Merhamet: İstismar Edilebilir Bir Duygu
Yankılanır içimizde merhamet,
Varlığımızın temelidir,
Ama acılarımızın da. — O. Karadağ
Bir süredir aklımı kurcalayan bir soru var: İçimizde yer eden o derin
duygu, yani merhamet, nereden geliyor?
Bu sorunun peşine düşmek yalnızca bireysel vicdanımızı değil, insan olmanın
en derin katmanlarını da sorgulamaya davet eder bizi. Çünkü merhamet,
sadece başkasının acısını fark etmek değildir; aynı zamanda o acıya yönelmek,
ona tepki vermek ve onunla duygudaşlık kurmak demektir. Empati ve şefkat
ile iç içe geçer ama onlardan daha fazlasını içerir: Etik bir çağrı, içsel bir
sorumluluktur bu. İnsanın doğasında yer alan bu duygu, hem biyolojik
evrimimizin mirası hem de kültürel inşa sürecimizin bir ürünüdür.
Evrimsel olarak bakıldığında, merhamet, grup içi dayanışmayı ve türün
hayatta kalma şansını artıran bir avantaj sağlamıştır
Merhametin Kökenleri: Evrimsel, Biyolojik ve Gelişimsel Temeller
Merhametin öyküsü, insan türünün varoluş serüveninin en
başına, biyolojik köklerimize kadar uzanır. İnsan türünün evrimsel sürecinde
dik yürüme, doğum kanalının daralmasına ve dolayısıyla bebeklerin çok daha
erken bir evrede —diğer memelilere göre— dünyaya gelmesine neden olmuştur.
Henüz beyin gelişimini tamamlamamış, motor becerileri yetersiz ve hayatta
kalmak için mutlak anlamda başka bir insana bağımlı bebek, insan
topluluklarında bakım, koruma ve destek davranışlarını gerektirmiştir.
Antropolog Sarah Blaffer Hrdy (1999; 2009), bu öykünün
başlangıcını insan yavrusunun doğadaki eşsiz durumuna bağlar. İnsan bebeği,
diğer canlıların yavrularına göre oldukça uzun bir süre bakıma muhtaç ve
savunmasızdır. Büyük beyni nedeniyle erken doğar ve uzun bir bakım sürecini
gerektirir. İşte bu uzatılmış çocukluk, türümüzün hayatta kalma anlayışını
değiştirmiştir. Çocuğun bakımının yalnızca anneye değil, işbirliğine dayalı
ebeveynlik ile babaya, büyükanneye, kardeşlere ve topluluğun diğer üyelerine yayılmasını
gerektirmiştir. Hrdy'ye göre bu ortak bakım modeli, bireyler arasında güvenin
ve karşılıklı anlayışın temelini atmıştır. Başkalarının ne düşündüğünü ne
hissettiğini anlama ve ona göre davranma yeteneğimiz böyle gelişmiştir.
Primatolog Frans de Waal (2009) da bu görüşü destekler.
Ona göre empati, yalnızca insana özgü bir yeti değil, primatlarda bile
gözlemlenen ve topluluk içindeki uyumu ve yardımlaşmayı artıran evrimsel bir
üstünlüktür. Şempanzelerin yaralı bir üyeye yardım etmesi, merhametin evrimsel
bir avantaj olduğunu gösterir. Bu bağlamda merhamet, bireysel bir duygu olmanın
ötesinde, toplumsal dayanışmayı olanaklı kılan evrimsel bir düzenektir. Bu
durumu, akraba seçilimi (genetik yakınları koruma) ve karşılıklı özgecilik
("bugün ben sana, yarın sen bana") ilkeleriyle açıklamak mümkündür.
Böylece merhamet, yalnızca insanlara özgü değil, filler, yunuslar ve primatlar
gibi pek çok sosyal canlıda da gözlemlenebilen bir davranıştır.
Genetik ve biyolojik yapımız da merhamet kapasitemizi
belirler. Beynimizdeki ayna nöronlar adı verilen özel sinir hücreleri,
başkasının yaşadığı duyguyu —acı, sevinç, korku— sanki biz yaşıyormuşuz gibi
hissetmemize olanak tanır. Empati ve karar verme süreçlerini yöneten prefrontal
korteks gibi beyin bölgelerinin gelişmişliği de bu duyarlılığı etkiler.
Merhamet, yalnızca doğuştan getirdiğimiz bir miras
değildir; büyük ölçüde yaşamla öğrenilen ve biçimlenen bir duygudur. John
Bowlby'nin (1988) geliştirdiği bağlanma kuramı, bu gelişimsel sürece bir
pencere sunar. Sevgi ve şefkat dolu, güvenli bir ortamda büyüyen, yani güvenli
bağlanma geliştiren çocukların ileriki yaşamlarında daha yüksek düzeyde
empati, şefkat ve yardım davranışları gösterdiğini Ainsworth ve arkadaşları
(1978) saptamıştır.
Öte yandan, ihmal, istismar veya yıkıcı yaşantılarla dolu
bir geçmiş, kişinin kendini korumak için duygusal bir zırh geliştirmesine neden
olabilir. Bu durumda görünen merhametsizlik, bir kötülükten çok, derin bir
yaralanmanın izidir. İçinde büyüdüğümüz kültür de bu duyguyu nasıl
işleyeceğimizi belirler. "Komşusu açken tok yatan bizden değildir"
anlayışıyla büyüyen biri için merhamet ahlaki bir görevken; "güçlü olan
ayakta kalır" ilkesini benimseyen bir toplumda merhamet, bir zayıflık
belirtisi olarak görülebilir. Böylece merhamet, yalnızca doğuştan gelen bir
dürtü değil, sosyal öğrenme ve duygusal deneyimlerle gelişen bir kapasiteye
dönüşür.
Merhametin İki Yüzü: Kavramlar ve Ruhsal Bedeller
Merhamet, ruhsal dünyamızda nasıl işler? Psikoloji
bilimi, bu duygunun hem yapıcı hem de yıkıcı olabilecek yönlerine ışık tutar.
Paul Gilbert'in (2010) belirttiği gibi sıklıkla birbiriyle karıştırılan
merhamet, empati ve şefkat kavramları arasında temel farklar bulunur. Empati,
başkasının duygularını anlayabilme yetisidir. Şefkat, bu anlayışa
duygusal bir yakınlık katar. Merhamet ise, bu iki kavramın da ötesine
geçerek, başkasının acısını hafifletmeye yönelik bir davranış itkisi oluşturur.
Psikolog Daniel Batson (1991), empatik kaygının
insanları yardım etmeye yönelten temel bir güdü olduğunu savunur. Empati,
merhametin ruhsal yakıtıdır. Ancak her yüce duygu gibi, merhamet de
ölçüsüzleştiğinde insanı yüceltmez, aksine ağırlaştırır.
Sürekli olarak başkalarının acısına tanıklık etmek,
özellikle sağlık çalışanları, sosyal hizmet uzmanları ve yardım gönüllülerinde merhamet
yorgunluğu olarak bilinen bir tükenmişliğe yol açabilir. Bu durum, aşırı
empatinin bireyin kendi sınırlarını yok etmesine ve ruhsal olarak çökmesine
neden olabilir. Figley'in (1995) belirttiği gibi sürekli başkalarının acılarıyla
yüzleşen kişilerde gelişen bu tükenmişlik biçimi, ikincil travma ile
birlikte kaygı, bunalım ve duyarsızlaşmaya yol açabilir. Kimi zaman "iyi olmak"
adına başkalarının acısını kendi yaşamına taşıyan birey, zamanla
"yardımseverlik tükenmesi" yaşayabilir.
Kimi zaman aşırı merhamet, kişinin kendi içindeki boşluğa
bakmaktan, kendi yaralarına dokunmaktan bir kaçışıdır. Bu, Danimarkalı düşünür
Søren Kierkegaard'ın (1941) sözünü ettiği o içsel bölünmenin bir yansımasıdır;
kişi kendi varoluşsal boşluklarını örtmek için başkalarının acısına yönelir.
Ayrıca, A. W. Schaef'in (1986) belirttiği gibi çocuklukta ebeveynin duygusal
boşluklarını doldurmak zorunda kalan bireylerde, yetişkinlikte aşırı merhametli
davranışlar gözlenebilir. Bu bireyler, başkalarının duygusal ihtiyaçlarını
kendi ihtiyaçlarının önünde tutarak, bağımlı ilişkiler (codependency)
geliştirebilir. Sınır tanımayan bu durum, bireyi suistimale açık hale getirir
ve sürekli yorgunluk, değersizlik hissi ve varoluşsal boşluk yaratır.
Bu noktada eleştirel bir ses yükselir. Düşünür Paul Bloom
(2016), empatiye karşı kuşkucu bir tutum sergiler. Ona göre empati, ahlaki
kararlar için güvenilir bir rehber değildir çünkü seçicidir; sevdiklerimize ve
bize benzeyenlere karşı daha yoğun hissederken, uzaktaki veya farklı gruplara
karşı bizi kayıtsız bırakabilir. Bloom, empatinin duygusal taşkınlığı yerine,
akılcı bir şefkat ve muhakemeyi savunur.
Merhamet ve Ahlaki Bilincin Doğuşu
Merhameti yalnızca biyolojinin alanına hapsetmek yetersiz
kalır. Merhamet zamanla, etik bilinçle iç içe geçmiş, ahlaki bir erdem olarak
kavramsallaştırılmıştır. Ahlak tarihine bakıldığında, özellikle Schopenhauer'ın
(2010) etik anlayışında merhametin merkezi bir yeri olduğu görülür.
Schopenhauer'a göre, ahlakın gerçek temeli merhamettir; çünkü yalnızca
merhamet, ötekinin acısını kendi acısı gibi hissedebilmeyi mümkün kılar:
"Bencilliğin sınırları dışında kalan tek dürtü, merhamettir ve gerçek
ahlaki değer yalnızca bu duyguya dayanır."
Buna karşılık, Kant (1997) gibi filozoflar ahlakı akla ve
evrensel yasa fikrine dayandırırken, duyguları ikincil bir konuma
yerleştirirler. Ona göre ahlaki bir eylem, duygulardan arınmış olmalıdır. Bu
nedenle merhamet, duygusal bir eğilim olduğu için ahlaki kararları
saptırabilecek ikincil bir duygudur ve ahlakın temeli olamaz. Kant, "iyi
niyet, aklın rehberliğinde olmalı; yoksa iyi bile olsa zarar verir"
diyerek duygusal aşırılıkları potansiyel tehlike olarak görür.
Baruch Spinoza (2007) ise merhameti "hayal gücünün
etkisiyle oluşan bir keder biçimi" olarak değerlendirir ve tutkuların
ürünü olduğu için insanı akli yaşamdan uzaklaştırabileceğini düşünür.
David Hume (2003) ise ahlaki duyarlılığın temelinde
"duygu"yu görür ve empati ile merhameti, insanın doğasında var olan
birer "ahlaki duygu" olarak niteler. Ona göre ahlak, nesnel ilkelere
değil, insanın başkalarının mutluluğu ve acısına verdiği doğal tepkilere
dayanır.
Tarih Sahnesinde Merhamet: Efsanevi ve Kültürel Anlatılar
Merhamet, biyolojik bir gereklilikten doğduktan sonra
insanlığın ortak belleğinde, efsaneler ve yazınsal anlatılar aracılığıyla
ölümsüzleşmiştir. Antik Yunan'da Prometheus'un öyküsü, bunun en çarpıcı
örneklerinden biridir. Prometheus, tanrıların yasağını çiğneyerek ateşi
insanlara armağan eder. Bu eylemi, tanrılara karşı bir başkaldırıdan çok,
insanlığa duyduğu derin şefkatin bir ifadesidir. Bu merhamet eylemi yüzünden
sonsuz bir cezaya çarptırılması, bireyin toplumsal sorumluluk uğruna otoriteye
karşı çıkışının simgesi haline gelmiştir.
Yazın (edebiyat) alanında ise Fyodor Dostoyevski,
merhametin insan ruhundaki karmaşık doğasını belki de en iyi işleyen yazardır.
Özellikle Suç ve Ceza romanında Raskolnikov'un iç dünyası, adalet
ile merhamet arasında gidip gelir. İşlediği cinayetin ardından duyduğu vicdan
azabı ve Sonya'nın karşılıksız merhameti, onun ahlaki dönüşümünün temelini
oluşturur. Karamazov Kardeşler'de ise Gruşenka, sevgi ve nefret
arasında bir köprü kurar. Dostoyevski için merhamet, insanın kendisiyle,
ötekiyle ve Tanrı'yla kurduğu bağın en somut ve sancılı görünümlerinden
biridir.
Felsefenin Merceğinden Merhamet: Erdem mi, Duygu mu?
Felsefe alanında, merhametin tanımı daha da derinleşir ve
farklı düşünce okullarında birbiriyle çelişen konumlara yerleştirilir. Aristoteles,
philia (dostluk sevgisi) kavramıyla merhamete dolaylı bir kapı
aralar. Philia, akıl ve erdemle yönetilen, karşılıklılığa dayalı bir
ilişki biçimidir. Burada merhamet, aşırılıktan uzak, ölçülü bir karakter
erdemidir.
Buna karşılık, P. de Silva'nın (2005) belirttiği gibi Budist
felsefedeki karuna (şefkat) kavramı, tüm canlıların acısını
ayrım gözetmeksizin paylaşmayı ve azaltmayı hedefleyen sınırsız bir eğilimdir. Philia
akıl ve denge üzerine kuruluyken, karuna özgeci ve evrensel bir şefkat
anlayışını temsil eder.
Emmanuel Levinas (2007) için ise etik, "ötekinin yüzü" ile karşılaştığımızda,
onun acısına kayıtsız kalamadığımız anda başlar. Ötekinin yüzü, bana dokunur,
beni sorumlu kılar ve bu sorumluluk rızamdan bağımsızdır. Merhamet bu bağlamda,
duygusal bir tepki değil, ertelenemez bir varoluşsal sorumluluktur; etiğin ta
kendisidir. Ona göre bu yüzleşme, adeta "beni öldürme" der. Ancak bu
sorumluluk duygusu bir takıntıya dönüştüğünde, kişi kendini herkesin yükünü
omuzlamak zorunda hisseder.
Bu noktada Friedrich Nietzsche (2012) daha keskin
bir eleştiri getirir. Ona göre merhamet, Hristiyan ahlakının bir ürünü olarak
zayıflığı yüceltir, gücün yadsınması ve yaşamın sert gerçeklerine karşı
iradenin kırılmasıdır. Acıyı kutsamak, insanın kendi potansiyelini ve yaşam
gücünü seyreltmesidir.
Bu iki aşırı ucun ortasında Stoacılar (Seneca,
Epiktetos, Marcus Aurelius) bilgece bir denge öğüdü verir. Epiktetos'un (1983)
ifadesiyle: "Başkalarına yardım et ama onların acısını taşıma; o acı
onların sınavı, senin değil."
Bu farklı yaklaşımları modern etik kuramlarıyla birlikte
değerlendirdiğimizde şöyle bir tablo ortaya çıkar:
Yaklaşım |
Merhametin Konumu |
Etik Temel |
Karar Ölçütü |
Aristoteles |
Erdemin parçası |
Akıl ve denge |
Karakter gelişimi |
Budizm |
Aydınlanma erdemi |
Özgecilik |
Evrensel şefkat |
Kant (Deontoloji) |
İkincil duygu |
Evrensel yasa |
Akıl ve ödev |
Levinas |
Etiğin özü |
Ötekine sorumluluk |
Yüzleşme ve sorumluluk |
Yararcılık |
Sonuç odaklı değer |
Mutluluk artırımı |
Acının azaltılması |
Erdem Etiği |
Karakterin özü |
Erdemli yaşam |
İyi insan olma |
Bakım Etiği |
İlişkisel sorumluluk |
Empati ve bağ |
Duygusal yakınlık |
Bu tablo, merhametin ne kadar farklı felsefi ve etik
sistemler içinde ne denli farklı anlamlar kazanabildiğini açıkça gösterir.
Carol Gilligan'ın (1982) bakım etiği yaklaşımında merhamet, ilişkisel
sorumluluğun temelidir.
Merhametin Aşırılığı: İyilikten Gelen Tükeniş
Her erdem gibi, merhamet de ölçüsüzleştirildiğinde zarar
verici hale gelebilir. Spinoza'ya (2007) göre, tutkulara teslim olmak, insanın
öz doğasını yitirmesi anlamına gelir. Merhamet de, eğer kontrolsüz bir tutkuyla
birleşirse, bireyin kendi varoluşunu zedeleyen bir boyut kazanabilir. Spinoza
şöyle der: "Merhamet, aklın buyruğuyla değil, hayal gücüyle hareket eden
bir acı türüdür."
Kimi zaman aşırı merhamet, kişinin kendi içindeki boşluğa
bakmaktan, kendi yaralarına dokunmaktan bir kaçışıdır. Bu, Kierkegaard'ın
(1941) sözünü ettiği içsel bölünmenin bir yansımasıdır; kişi kendi varoluşsal
boşluklarını örtmek için başkalarının acısına yönelir. Dışarıdan bakanlar,
"Ne kadar iyi ne kadar düşünceli biri" derken, içeride sürekli
kendini gözardı etmenin, başkalarının sorumluluğunu üstlenmenin ve hayır
diyememenin getirdiği görünmez çatlaklar oluşur. Bu durum, merhamet
yorgunluğu (compassion fatigue) olarak adlandırılır. Figley'in
(1995) belirttiği gibi, bu tükenmişlik biçimi, özellikle sağlık çalışanları,
ruh sağlığı uzmanları ve sosyal hizmet görevlilerinde yaygındır.
Ayrıca, çocuklukta ebeveynin duygusal boşluklarını
doldurmak zorunda kalan bireylerde, yetişkinlikte aşırı merhametli davranışlar
gözlenebilir. Schaef'in (1986) belirttiği gibi bu bireyler, başkalarının
duygusal ihtiyaçlarını kendi ihtiyaçlarının önünde tutarak, bağımlı
ilişkiler (codependency) geliştirebilir. Sınır tanımayan bu durum,
bireyi suistimale açık hale getirir ve sürekli yorgunluk, değersizlik hissi ve
varoluşsal boşluk yaratır.
İnancın Kalbinde Merhamet: Dinsel ve Tasavvufi Yaklaşımlar
Merhamet, dinsel geleneklerde tanrısal bir nitelik ve
varoluşsal bir bağ olarak en yüce konumuna ulaşır. İslam düşüncesinde
merhamet, Allah'ın en temel sıfatları olan Rahman ve Rahim
kavramlarında görülür. Rahman, dünya yaşamına inanan inanmayan ayrımı
yapmaksızın tüm varlıklara yönelen evrensel ve kuşatıcı bir rahmeti ifade eder.
Rahim ise özellikle inananlara ahirette yönelecek olan daha seçkin bir
lütfu ve bağışlayıcılığı anlatır. Bu iki kavram, ilahi merhametin hem kapsayıcı
hem de özel boyutlarını ortaya koyar.
Tasavvufta ise merhamet,
ahlaki bir erdem olmanın ötesinde, varlığın özüyle birleşmektir. Yunus Emre'nin
o eşsiz dizesi, bu anlayışın bir özetidir: "Yaratılanı hoş gör,
Yaradan'dan ötürü" (Yunus Emre Divanı). Burada merhamet,
Tanrı'nın tüm varlıklardaki yansımasını görmek ve O'nun aşkıyla her şeye
yönelmektir. Bu, ontolojik bir sevgidir; yani varlığın temeline
yerleşmiş bir şefkattir.
Farklı inançlardaki merhamet kavramlarını
karşılaştırdığımızda zengin bir tabloyla karşılaşırız: Hristiyanlıktaki agape,
Tanrı'nın insanlığa yönelik karşılıksız ve kurtarıcı sevgisidir. Budizm'deki karuna,
tüm canlıların acısını ayrım gözetmeksizin paylaşmayı ve azaltmayı hedefleyen
sınırsız bir eğilimdir.
Gelenek |
Merhamet Kavramı |
Özellikleri |
Yönelimi |
İslam |
Rahman / Rahim |
Tanrısal lütuf, seçici ve evrensel |
Tanrı'dan insana |
Hristiyanlık |
Agape |
Karşılıksız sevgi, kurtarıcı merhamet |
Tanrı'dan insana |
Budizm |
Karuna |
Acıyı paylaşma, özgecilik |
İnsandan tüm varlığa |
Tasavvuf |
Ontolojik sevgi |
Tanrı'yla özdeşlik, evrensel şefkat |
İnsandan Tanrı'ya ve varlığa |
Toplumsal Bir Değer Olarak Merhamet: Dünden Bugüne Değişimi
Merhametin ne olduğu bilgisi, tarihsel süreçte sürekli
bir dönüşüm geçirmiştir. Modern öncesi toplumlarda merhamet, bir topluluk içi
dayanışma bağıydı. Aile, klan ve cemaat gibi yapılar içinde sosyal uyumun
harcıydı. Osmanlı dönemindeki vakıf sistemi, bu anlayışın
kurumsallaşmasıdır. Sokak hayvanları için kurulan vakıflar, yoksullara aş
dağıtan imarethaneler, merhametin kamusal bir sorumluluk olarak nasıl
içselleştirildiğini gösterir.
Modern dönemle birlikte ise merhamet, daha bireysel ve
seçici bir duyguya dönüşme eğilimi göstermiştir. Rekabetçi ve bireyci
toplumlarda merhamet, kamusal bir sorumluluktan çok, kişisel bir tercih haline
gelmiştir.
Yirminci yüzyılda sosyal devlet, merhameti kamusal
politikaya taşıdı. İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde sosyal adalet ve refah
programları, merhametin kurumsal bir yansıması oldu. Ancak neoliberal
ideolojilerde merhamet, kimi zaman bir zaaf olarak damgalanabilir. Bugün
ise bu duygu, yeniden etik bir direnç biçimi olarak yükselişe geçmektedir.
Çözüm Olarak Kendine Merhamet: İçe Dönük Şefkatin Önemi
Modern psikoloji, bu denge arayışında kendine merhamet
kavramını ön plana çıkarır. Kristin Neff'e (2011) göre bu, bireyin
başarısızlık, hayal kırıklığı ya da acı anlarında kendini yargılamadan,
anlayışla karşılamasıdır.
Merhametin en çok unutulan yönü, kişinin kendine duyması
gereken merhamettir. Başkaları için her zaman orada olurken, kendi
yorgunluğunu, kırgınlıklarını ve ihtiyaçlarını görmezden gelmek, en büyük
haksızlığı kendine yapmaktır. Yük taşıyan da bir insandır; yıpranır, yorulur ve
kırılır. Bir noktada durup aynaya bakmak ve kendine "Sen de varsın"
demek gerekir.
Sonuç: Merhametin Erdem Olarak Dengesi
Bu uzun yolculuğun sonunda vardığımız yer şudur:
Merhamet, tek bir tanımdan oluşmuyor. O, insan yavrusunun hayatta kalma
ihtiyacından doğan biyolojik bir zorunlulukla başlamış; efsaneler, dinler ve
felsefelerle yücelerek insanlığın ortak ahlaki erdemlerinden biri haline
gelmiştir. Evrimsel olarak işbirlikçi bakım ve empati, türün hayatta kalmasını
sağlamış; felsefi ve dini gelenekler ise merhameti evrensel bir sorumluluk
olarak yüceltmiştir.
Merhamet, insan olmanın hem biyolojik hem de etik bir
izdüşümüdür. Ancak her erdem gibi merhamet de ölçülü olmayı gerektirir. Ölçüsüz
merhamet, kişinin kendi öz saygısını, ruhsal dengesini ve ahlaki sağduyusunu
aşındırabilir. Merhametin aşırısı, merhamet yorgunluğu gibi ruhsal sorunlara
yol açabilir. Bu nedenle merhamet, dengeyle anlam kazanır: Ne tümüyle
reddedilmeli ne de sınırsızca yaşanmalıdır.
Gerçek merhamet, yalnızca başkasının acısını hissetmek
değil, o acıya uygun, dönüştürücü ve sürdürülebilir bir şekilde yanıt
vermektir. Duyarlılığı akılla, şefkati özbakımla, sorumluluğu dengeyle
buluşturmak, insanı hem kendisine hem de başkalarına karşı daha adil bir
noktaya getirir.
Merhamet, hem bizi birbirimize bağlayan görünmez bir ip
hem de üzerinde dikkatle yürümemiz gereken ince bir yoldur. Onu anlamak,
aslında insanın en derin ve karmaşık doğasını anlamaya çalışmaktır. Merhamet,
insan olmanın özünde yatar. Bizi hem ötekiyle hem de kendimizle bağlayan bu
duygu, ahlaki sistemlerin, toplumsal dayanışmanın ve varoluşsal anlamın temel
taşlarından biridir. Ahlakın temelinde yer alan bu duygu, sınırları
çizildiğinde yalnızca bir erdem değil, aynı zamanda insan olmanın hakiki bir biçimi
haline gelir.
Kaynaklar
Ainsworth, M. D. S., Blehar, M. C., Waters, E., &
Wall, S. (1978). Patterns of attachment: A psychological study of the
strange situation. Lawrence Erlbaum Associates.
Batson, C. D. (1991). The altruism question: Toward a
social-psychological answer. Lawrence Erlbaum Associates.
Bloom, P. (2016). Against empathy: The case for
rational compassion. Ecco.
Bowlby, J. (1988). A secure base: Parent-child
attachment and healthy human development. Basic Books.
de Silva, P. (2005). An introduction to Buddhist
psychology. Palgrave Macmillan.
de Waal, F. (2009). The age of empathy: Nature's
lessons for a kinder society. Harmony Books.
Epiktetos. (1983). Söylevler (Çev. H. Ö. Andaç).
Remzi Kitabevi.
Figley, C. R. (1995). Compassion fatigue: Coping with
secondary traumatic stress disorder in those who treat the traumatized.
Brunner/Mazel.
Gilbert, P. (2010). The compassionate mind: A new
approach to life's challenges. Constable & Robinson.
Gilligan, C. (1982). In a different voice:
Psychological theory and women's development. Harvard University Press.
Hrdy, S. B. (1999). Mother nature: Maternal instincts
and how they shape the human species. Ballantine Books.
Hrdy, S. B. (2009). Mothers and others: The
evolutionary origins of mutual understanding. Harvard University Press.
Hume, D. (2003). A treatise of human nature (D. F.
Norton & M. J. Norton, Eds.). Oxford University Press. (Özgün eser
1739-1740'ta yayımlandı)
Kant, I. (1997). Ahlak metafiziğinin temellendirilmesi
(Çev. İ. Kuçuradi). Türkiye Felsefe Kurumu. (Özgün eser 1785'te yayımlandı)
Kierkegaard, S. (1941). The sickness unto death
(W. Lowrie, Çev.). Princeton University Press. (Özgün eser 1849'da yayımlandı)
Levinas, E. (2007). Totality and infinity: An essay on
exteriority (A. Lingis, Çev.). Duquesne University Press. (Özgün eser
1961'de yayımlandı)
Neff, K. (2011). Self-compassion: The proven power of
being kind to yourself. William Morrow Paperbacks.
Nietzsche, F. (2012). İnsanca, pek insanca (Çev.
M. Tüzel). Say Yayınları. (Özgün eser 1878'de yayımlandı)
Schaef, A. W. (1986). Co-dependence:
Misunderstood-mistreated. Harper & Row.
Schopenhauer, A. (2010). Ahlakın temeli üzerine
(Çev. A. Aydoğan). Say Yayınları. (Özgün eser 1840'ta yayımlandı)
Spinoza, B. (2007). Etika (Çev. H. Z. Ülken). Dost
Kitabevi. (Özgün eser 1677'de yayımlandı)
Yunus Emre Divanı. (Tarih belirtilmemiş). Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder