritüelleri ve sembolik hediyeler, suçun etkisini toplumsal hafızadan silmek
için kullanılırdı.
Tarih boyunca kabile toplumları, bugünkü yargı
sistemlerinin ilk örneklerini barındıran özgün hakemlik ve uzlaşma yöntemleri
geliştirmiştir. Bu topluluklarda hakemlik yalnızca hukuki bir işlev
değil, aynı zamanda toplumsal birlikteliği koruyan bir kurumdu. Kabile
önderleri ya da şeyhler, hem politik hem de adaletin sembolik temsilcisi
olarak görülürdü. Örneğin Afrika’daki birçok toplulukta şef (chief),
yalnızca yöneten değil, aynı zamanda karar veren ve adalet dağıtan bir
figürdü. Bunun yanında, kolektif karar
alma kültürü de gelişmişti. Bedevi toplumlarındaki majlis sistemi,
demokratik müzakerenin erken biçimlerinden biri olarak görülür; burada tüm
kabile üyeleri, bir mesele üzerinde tartışma ve ortak karar verme sürecine
katılırdı.
Bu antropolojik bakış açısı, adaleti evrensel bir kavram
olarak görmek yerine, kültürel bağlamda biçimlenen ve sürekli dönüşen bir
fenomen olarak anlamamızı sağlar. Her toplum, kendi değer sistemine ve yaşam
koşullarına uygun adalet mekanizmaları geliştirmiş ve bu sistemler, insanlık
tarihinin zengin adalet mirasını oluşturmuştur.
8. Çağdaş Tartışmalar ve Eleştiriler
21.yüzyılda adalet kavramı, küreselleşme,
teknolojik devrim, iklim değişikliği ve hızlı sosyal dönüşümlerle birlikte
köklü bir sorgulama sürecine girdi. Geleneksel adalet kuramları, günümüzün
karmaşık toplumsal sorunlarına yanıt vermekte yetersiz kalırken; yeni
paradigmalar, yaklaşımlar ve kurumsal modeller ortaya çıkıyor.
Adalet ve Eşitlik: Aynı Şey Mi?
Günlük dilde eşitlik ve adalet çoğu zaman birbirinin yerine
kullanılır. Oysa bu iki kavram, benzer görünmelerine karşın özünde farklı
anlamlar taşır. Eşitlik (equality), herkese aynı şekilde
davranmayı, ölçülebilir ve matematiksel bir denkliği ifade eder. Örneğin, bir
sınıfta tüm öğrencilere aynı ders kitabının verilmesi, eşitliğin basit bir
örneğidir. Adalet (justice veya equity), bireylerin farklı
ihtiyaçlarını, koşullarını ve topluma yaptıkları katkıları dikkate alarak
hakkaniyetli bir düzenleme yapmayı amaçlar. Bu bakımdan adalet, eşitliği değil,
hakkaniyeti merkeze alır. Bu ayrım, “herkese aynı muamele” ile “herkese hak ettiği
muamele” arasındaki temel farktır.
Üç Temel Eşitlik Anlayışı
Eşitlik düşüncesi, tarih boyunca farklı biçimlerde yorumlanmıştır. Üç ana
yaklaşım öne çıkar: Biçimsel eşitlikte temel ilke, “kanun önünde herkes
eşittir” ifadesidir. Hukukun herkese aynı şekilde uygulanmasını savunur. Ancak,
mevcut yapısal eşitsizlikleri göz ardı edebilir. Örneğin, kadın ve
erkeklerin aynı seçim hakkına sahip olması biçimsel eşitliktir; fakat
kadınların siyasete katılımındaki engelleri ortadan kaldırmaz. Fırsat
eşitliğinde, herkesin benzer başlangıç koşullarına sahip olması gerektiğini
savunur. Eğitim, sağlık ve istihdam alanlarında pozitif ayrımcılık
uygulamalarıyla desteklenir. Örneğin, yoksul bölgelerdeki okullara ek kaynak
sağlanması, öğrencilerin eğitimde daha eşit fırsatlara ulaşmasını sağlar. Sonuç
eşitliğinde, yalnızca başlangıç koşullarını değil, ulaşılan sonuçların da
adil olmasını hedefler. Genellikle yeniden dağıtım politikaları
gerektirir. Örneğin, gelir vergisinin artan oranlı olması, toplumdaki gelir
uçurumunu azaltmayı amaçlar.
Sosyal Adalet Hareketlerinin Perspektifi
Günümüz sosyal adalet hareketleri, yalnızca bireysel eşitlik
taleplerine değil, toplumsal yapının derinliklerine işlemiş yapısal
eşitsizliklere odaklanır. Bu hareketler, interseksiyonellik (intersectionality)
kavramını öne çıkarır. İnterseksiyonellik, cinsiyet, ırk, sınıf, cinsel
yönelim, engellilik durumu gibi farklı kimlik boyutlarının birbirini
kesiştirerek çok katmanlı ayrımcılık biçimleri üretebileceğini savunur.
Örneğin, siyahi bir kadın hem ırkçılık hem de cinsiyetçilik nedeniyle çifte
dezavantaj yaşayabilir. Bu bağlamda, hakkaniyet kavramı eşitlikten
ayrılır. Eşitlik herkesin aynı olanaklara sahip olmasını hedeflerken,
hakkaniyet, her bireyin ihtiyacına göre destek görmesini savunur. Bir başka
deyişle, hakkaniyet, eşitliğin adaletle tamamlanmış hâlidir.
Adil Olmak ile Hukuki Olmak Arasındaki Çelişkiler
Tarih boyunca hukuk ile adalet arasında her zaman kusursuz bir uyum
görülmemiştir. Pozitif hukuk ile doğal hukuk arasındaki gerilim,
bu ayrışmanın en belirgin ifadesidir. Pozitif hukuk, hukuku devletin
koyduğu kurallar bütünü olarak tanımlar ve bu kuralların ahlaki
değerlendirmelerden bağımsız şekilde uygulanması gerektiğini savunur (Hart,
1994). Bu yaklaşımda, yasaların meşruiyeti onların içeriğinden değil, devletin
otoritesi ile varlık kazanmasından gelir. Buna karşılık doğal hukuk
anlayışı, hukukun meşruiyetini evrensel ahlaki ilkelerden alması
gerektiğini ileri sürer (Finnis, 2011). Bu görüşe göre, bir yasa yürürlükte
olsa bile eğer temel ahlaki değerlere aykırı ise, gerçek anlamda hukuk
sayılmaz. Bu iki yaklaşım arasındaki gerilim, “hukuki olan her zaman adil
midir?” sorusunu sürekli gündemde tutar.
Hukuki Reform: Adalet ile Hukuku Yakınlaştırma Çabası
Modern demokratik sistemler, hukuk ile adalet arasındaki uçurumu kapatmak
için çeşitli kurumsal mekanizmalar geliştirmiştir. Anayasa
mahkemeleri, yasaların temel hak ve özgürlüklere uygunluğunu denetler. İnsan
hakları mahkemeleri (ör. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi), ulusal
hukuk düzeninin ötesinde, bireylerin haklarını korur. Uluslararası Adalet
Divanı, devletler arası uyuşmazlıklarda evrensel hukuk ilkelerini uygular.
Bu kurumlar, hukukun yalnızca yasal olmakla kalmayıp aynı zamanda adil
olmasını sağlamak için çalışır.
Pozitif hukuk ile doğal hukuk arasındaki gerilim, hukuk
felsefesinin en eski ve en tartışmalı konularından biridir. Tarih, hukukun her
zaman adaletle uyumlu olmadığını kanıtlamıştır. Ancak, sivil itaatsizlik
ve hukuki reform gibi yöntemler, hukuku adalete yaklaştırma çabalarının
birer aracı olmuştur.
Dijital Çağda Algoritmik Adalet
Günümüzde algoritmik adalet, yalnızca teknik bir
kavram değil, aynı zamanda toplumsal eşitlik ve insan hakları açısından kritik
bir meseledir. Temel hedefi, yapay zekâ sistemlerinin insanlar hakkında adil
ve önyargısız kararlar almasını sağlamaktır. Artık birçok karar süreci,
insanların doğrudan kontrolünden çıkarak algoritmaların analizlerine
dayanmaktadır. Kredi değerlendirmesi, işe alım süreçleri, ceza
adaleti sistemi ve sosyal yardım dağıtımı gibi alanlarda yapay zekâ
kullanımı giderek yaygınlaşıyor. Örneğin, bir kişinin kredi başvurusunun kabul
edilip edilmeyeceği, çoğu zaman onun mali geçmişini analiz eden bir algoritma
tarafından belirlenir. Bu durum, verimliliği ve hızla işlem yapma kapasitesini
artırsa da beraberinde ciddi bir risk taşır: Eğer algoritmalar yanlış veya
önyargılı verilerle eğitilirse, bu hataları sistematik şekilde yeniden
üretebilirler.
Algoritmalar tarafsız makineler değildir;
beslendikleri verilerdeki toplumsal önyargıları öğrenir ve tekrar edebilirler.
Bu olgu, “dijitalleşmiş önyargı” olarak adlandırılır ve üç ana boyutta
(ırksal, cinsiyet ve sosyoekonomik) kendini gösterir.
Yapay zekâ sistemlerinin önemli bir sorunu kara kutu
problemidir. Bu kavram, algoritmaların nasıl karar verdiğinin dışarıdan
anlaşılamaması durumunu ifade eder. Kullanıcılar veya denetleyiciler,
algoritmanın hangi mantık zincirini izlediğini göremediğinde, adil olup
olmadığını da değerlendiremez.
Küresel Ölçekte Adalet Sorunları
21.yüzyıl, adalet kavramının yalnızca ulusal
değil, aynı zamanda küresel boyutta da tartışılması gerektiğini açıkça
gösterir. İklim krizinden göç hareketlerine, ekonomik eşitsizliklerden dijital
erişime kadar pek çok alanda adaletin sağlanması, hem ahlaki hem de hukuki bir
zorunluluk hâline gelmiştir. Aşağıda, günümüzde öne çıkan üç temel küresel
adalet sorunu ayrıntılı biçimde ele alınır.
İklim değişikliği, doğrudan fiziksel çevreye zarar
vermekle kalmaz; aynı zamanda tarihsel sorumluluk, nesiller arası
adalet ve yeşil geçiş adaleti gibi etik boyutları da beraberinde
getirir.
Tarihsel sorumluluk: Sanayi Devrimi’nden bu yana atmosfere salınan toplam karbonun
yarısından fazlası, dünyanın en zengin ülkeleri arasında yer alan G7
devletlerinden kaynaklanır. Buna karşılık, sera gazı salımlarında en az paya
sahip Sahra-altı Afrika ve Güney Asya ülkeleri, iklim
değişikliğinin yol açtığı kuraklık, sel ve gıda krizleri gibi felaketlerin en
ağır sonuçlarını yaşıyor (IPCC, 2023). Bu durum, “kirleten öder” ilkesinin
küresel ölçekte ne kadar zayıf işlediğini gözler önüne serer.
Kuşaklar arası adalet: Bugün alınan çevre politikaları, yalnızca mevcut nüfusun değil, gelecek
kuşakların yaşam koşullarını da doğrudan etkiler. Fosil yakıtlara dayalı enerji
politikaları veya ormansızlaştırma, gelecekteki yaşam alanlarını daraltırken,
ekosistemleri onarılamaz biçimde tahrip edebilir (Gardiner, 2011).
Yeşil geçiş adaleti: Karbon yoğun sektörlerde (kömür madenciliği, petrol, çelik üretimi vb.)
çalışan milyonlarca kişi, düşük karbon ekonomisine geçiş sürecinde işsiz kalma
riski taşımaktadır. Bu nedenle, yeşil dönüşüm politikaları yalnızca çevresel
değil, sosyal boyutları da kapsamalıdır. Adil bir yeşil geçiş, bu
işçilerin yeni beceriler kazanarak sürdürülebilir sektörlere
yönlendirilmelerini gerektirir (Newell & Mulvaney, 2013).
Göçmen Krizi
Küresel ölçekte zorla yerinden edilen insan sayısı,
tarihte eşi benzeri görülmemiş bir seviyeye ulaşmıştır. Birleşmiş Milletler
Mülteciler Yüksek Komiserliği’ne göre, bugün 100 milyondan fazla insan
savaş, politik baskı, yoksulluk veya iklim felaketleri nedeniyle evini terk
etmek zorunda kalmıştır (UNHCR, 2023). İklim değişikliğine bağlı göçmenler
—örneğin yükselen deniz seviyesi nedeniyle ada ülkelerinden kaçmak zorunda
kalanlar— hâlâ uluslararası hukuk tarafından mülteci statüsünde
tanınmamaktadır. Bu durum, iklim mağdurlarının hukuki korumadan yoksun
kalmasına yol açar (Biermann & Boas, 2010). Zorunlu göçün artması, yük
paylaşımı, çok kültürlülük ve ulusal kimlik dengesi
konularında yoğun tartışmaları da beraberinde getirmektedir. Bazı ülkeler
göçmen kabulünde sorumluluğu paylaşmaya yanaşmazken, bazıları ise sosyal uyum
politikaları geliştirerek göçü fırsata dönüştürmeye çalışmaktadır.
Küresel ekonomik sistem, zengin ile yoksul ülkeler
arasındaki gelir farkını derinleştiren vergi cennetleri, fikri mülkiyet adaleti
ve dijital uçurum gibi yapısal eşitsizlikler barındırır.
Türkiye’de adalet algısı, yalnızca mahkemelerin
kararlarıyla değil, aynı zamanda ekonomik yapılar, vergi politikaları,
toplumsal cinsiyet eşitliği ve uluslararası hukukla ilişkiler üzerinden de
biçimlenir. Halkın adalet sistemine olan güveni; yargı bağımsızlığı, ekonomik
adalet, vergi adaleti ve toplumsal cinsiyet adaleti gibi
farklı boyutlarda değerlendirilir.
Türkiye’de yargı bağımsızlığı tartışmaları, özellikle 2010
ve 2017 Anayasa değişiklikleri ile belirginleşmiştir. 2010 yılında
yapılan değişiklikler, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun (HSYK)
yapısını değiştirerek yürütmenin yargı üzerindeki etkisini artırma ya da
azaltma yönünde çeşitli yorumlara yol açmıştır. 2017’deki Cumhurbaşkanlığı
Hükûmet Sistemi’ne geçiş ise Hâkimler ve Savcılar Kurulu’nun (HSK)
yapısında yeni düzenlemeler getirmiştir (Özbudun, 2015).
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), Türkiye hakkında verdiği bazı kararlarda adil yargılanma hakkı
ihlallerine dikkat çekmiştir. Bu kararlar, hem yargılamaların bağımsızlığı hem
de tarafsızlığı açısından kamuoyunda yoğun tartışmalara neden olmuştur (Council
of Europe, 2023).
Son yıllarda avukatların gözaltına alınması, savunma
hakkı ve avukatlık mesleğinin güvence altında olup olmadığı konusunda
eleştiriler doğurmuştur. Bu durum, adaletin yalnızca “karar verme” değil,
“kararı savunabilme” sürecinde de sorunlar yaşandığını göstermektedir.
Ekonomik adalet, gelir dağılımındaki dengesizlikleri
azaltmayı ve herkes için yaşanabilir bir ekonomik ortam oluşturmayı hedefler.
Türkiye’nin Gini katsayısı 0,408 ile OECD ortalamasının
üzerindedir (OECD, 2023). Bu durum, gelir dağılımındaki adaletsizliğin yüksek
olduğunu göstermektedir. Son yıllarda asgari ücretin satın alma gücündeki
erime, yaşanabilir ücret kavramını gündeme taşımıştır.
Vergi sistemi, adaletin ekonomik boyutunun en kritik
unsurlarındandır. Türkiye’de vergi gelirlerinin büyük kısmı KDV ve ÖTV
gibi dolaylı vergilerden oluşuyor. Bu vergiler, gelir düzeyi düşük olan
haneleri orantısız şekilde etkileyerek orantısız vergi yükü sorununu
doğurur. Sık tekrarlanan vergi afları, vergi ödeme alışkanlıklarını olumsuz
etkileyerek uyum ve adalet ilkelerini zayıflatmaktadır. Dijital ekonominin
büyümesiyle birlikte Google, Meta, Amazon gibi uluslararası teknoloji
şirketlerinin kazançlarının adil şekilde vergilendirilmesi, yeni bir politika
ihtiyacı olarak öne çıkıyor.
Toplumsal cinsiyet eşitliği, adalet algısının en görünür
sosyal boyutlarından biridir. Kadınlara yönelik şiddetin önlenmesine ilişkin
yasanın uygulamada etkinlik sorunları yaşanıyor. Türkiye’nin 2021’de İstanbul
Sözleşmesi’nden çekilmesi, ulusal ve uluslararası kamuoyunda kadın hakları
açısından ciddi endişeler yaratmıştır (Council of Europe, 2021).
Çağdaş dönemde adalet kavramı, geleneksel
sınırlarını aşarak küresel, teknolojik ve ekolojik boyutlar kazanmıştır. Bu
genişleme, bir yandan yeni fırsatlar sunarken, diğer yandan karmaşık etik ve
politik sorunları beraberinde getirir. Modern toplumların karşılaştığı temel
meydan okuma, prosedürel adalet, dağıtım adaleti ve tanınma
adaleti arasında sürdürülebilir bir denge kurabilir. Gelecekte adalet
arayışının başarısı, hem yerel hem küresel ölçekte, teknolojik imkanları
insani değerlerle buluşturabilen, çeşitliliği birlik içinde yaşatabilen
ve nesiller arası sorumluluğu güncel ihtiyaçlarla dengeleyebilen yeni
kurumsal modellerin geliştirilmesine bağlı olacaktır.
9. Sonuç
Adalet, insanlık
tarihinin en eski ve en evrensel değerlerinden biridir. Hem bireysel
vicdanın hem de toplumsal düzenin temel taşı olarak, uygarlıkların
kuruluşundan bugüne kadar insan yaşamının merkezinde yer almıştır. İlk kent
devletlerinden modern uluslara, mitolojik destanlardan anayasa metinlerine
kadar adalet, her dönemin hukuk, ahlak ve politika anlayışının en önemli
dayanağı olmuştur. Tarihsel kökenlerinden günümüze bakıldığında adalet,
tek boyutlu bir kavram değil; felsefi, hukuki, sosyolojik, psikolojik ve
antropolojik açılardan incelenebilecek çok katmanlı bir olgudur. Örneğin Platon
adaleti toplumsal uyum olarak tanımlarken, Aristoteles onu eşitlik ve
hakkaniyet üzerinden yorumlamıştır. Modern dönemde Rawls adaleti eşit
özgürlükler ve fırsat eşitliği ilkeleriyle ele alırken, Nozick özgürlük
ve mülkiyet haklarını merkeze almıştır.
Adalet, yalnızca
geçmişten miras aldığımız bir değer değil; aynı zamanda geleceğimizi
biçimlendirecek bir tasarım projesidir. Her birey, kendi yaşamında adaletin
uygulanmasına katkıda bulunabilir; bu katkı, toplumsal ölçekte büyük
dönüşümlere zemin hazırlayabilir. Bu noktada okuyucuya şu sorular
yöneltilebilir: 1) Adil bir toplum için neler yapmalıyız? 2) Günlük yaşamımızda
adaleti nasıl hayata geçirebiliriz? 3) Adalet gerçekten evrensel bir ilke mi,
yoksa her dönemin ruhuna göre değişen bir arayış mı?
Kaynakça
Biermann, F., & Boas, I. (2010). Preparing for a
warmer world: Towards a global governance system to protect climate refugees. Global
Environmental Politics, 10(1), 60–88.
Boucher, D., & Kelly, P. (1994). The Social
Contract from Hobbes to Rawls. Routledge.
Bourdieu, P. (1984). Distinction: A Social Critique of
the Judgement of Taste. Harvard University Press.
Boyce, M. (1979). Zoroastrians: Their Religious
Beliefs and Practices. London: Routledge & Kegan Paul.
Cicero, M. T. (1999). On the laws (De Legibus) (C.
W. Keyes, Trans.). Cambridge, MA: Harvard University Press.
Council of Europe. (2021). Istanbul Convention: Action
against violence against women and domestic violence. Council of Europe.
Council of Europe. (2023). European Court of Human
Rights – Country profiles: Turkey. Council of Europe.
Doniger, W. (2009). The Hindus: An Alternative History.
New York: Penguin Press.
Durkheim, É. (2014). The Division of Labour in Society
(G. Simpson, Trans.). Free Press. (Original work published 1893)
Fraser, N. (1997). Justice Interruptus: Critical
Reflections on the “Postsocialist” Condition. Routledge.
Gardiner, S. M. (2011). A perfect moral storm: The
ethical tragedy of climate change. Oxford University Press.
Gilligan, C. (1982). In a different voice:
Psychological theory and women's development. Harvard University Press.
Hallo, W. W., & Simpson, W. K. (1971). The ancient
Near East: A history. Harcourt Brace Jovanovich.
Hourani, A. (2001). Islam in European Thought.
Cambridge: Cambridge University Press.
IPCC. (2023). Climate Change 2023: Synthesis Report.
Intergovernmental Panel on Climate Change.
Kant, I. (2002). Groundwork for the Metaphysics of
Morals (trans. M. Gregor). Cambridge: Cambridge University Press. (Original
work published 1785)
Kohlberg, L. (1981). The philosophy of moral
development: Moral stages and the idea of justice. Harper & Row.
Kramer, S. N. (1963). The Sumerians: Their history,
culture, and character. University of Chicago Press.
Levine, B. A. (2010). In the Presence of the Lord: A
Study of Cult and Some Cultic Terms in Ancient Israel. Leiden: Brill.
Locke, J. (2010). Two treatises of government.
Cambridge University Press.
MacIntyre, A. (1984). After Virtue. Notre Dame:
University of Notre Dame Press.
Marx, K. (1990). Kapital Cilt I. (Çev. M. Selik).
Sol Yayınları. (Orijinal eser 1867)
Mill, J. S. (2001). On liberty. Kitchener: Batoche
Books. (Orijinal eser 1859’da yayımlandı)
Netton, I. R. (1992). Muslim Neoplatonists: An
Introduction to the Thought of the Brethren of Purity. Edinburgh University
Press.
Newell, P., & Mulvaney, D. (2013). The political
economy of the ‘just transition’. The Geographical Journal, 179(2),
132–140.
Nozick, R. (1974). Anarchy, state, and utopia.
Basic Books.
OECD. (2023). Income inequality (indicator).
Organisation for Economic Co-operation and Development.
Özbudun, E. (2015). Turkish constitutional reform and
the 2010 referendum. Turkish Studies, 16(1), 103–118.
Piaget, J. (1932). The moral judgment of the child.
Free Press.
Rawls, J. (1971). A theory of justice. Harvard
University Press.
Roth, M. T. (1995). Law collections from Mesopotamia
and Asia Minor. Scholars Press.
Rousseau, J.-J. (1997). The Social Contract (C.
Betts, Trans.). Oxford: Oxford University Press. (Original work published 1762)
Sen, A. (1999). Development as Freedom. Oxford
University Press.
Stein, P. (1999). Roman law in European history.
Cambridge: Cambridge University Press.
Tyler, T. R., & Lind, E. A. (1992). A relational
model of authority in groups. Advances in Experimental Social Psychology,
25, 115–191.
UNHCR. (2023). Global Trends: Forced Displacement in
2023. United Nations High Commissioner for Refugees.
Van De Mieroop, M. (2005). King Hammurabi of Babylon:
A biography. Blackwell Publishing.
Watson, A. (1995). The spirit of Roman law.
Athens, GA: University of Georgia Press.
Weber, M. (1978). Economy and Society: An Outline of
Interpretive Sociology (G. Roth & C. Wittich, Eds.). University of
California Press. (Original work published 1922)
Worthington, E. L. (2006). Forgiveness and
reconciliation: Theory and application. Routledge.
Yao, X. (2000). An Introduction to Confucianism.
Cambridge: Cambridge University Press.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder